Полная версия
Fetih 1453
Lukas bu esnada zindanın kapısını açmıştı. Dışarıda bekleyen hassa askerlerine seslendi:
“Kumandan Teofilos’u tutuklayınız!”
Klio yine zindanda kapalı kalmıştı. Teofilos’u cebren İmparatorun huzuruna çıkarıyorlardı.
Sarayın içerisi altüst olmuştu.
“Teofilos neden tutuklanmış?”
Herkes büyük bir merak ve heyecan içinde bu tutuklanmanın sebebini soruyordu.
Lukas, Teofilos’un Klio’ya sahip olmak için sarayda çevirdiği fırıldakları birer birer İmparatora anlatmıştı.
Fakat meydanda bir de hançer meselesi vardı.
Lukas, Klio’nun verdiği esrarengiz bilgiyi Konstantin’e aynen nasıl söyleyecekti?
Elvira… Sarayın bu en güzel ve kibar kadına bu fenalığı nasıl yapacaktı?
Siyah saplı hançerin Sultan Mehmed tarafından Elvira’ya verildiği kanıtlayacak olursa, Klio’nun yattığı zindana Elvira’nın gireceğini tahmin eden Lukas, bu işi kendi lehine halletmek için bir çare bulmuştu.
İmparator her şeyden çok hançer meselesine ehemmiyet veriyordu.
“Yatak odama kadar giren küstahı buldun mu?” diye sordu.
Lukas, Elvira’yı tehlikeye düşmekten kurtarmış olmak için lastikli bir cevap vermeye mecbur oldu.
“Haşmetmeab!” dedi, “Anivas’ın idamında ısrar eden Teofilos’un çevirdiği fırıldaklar tamamıyla meydana çıktı. Teofilos, Klio’yu seviyormuş!”
İmparator, gözlerini açarak Teofilos’un üzerine yürüdü.
“Sana gösterdiğim yakınlığı bu kadar kısa zamanda suistimal edeceğini hiç aklımdan geçirmezdim… Sen de beni kandırdın, öyle mi?”
Teofilos, güneş karşısında eriyen bir buz parçası gibi gittikçe küçülüyor, büzülüyor, İmparatoru teskin edecek bir cevap veremiyordu.
“İftira…” diye mırıldandı.
Lukas, Konstantin’in gözlerinin içine bakarak şu sözleri ilave etti:
“Kabahatsiz olarak kaç günden beri zindanda yatan Klio’yu bir defa dinlerseniz mesele tamamıyla aydınlanacak ve her hakikat meydana çıkacaktır. Şu kadar arz edeyim ki, o meçhul el, bu hançerle Klio’yu tam kalbinin üstünden yaralamıştır!”
“Klio zindanda değil mi?”
“Evet.”
“Zindan kapısı daima kapalı durmuyor mu?”
“Şüphesiz. Kapalı durması lazımdır!”
“Kapısı kilitli olan odasında bir mahkûmu kim ve nasıl yaralayabilir?”
“İşte, efendimiz gibi, herkes hayrettedir. Fakat Klio her şeyi itiraf etti.”
Teofilos tekrar mırıldandı:
“Klio kendini kurtarmak için iftira ediyor… Yalan söylüyor…”
Lukas İmparatora hitaben,
“Yalan söyleyen biri varsa, o da Teofilos’tur. Pekâlâ bilirsiniz ki ölümle karşılaşan insanlar daima hakikati söylerler. Klio, kendisinin ve Anivas‘ın masumiyetini ispata kâfi derecede açıklamada bulunmuştur. Azim ve irade sahibi bir kumandan olmakla ünlenen Teofilos’a yalan söylemek hiç de yakışmıyor. Görüyorsunuz ki huzurunuzda korkusundan dizleri titriyor. Yüzünde beliren iki büyük şahit var: Gözleri. Gözlerine bakınız! Başka bir şey sormaya ve başka bir sebep araştırmaya lüzum kalmaz!”
Konstantin merak ve hiddetinden ne yapacağını şaşırmıştı.
“Teofilos benim en sadık ve cesur kumandanlarımdan biri idi. Onun bu hıyanetinin dışarıya aksetmesini arzu etmem. Bu işi bizzat ben tahkik ve takip edeceğim. Tahkikat neticesine kadar, kendisine başkalarıyla görüşmeyi men edip onu sarayda bir odaya hapsediniz!” dedi.
Hassa askerleri Teofilos’u odadan çıkarıyorlardı. Bu esnada kapının önünden, nöbetçilere yalvaran bir kadın sesi işitildi:
“Tanrı aşkına, İmparator hazretlerine haber veriniz. Beni beş dakika için huzurlarına kabul etsinler. Kendi hayatlarıyla ilgili bir mesele hakkında maruzatta bulunacağım…”
Teofilos bu sesi tanıdı. Dişlerini gıcırdattı.
“Bu alçak kadını buraya kabul etmeyiniz!” diye haykırdı.
Lukas da bu kadını sesinden tanımıştı.
“Haşmetmeab!” dedi, “Dışarıda, İmparator halkın şikâyetlerini dinlemiyor diye genel bir kanaat var. Bu kadını çağırınız, belki mühim bir şey söyleyecektir.”
Konstantin müsaade etti.
İki asker, genç ve uzun boylu bir kadını içeriye getirdi. Kadın, İmparatorun huzuruna girer girmez yerlere kapandı.
“Size önemli ve acil maruzatta bulunmama müsaade buyurunuz, Haşmetmeab!”
Konstantin, genç kadını omzundan tutarak yerden kaldırdı.
“Söyle, seni dinliyorum,” dedi.
Kimliği belirsiz kadın, ağzını açıp söze başlayacağı sırada Teofilos’u görerek korktu ve hayretle İmparatorun yüzüne baktıktan sonra:
“Eski kocam… Evet, ta kendisi!” diye haykırdı. Lukas, bu tesadüften memnun olmuştu.
Teofilos, dört seneden beri rüyada bile görmediği eski karısının İmparatora ne söyleyeceğini merakla bekliyordu.
İmparator,
“Kadın, çabuk söyle. İşimiz var!” dedi. Teofilos’un karısı anlatmaya başladı:
“Kocam beni terk ettiği günden beri Romanos (Topkapı) civarında bir peynir tacirinin evinde oturuyorum.”
“Zavallı kadın…”
“Hayır, Efendimiz, ben zavallı değilim. Ben merhamete layık bir kadın değilim. Ben kocama hıyanet ettim, ve şimdi onun cezasını çekiyorum. Fakat vatanımı sevmekten, memleketime ve siz Efendimize hizmet etmekten beni kimse men edemez zannederim.”
İmparator kaşlarını çattı. Lukas’ın kulağına eğildi.
“Bu kadına biraz para versinler. Deli dinleyecek vaktim yok,” dedi.
Kadın bu sözü işiterek sözüne devam etti:
“Tanrı aşkına beni dinleyiniz! Bugün dışarıya çıkarsanız, Efendimizin hayatı tehlikeye düşecektir!”
Konstantin sarası tutmuş insanlar gibi titreyerek geriye çekildi.
Teofilos, Lukas’ın yüzüne bakıyordu. Karısının sırf İmparatoru görmek için geldiğine kanaat getirmişti.
Lukas:
“Bu kadını dinleyelim, Efendimiz!” dedi. “Dilinin altında mühim şeyler var.”
İmparator, korkak bir tavırla elini salladı.
“Söyle!”
“Cariyeniz gençliğimde Bizantiyon Okulu’nda okudum, Efendimiz! Bana güveniniz! Memlekette çok gizli bir ihtilal hazırlığı var. Dün sabah, misafir bulunduğum eve iki şüpheli adam geldi ve Türklerle her şeyi hallettiklerini, sizi öldürmek için sarayda genç bir kadından söz aldıklarını söyledi!”
İmparator fenalaştı. Çenesi tutuldu. Teofilos derin bir nefes aldı. Lukas’ın yüzünde mânâlı çizgiler belirdi. Kadın, sözüne devam etmek için fırsatı kaçırmak istemiyordu.
“Eve gelen bu şüpheli adamlar arasında uzun saçlı ve kuvvetli bir genç vardı. Bizim ev sahibinin kulağına eğilerek, ‘Babamın intikamını alacağım!’ dedi.”
Korstantin metanetini korumaya çalışarak sordu:
“Babasının intikamını almak isteyen adamın kim olduğunu öğrenemedin mi?”
“Hayır, Efendimiz! Kim olduğunu bilmiyorum. Fakat bu gence çok hürmet ettiklerini gördüm. Babası geçenlerde idam edilmiş.”
Lukas, bu adamın kim olduğunu derhâl anlamıştı.
“Şair Priamos…” diye mırıldandı. Konstantin de aynı ismi tekrarladı:
“Şair Priamos…”
Kadının oturduğu evin adresini aldılar. İmparator, hiddetinden deli gibi sağa sola saldırmaya, haykırmaya başlamıştı. Kadının geçici olarak sarayda alıkonulmasını emretti ve,
“Bizi Lukas’la yalnız bırakınız!” dedi.
Muhafız askerleri Teofilos’u götürdüler. Teofilos’un karısı, kapıdan çıkarken İmparatoru yerlere kadar eğilerek selamladı.
“Hakkımda gösterdiğiniz bu samimi kabul ve ilgiden dolayı Efendimize ilelebet minnettar kalacağım. Eski kocam, düşmanlarınızın başlarını koparmak için size çok iyi celltlık edebilir. Hiç merak etmeyiniz!”
Teofilos’un karısı serbest bırakılmıştı.
Teofilos, özel bir odada saray muhafızlarının nezareti altında bulunuyordu.
Siyah saplı hançerin esrarı henüz keşfedilmemişti. Lukas Notaras, bu esrarengiz hadisenin mesuliyetini Teofilos’a yüklemek fırsatını kaçırmamıştı.
Konstantin, Teofilos’un karısının verdiği izahat üzerine Romanos Kapısı’ndaki peynir tacirinin evini bastırmış ve orada Bizans aleyhinde yazılmış birçok mektup ve kitap bulunmuştu.
Peynir tacirinin evinde düzenlenen suikastın hedefi saraydan başka bir yer değildi.
Elde edilen evrak tetkik edilirken, peynir tacirinin de ünlü bir şair olduğu ve peynir ticaretine, saraya olan kırgınlığı neticesinde başladığı anlaşılmıştı.
İmparator bunlardan bahsederken,
“İhtilalci şairleri muhakkak yakalamalıyız!” diyordu.
Sarayda ardı arkası kesilmeyen dedikodular, bu hadise üzerine münakaşa ve mücadelelere doğru kaymıştı. Saraylılar,
“İhtilalci şairler tutuldu mu?”
“İhtilalci şairler tutulursa asılacaklar mı?” diyerek birbirlerinden malumat almaya çalışıyorlarsa da, meselenin mahiyetini İmparatorla Lukas’tan başka kimse bilmediğinden, herkes merak ve telaş içinde vaziyetle çok yakından alakadar oluyordu.
İmparator, Priamos’un babasını idam ettirdikten sonra halkın galeyanını işitmiş ve şairin araştırmasını çok gizli tutmuştu. Priamos, halkın en sevdiği ve saydığı şairlerden biriydi.
Babasının öldüğü gün, Hipodrom’un önünde toplanan insanlar,
“Priamos yaşayacak!”
“Priamos’u korumalıyız!”
“Priamos için ölmeliyiz!” diye hep bir ağızdan bağırmış, büyük tezahüratla sarayı tehdit etmişlerdi. İmparator, tetkik ettiği evrak arasında ufak bir de kitap bulmuştu.
“Ehmalote Yinekes…”
Bu kitap, Şair Priamos’un el yazısıyla yazılmıştı. Lukas bu tehlikeli kitabın şu satırlarını İmparatora okudu:
Bizans’ta yıkılacak bir müessese var: Saray! Bizans’ta yakılacak bir müessese var: Saray! Sarayları yakmalı ve esir kadınları kurtarmalıyız!
Konstantin dişlerini gıcırdatarak yerinden fırladı.
“Yeter! Yeter Lukas! Daha fazla dinleyemem. Bu melunu mutlaka bulup aşmalıyız.”
Lukas kitabı masanın üstüne bıraktı.
“Merak etmeyiniz Haşmetmeab!” dedi “Onu ve arkadaşını muhakkak ele geçireceğiz.”
Lukas İmparatorla beraber yemek yiyecekti.
Efendisinin üzülmemesi için ona tarihî hikâyeler anlatıyor; halkın daima saltanata ve saraya karşı kin ve düşmanlık beslediğini, ecdadı Paleologların da aynı hücuma maruz kaldıklarını söylüyordu. Bu esnada saray muhafızlarının kumandanı telaşla huzura girdi.
“Efendimiz!” dedi, “Klio’yu zindandan kaçırmışlar!”
İmparator, Lukas’la beraber derhâl sarayın zemin katına indi. Zindan kapısındaki nöbetçilerin bir şeyden haberleri yoktu. Muhafız kumandanına bu haberi dışarıdan vermişlerdi.
Lukas’ın emri olmadıkça zindan kapısı açılmayacaktı.
Konstantin kapının kilidini kendi eliyle açtı.
Klio içerde yoktu.
Zindanın penceresindeki demir parmaklıklar kırılmıştı.
Lukas yerde şu pusulayı buldu:
Birdenbire pencerenin demirleri kırıldı. Karşımda kimliği belirsiz birkaç gölge göründü. Bana ‘Haydi, hazır ol. Seni kaçıracağız!’ dediler. Muhakemesini kaybetmiş bir sarhoş gibi, bu emre itaat ederek gidiyorum.
Klioİmparator bu pusulayı okuyunca hiddetle bağırdı:
“Artık bu rezalete tahammül edilmez. Kapısında nöbetçilerin beklediği bir mahkûm nasıl ve nereye kaçabilir? Bahçedeki nöbetçiler uyuyor muydu?”
Muhafız kumandanı şunu da ilaveye mecbur oldu:
“Haşmetmeab,” dedi, “bahçedeki nöbetçilerden iki kişi de bıçakla arkasından yaralanmış.”
Konstantin:
“Bu faciaya şimdi son vermeli,” dedi. Lukas, Klio’ nun kimin tarafından kaçırıldığını keşfetmiş gibi mağrurane bir tavırla efendisini temin ve teskine çalıştı.
“Bu işi Anivas’tan başka kimse yapamaz. Hemen onun yattığı zindana gidelim.”
“Anivas tutuklu değil mi?”
“Şüphesiz. Fakat belki o kaçmış ve sevgilisini de kaçırmıştır. Çünkü sarayın zemin katındaki bu gizli yolları onun kadar iyi bilen kimse yoktur.”
İmparator kamçısını sallayarak zindandan çıktı, Anivas’ın bulunduğu zindana geldiler. Konstantin, muhafız kumandanının yakasından tutarak suratına şiddetli bir kamçı indirdi.
“Eğer Anivas’ı da zindanda bulamazsak, seni geberteceğim, anladın mı?”
Zindanın önünde iki nöbetçi bekliyordu.
Lukas,
“Kapıyı aç!” diye seslendi.
Nöbetçiler Lukas’ın arkasından İmparatorun geldiğini görünce korktular.
Kapı açıldı. Konstantin, nöbetçinin uzattığı feneri takip ederek zindandan içeriye girdi. Muhafız kumandanının yüzü gülmüştü. Anivas uzun bir tahtanın üzerinde yatıyordu. Lukas’ın bütün şüphe ve düşünceleri boşa çıkmıştı.
Konstantin, zindana geldiğini genç askere bildirmek istedi. Lukas’ın kulağına,
“Uyuyor,” dedi, “şimdi ne yapacağız?”
“Uyandıralım…”
Konstantin, Lukas’ın bu cevabını mânâsız buldu.
“Niçin uyandıralım? Mademki Klio’yu o kaçırmamıştır, Klio’yu kaçıranları bulmak ve onun kaçtığı yeri anlamak lazım. Hepiniz uyuyorsunuz! Haydi, çabuk iş başına.!”
Orhan Çelebi’nin Haliç’teki Yazlığında
Aradan on gün geçmişti.
Saray muhafızları, bir taraftan Klio’yu, diğer taraftan da İhtilalci Şair Priamos’u arıyorlardı.
Klio, Bizans İmparatoru’nun çok iyi dostu olan Orhan Bey’in Haliç’teki yazlık evinde, gizli bir odada oturuyor, zevk ve neşe içinde olayları uzaktan takip ediyordu.
Orhan Çelebi, Klio’yu İmparatorun sarayından niçin ve nasıl kaçırmıştı?
Bu sorunun cevabını, Bizans’ın son günlerinde çok mühim rol oynayan Orhan Bey’in ağzından dinleyelim:
Kliocuğum!
Çok iyi biliyorum ki, sen kucaktan kucağa, yataktan yatağa atılan orta malı kadınlardan çok az farklısın! Fakat ben seni o kadar çok sevdim, o kadar çok beğendim ki, bütün Bizans dilberleri arasında senden daha güzel ve şirin bir kadın görmedim. Tanıdığım bütün kadınlar senin yanında çok çirkin ve sönük kaldılar. Seni Haliç’te Konstantin’in sayfiyesinde iki sene evvel yapılan altın top eğlencelerinde tanımıştım. Sonradan haber aldım ki, sen evvelce Anadolu’dan buraya gelen Hamza Bey’le de bir müddet yaşamışsın! Bu malumatı aldıktan sonra sana sahip olmak arzusuna karşı gelemedim. Zindana atıldığını işitince beynimden vurulmuşa döndüm. Geçen gün saraya gitmiştim; bahçede eski dostlarımdan bir saray muhafızına rastladım ve ona senden bahsettim. Meğer o da İmparatorun aleyhinde imiş; bana ‘İsterseniz Klio’yu kaçırayım!’ dedi. Bu teklif karşısında sevincimden donup kaldım. Nöbetçi ısrar edince, ‘Peki,’ dedim. Bu suretle seni kaçırdı. Fakat bu hadise, iki nöbetçinin ölümü ile neticelendiği için çok üzgünüm. Sana bu iyiliği yapan asker, uzaktan üzerine doğru gelen iki nöbetçiye ateş ederek öldürmeye ve firar mesuliyetini onların üstüne yükletmeye mecbur olmuştur. İşte seni bu suretle kaçırttım. Şimdi o nöbetçiyi nasıl ve ne ile ödüllendireceğimi tayin edemiyorum!
Orhan Bey, elinde tuttuğu defterden bu satırları bir masal okur gibi okudu.
Orhan Bey, kendisini ilgilendiren herhangi bir hadiseyi özel defterine kaydediyordu.
Klio, nasıl olduğuna kendisinin de bir türlü akıl erdiremediği bu önemli olayın ayrıntılarını bir kere daha dinledikten sonra dedi ki:
“Beni birkaç kişinin hayatı pahasına saraydan kurtardığınız için size ilelebet minnettar kalacağım. Fakat bu hayatın sonu nereye varacak?
On beş günden beri evinizde, her türlü tecavüz ve taarruz ihtimalinden uzakta yaşıyorum. Zevk ve neşe içinde elem ve kederlerimi unutmaya çalışıyorum. Fakat ruhum boğuluyor. İçimde müthiş bir sıkıntı var. Bir zindandan diğer zindana girdiğimi şimdi anlıyorum!”
Çelebi susmuştu. Klio ağlıyordu.
“Benden hoşlandığınızı söylüyorsunuz. Fakat on beş günden beri hâlâ benim bir istediğimi yapmadınız! Bu nasıl sevgi bilmem ki?”
Orhan Çelebi Bizans dilberine bir kadeh şarap uzatarak,
“Elmasparem,” dedi, “rakibinin selametine çalışan bir âşık, dünyanın en ahmak adamıdır. Elimden gelse bile onu zindandan nasıl kaçırabilirim?”
“Bir haber bile getirmiyorsunuz!”
“İmparatorun onu idam etmek fikrinde olduğunu söylemedim mi?”
Klio elindeki şarap kadehini yere fırlatarak bağırdı:
“Hayır Orhan Çelebi! İmparator onu idam edemez!”
“Niçin?”
“Çünkü o masumdur!”
“ Konstantin onun idamını emretmiş. İmzasını geri mi alacak? İşte bu olamaz.”
“Emin olunuz ki Anivas idam edilmeyecek. Fakat onun yerine idam edilecek vatan hainleri var!”
Orhan Çelebi her sözden, herkesten şüphelenen bir adamdı. Klio’nun çenesini okşadı:
“Çapkın,” dedi, “bana böyle taş atacağına, şöyle kucağıma atılıp da keyfine baksan olmaz mı?”
Orhan Çelebi genç kadını severken, bir taraftan da Klio’nun söylediği sözleri kendi kendine tahlile çalışıyordu.
“Anivas’ın yerine idam edilecek birçok vatan haini var.”
Orhan Bey bu sözün kendisiyle ilgili olmadığını anlamıştı. Klio vatan hainlerinden bahsediyordu. Halbuki Orhan Bey’in vatanı Bizans değildi.
“Elmasparem,” dedi, “şu vatan hainlerinin kim olduğunu söyle de meraktan kurtulayım!”
Klio, Orhan Bey’in kolları arasında gittikçe açılan göğsünü ve çıplak omuzlarını ince bir şal parçasıyla örterek, yuvasından çıkan uzun bir yılan kıvraklığıyla oturduğu yerden yavaş yavaş kaydı ve en yüksek sesiyle cevap verdi:
“Teofilos’un bir vatan haini olduğunu işitmediniz mi?”
Orhan Bey bu ismi hayretle karşıladı.
“Teofilos mu?”
“Evet. Niçin hayret ediyorsunuz?”
“Teofilos vatan haini olamaz!”
“Neden?”
“Onu herkes büyük bir vatanperver olarak tanır.”
“Sizi de Türk topraklarında büyük bir kahraman olarak tanıyorlardı. Fakat saltanat hırsı, sizi de memleketinizin düşmanlarına sığınmaya mecbur etti.”
Orhan Bey gözlerini açarak, korkak bir sesle karşılık verdi:
“Ben saltanat hırsı taşıyan bir adam değilim.”
“O hâlde Bizans’ta işiniz ne? Memleketinizde, Bizans’ı zaptetmek için yapılan hazırlıklarda sizin de hizmetiniz ve mevkiniz olamaz mıydı?”
Orhan Bey alaycı bir tebessümle,
“Bizans’ı zaptetmek mi?” dedi. “İşte bu, otuz seneden beri gerçekleşmeyen bir hayal!”
“Fakat ben Edirne’de Sultan Mehmed’in azim ve iradesini o kadar kuvvetli buldum ki… İmzalanan dostluk anlaşmasının çok çabuk yırtıldığına bakılırsa, Türklerin günün birinde Bizans kapılarında görünmeleri mümkündür.”
“Hayal… Hayal… Sen bu gece korkulu bir rüya gördün galiba!”
“Çok iyi dostunuz olan İmparator hazretleri de böyle söylüyor. Fakat sarayda en itimat ettiği kimselerin bile Türklere satılmış olduğunun hâlâ farkında değil.”
“Teofilos namuslu bir adamdır.”
“Aksini iddia etmedim!”
“Teofilos büyük bir vatanperverdir.”
“Bu sözü onun kadar tanınan bir Bizanslının ağzından işitseydim, belki kanaatimi değiştirirdim. Halbuki siz bir Türk’sünüz ve müdafaa ettiğiniz adamı benim kadar iyi tanımazsınız!”
Orhan Bey, her gün beraber kaldığı Teofilos’un büyük bir vatanperver olduğuna inanıyordu. Klio’nun fikrini anlamak istedi.
“Eğer Teofilos vatan haini bir adam ise, bu memlekette tek bir vatanperver yok demektir…”
Klio, muhatabının sözünü kesti.
“Sarayın kanlı ve yüksek duvarları haricinde kalan bütün halkın memleketle samimi bağı vardır. Fakat saraydaki sefahat düşkünleri, Bizans’ın akıbetini görmeyecek kadar kör ve halkın ıstıraplarını duymayacak kadar sağır olmuşlar! Teofilos bana ilanıaşk ederken, mücevher dolu bir sandığı boşaltarak içine yılan ve akrep dolduran bir mecnun gibi kalbini yalnız benim aşkıma hasretmiştir. O, benden başka bir şey sevmiyor. Şimdi anladınız mı büyük vatanperverin mahiyetini?”
Orhan Bey, Teofilos’un da kendine rakip olduğunu anlayınca düşünmeye başladı.
Klio, bu eski vatanperverin, vazifesini unutarak, kendisine nasıl musallat olduğunu anlattı.
“Orhan Bey,” dedi. “Eğer siz İmparatorun samimi dostu iseniz ve hayatınızın tehlikeye düşmesini istemiyorsanız, Anivas’ı derhâl tahliye ettiriniz. Çünkü dışarıdaki isyanın önüne ancak o geçebilir!”
“Bu isyandan bana ne? Bizans’ta sonu gelmeyen bu galeyan ve isyanları çok gördük. Yarın yine Hipodrom’ un önünde beş on kişiyi idam ederler ne isyan kalır ne de bir yüksek ses işitilir.”
Klio, Orhan Bey’i kışkırtmakla emeline ulaşacağını tahmin ediyordu.
“Fakat bunun aksini de düşünün, Orhan Bey! Bu, yalnız halkın isyanı meselesi değil. Türklerin niyeti çok fena ve katidir!”
“Hâlâ o eski terane… Bizans’ı zaptedecekler, değil mi?”
“Fakat sizin gibi hayat ve kaderi siyasi cereyanlara bağlı olan bir kimsenin biraz derin düşünmesi, uzak ihtimalleri de dikkate alması gerekmez mi?”
Orhan Bey hiddetlendi.
“Bu hayal gerçekleşmeyecek, Klio!”
“Emin misiniz?”
“O kadar eminim ki…”
“Fakat iyi düşünün. Çünkü ben Edirne’de, Sultan Mehmed‘in ağzından kulağımla işittim. ‘Orhan elime geçerse derhâl asacağım!’ diyordu.”
“Sayıklasın dursun Bizans’ı alacağım diye…”
“Yaptığı hazırlıklar acaba gösteriş mi dersiniz?”
“Sultan Mehmed azimli ve irade sahibi bir gençtir. Fakat hazırlığı boşa gidecek, Klio! O, Bizans’ı zaptedemeyecek.”
“Mademki azim ve irade sahibi bir hükümdardır; mademki Bizans’ı zaptetmeye karar vermiştir, arkasında koskoca bir millet de kendisini takip ederse, emeline neden muvaffak olmasın?”
Orhan Bey bağırdı:
“Muvaffak olmayacak, Klio! Ben öyle istiyorum. Bu iş, ancak o benimle barışır ve benim istediklerimi yaparsa düşünceden uygulamaya geçebilir. Aksi takdirde hedefine vasıl olması imkânı yoktur!”
“Onun bu azmini nasıl kırabileceksiniz?”
“Sultan Mehmed‘in azmini kırmaya teşebbüs etmek, büyük bir kaleyi ufak bir çocuğun kendi kendine zaptetmeye kalkışması kadar gülünç olur. Ben kaleyi içerden fethedeceğim.”
“Yani?”
“Yani, onun bütün planlarını suya düşürmek için, herkesten fazla itimat ettiği veziriazamdan söz aldım.”
“Halil Paşa’dan mı?”
“Evet.”
İhtilal Şarkıları
Klio bir sabah yatağından kalktığında, sokaktan gelen hazin bir kitara sesi işitti. Pencereye koştu. İzmit çingenelerinden birkaç kadın, tesadüfen Orhan Bey’in hanesi önünde durmuş, kenardaki yalakta hayvanlarını suluyordu. İzmit çingeneleri, elbiseleri ve konuşmaları ile derhâl yerli çingenelerden ayırt edilebilirlerdi. Çingene kadınlarından biri, Klio’yu pencerede görünce, atın üstünde kitarasını çalmaya başladı. Diğer biri de şarkı söylüyordu. Orhan Bey, “Klio! Kulak ver. Bak ne söylüyorlar?” dedi. İzmit çingenesi şu şarkıyı söylüyordu:
Bizans uyuyor,Düşman uyanık!Bizans uykuda!Düşman uyanık!Romanos Kapısı teshir edilmiş.Türklerin eli var içimizde…Gözler kör olmuş!Kalpler kör olmuş!Vicdanlar kör olmuş!Felaket,Saadet…Hepsi müsavi!Gören bir göz var:Milletin gözü!Çarpan bir kalp var Milletin kalbi!Ağlayan bir vicdan var!Milletin vicdanı!Bizans uyuyor,Düşman uyanık!Saray uyuyor,Düşman uyanık! 5Çingeneler atlarına bindiler. Şarkı söyleyen kadın,
“Yaşasın Priamos,” diye bağırdı.
Klio, bu ismi işitince pencereden dışarıya sarktı.
Çingeneler Klio’yu görerek gülüştüler ve hep bir ağızdan tekrar bağırdılar:
“Yaşasın Priamos!”
“Yaşasın Priamos!”
Orhan Çelebi’nin çenesi tutulmuştu. Şaşkın şaşkın Klio’nun yüzüne bakarak mırıldandı:
“İşler ilerlemiş, yavrum…”
Klio pencereden çingenelere seslendi:
“Niçin yaşasın Priamos diye bağırıyorsunuz?”
Şarkı söyleyen kadınlardan biri kahkahayla gülerek cevap verdi:
“Siz sahiden uyuyorsunuz galiba! Bizans’ın altı üstüne geliyor. Bir şeyden haberiniz yok mu?”
“Hayır.”
“Sağır mısınız?”
“Yalnız sağır değil, aynı zamanda körüz!”
Çingene kadın, hayvanının dizginlerini çekerek pencerenin altında durdu.
“Priamos’un ihtilal şarkılarını dinlemediniz mi?”
“Hayır.”
“Ne yazık!”
“Bu söylediğiniz şarkı onun mudur?”
“Evet.”
“Bu tehlikeli şarkıyı ne cesaretle söylüyorsunuz?”
“Ne cesaretle mi?”
“Öyle ya! Bütün bunlar İmparatorun aleyhinde değil mi?”
“Ah, ne yazık! Ne yazık! Sizin, sarayın önünde asılan, öldürülen insanlardan da mı haberiniz yok?”
Çingene karısı fazla bir şey söylemeden kitarasını boynuna takarak hayvanını sürdü.
Klio, on beş günden beri dışarıda neler olduğundan haberdar değildi. Çingenelerden bu bilgiyi alınca Orhan Bey’in üzerine yürüdü.
“Dışarıda olup bitenlerden beni niçin haberdar etmiyorsun?”
Orhan Bey, Klio’yu kolundan çekerek,
“Dışarıda bir şey yok, divane!” dedi.
“Çingeneler yalan söylemiyorlar ya…”
Onların işleri sokaklarda şarkı söyleyerek para kazanmaktır. Onlara inanıyorsun da bana itimat etmiyorsun, öyle mi?”
“Hayır, artık size güvenim kalmadı. Onlar yalan söylemiyor. Şair Priamos’un şarkısı belli ki yeni yazılmış ve yeni bestelenmiştir. Ortalıkta bir karışıklık olmasa, çingene karıları böyle şarkılar söylemeye cesaret edebilirler mi?”
Orhan Bey’in hakikaten hiçbir şeyden haberi yoktu. Üç günden beri Haliç’teki yalısından dışarıya çıkmıyordu. Bu hadise onu da telaşa düşürmüştü.
Bizans’ın asayişsizliğinden faydalanmaya kalkışmak isteyen Türkler Bizans’a ani bir hücum yapacak olursa, Orhan Bey’in akıbeti ne olacaktı?
Orhan Bey, endişesini gizlemeye çalışarak Klio’yu adamlarının nezareti altında bıraktı.