Полная версия
Fetih 1453
O gün Kardinal İzidor memleketine dönmüştü. Bizans papazları dediklerini yapmışlardı. Ayasofya Kilisesi’nde büyük ayinler yapılıyor, kiliselerin istiklal ve baskısına el uzatan ecnebilere boyun eğilmeyeceği ilan oluyordu.
İmparator Konstantin kiliseler hakimiyeti karşısında kendi nüfuz ve kudretinin hiçten ibaret olduğunu anlamıştı.
O gün Ayasofya’da ve diğer kiliselerde papazlar fikirlerini yüksek sesle söylerken, sarayda da önemli bir toplantı yapılmaktaydı.
Bizans tarihinde mühim bir anlamı olan bu gizli toplantıda dört kişi vardı: İmparator Konstantin, Lukas Notaras, Teofilos ve Orhan Çelebi.
Orhan Çelebi, İkinci Sultan Murat‘ın kardeşiydi. Sultan Mehmed‘le arası açık olduğundan Bizans’a sığınmıştı.
Konstantin bu gizli toplantıda Orhan Çelebi’yi tahrik etmek maksadıyla dedi ki:
“Padişahın son günlerde size karşı çok insafsızca hareket etmeye başladığını görüyorum. Aidatınız hakkında Edirne’ye gönderdiğim mektubu okumadan fırlattığını oraya giden memurum söyledi.
Sultan Mehmed son günlerde bize karşı tamamıyla dostluğu bozacak tarzda hareket etmeye başladı. Bütün civar köylüler şikâyetçidir. Bu hâle bir son vermek düşüncesiyle sizi buraya davet ettik.”
Orhan Bey, İmparatorun kendisinden yardım beklediğini hayretle gördü.
“Buna karşılık siz de devlet adamlarıyla görüşüp esaslı tedbirler almadınız mı?”
Bu söze Lukas Notaras cevap verdi:
“Sultan Mehmed burnumuzun dibinde inşasına başladığı muazzam kalenin bitirilmesinden başka bir işle meşgul değil. Bize gelince… Türk askerlerinin fazlalığı karşısında, ecnebi bir devletle ittifak etmekten başka çare kalmamıştır.”
İmparator, gözlerini açarak maksadını izah etti:
“Bu işi Orhan Çelebi halledecek.”
“Benim elimden ne gelir, İmparator hazretleri?”
“Sizin ufak bir hareketiniz Padişahı büyük endişeye düşürebilir.”
Lukas Notaras ve Teofilos, İmparatorla daha evvel bu mesele hakkında görüşmüşler ve Orhan Bey’i Türkler aleyhinde hareket ettirmeye karar vermişlerdi.
Her ikisi de susuyordu. Konstantin sözüne devam etti:
“Orhan Bey, vaziyet çok hassastır. Herhangi bir ecnebi devletle ittifak akdi için müzakere kapısı açmaya vakit yok. Pekâlâ biliyorsunuz ki, Sultan Mehmed sizden fevkalade çekiniyor. Ben bu meseleyi kökünden halletmek ve kendimizi Türklere karşı emin bir vaziyette bulundurabilmek için size biraz serbestlik ve hürriyet vermek istiyorum. Bizim lehimize hareket etmeyi vaat eder misiniz?”
Orhan Çelebi, İmparatorun maksadını tamamıyla anlamıştı. Bizanslılarla iyi geçinmek mecburiyetindeydi.
“Müsaade ediniz de biraz düşüneyim. Herhalde size faydalı olmak ve tehlikelerin önüne geçmek isterim,” dedi.
Orhan Bey saraydan çıktıktan sonra, Lukas ve Teofilos, İmparatorun nezdinde müzakereye devam ettiler.
Konstantin, Kardinal İzidor’un dönüşünde kiliselerin birleşmiş olduğunu ilan etmiş ve Papa V. Nikola’ya bu yolda haberler göndermişti.
Konstantin, Bizanslıların arzularına rağmen, ikiyüzlü siyaset takip etmekten kendini alamıyordu.
Kiliseler üzerinde büyük bir güç sahibi olan Genadiyos gün geçtikçe Bizans’ı karıştırıyor ve halkı heyecana düşürmekten çekinmiyordu.
Lukas Notaras, halka karşı şiddet göstermek taraftarı idi. İmparatorla konuşurken dedi ki:
“Haşmetmeab! Halkın isyanına karşı bu derece lakayt ve merhametli görünmeniz hiç de doğru değildir.”
“Ne yapmalı?”
“Ayasofya Meydanı’na toplanmış olan birtakım kopuk alayını hassa askerleriyle derhâl dağıtmak imkânı varken, niçin buna mani olmuyorsunuz?”
“Ahalinin büsbütün nefretini kazanmış olmaz mıyım?”
“Bilakis! Siz böyle gevşek davrandıkça halk büsbütün şımarıyor.”
Teofilos kaşlarını çatarak sustu. İmparator sordu:
“Sen ne dersin, Teofilos? Halka karşı zor ve şiddet göstermek doğru bir hareket olur mu?”
Teofilos, Notaras’ın yüzüne baktı. Mânâlı mânâlı güldü. Sonra İmparatora hitap ederek,
“Haşmetmeab!” dedi, “Halk arasındaki dedikodulardan haberiniz yok galiba! Müsaade ederseniz bu sabah duyduğum çok mühim haberlerden bahsedeceğim!”
Lukas Notaras’ın canı sıkıldı. Konstantin,
“Peki söyle bakalım,” dedi ve gözünün ucuyla Lukas’ın dikkatini çekti.
Teofilos sözüne devam etti:
“Beş günden beri Hrisokeras (Haliç) civarında, Türklerle çok sıkı ilişkide bulunan bazı tüccarlar Bizans’ta olup bitenleri günü gününe Türklere haber veriyorlarmış.”
Konstantin şiddetle bağırdı:
“Bu hainleri niçin yakalamıyorlar?”
“Meydanda belirli bir şahıs yok. Fakat takip edilirse elbette ele geçer.”
Lukas Notaras en büyük devlet adamı sıfatıyla söze karıştı:
“Bu meselede biraz abartı var zannederim.”
Teofilos cevap verdi:
“Geçen sabah Romanos Portas’tan (Topkapı) geçerek Edirne’ye giden tüccarlar kontrol edilirken, bir peynir tacirinin üzerinden Hrisokeras’ın haritası çıkmış.”
“Haritayı ve taciri ne yaptılar?”
“Romanos Portas’taki nöbetçiler sarayın aleyhinde bulundukları için, yolcuları serbest bırakmışlar ve haritayı yırtmakla yetinmişler.”
“Bunlardan niçin benim haberim olmuyor?”
“Bu işlerden haberdar olduğunuzu zannediyordum.”
“Hayır, hiçbir şeyden haberim yok.”
Lukas önüne baktı. Teofilos sustu. Konstantin düşünüyordu.
Bu esnada oda kapısından bir baş göründü.
“Haşmetmeab! Elvira şimdi Edirne’den geldi. Sizi görmek istiyor!”
Elvira’nın Edirne’den ani olarak gelişi herkesi merak ve telaşa düşürmüştü.
Lukas Notaras ve Teofilos, İmparatoru yalnız bırakarak çıktı.
Elvira büyük bir telaş ve korku içinde titreyerek Konstantin’in huzuruna girdi.
İmparator bu esnada, Ayasofya Meydanı’nda saraya karşı yumruklarını sıkan halkın, muhafız kıtası tarafından dağıtılmasını emretmişti.
Konstantin, Elvira’yı kolundan tutarak yanına oturttu ve saraya karşı gösterdiği sadakat ve fedakârlıktan dolayı kendisini tebrik etti.
“Seni hiçbir zaman unutmayacağım, Elvira! Niçin böyle habersiz geldin?”
Elvira biraz sükûnet buldu.
“Nasıl haber verebilirim? Sağımda solumda sayısız ajan vardı.”
“Padişah ne yapıyor? Senden şüphelenmedi ya?” Agripas’ın karısı gülerek cevap verdi:
“Şüphelenmez olur mu? Her şeyi biliyor…”
Konstantin’in somurtkan çehresinde mânâlı hatlar belirdi.
“Her şeyi biliyor mu dedin?”
“Evet. Hatta heyetin oradan döneceği gece, Padişah bizim ne maksatla Edirne’ye gittiğimizi anlamıştı.”
“Peki, siz ne yaptınız?”
“O gece Sultan Mehmed beni sabaha kadar oyaladı ve Agripas’ı bir dakika bile görme fırsatı vermedi. Edirne seyahatinde, benim orada kalmamla Bizans’a zaman kazandırmış olmaktan başka bir faydamız olduğunu zannetmiyorum.”
“Orada kaldığın bu bir ay zarfında Padişahtan ve saray çevresinden mühim bir şey öğrenemedin mi?”
“Türkler geceli gündüzlü çalışıyorlar.”
“Ne yapıyorlar?”
“Macarlara büyük çapta top döktürüyorlar. Edirne‘ de hummalı bir faaliyet var.”
Konstantin sinirlendi.
“Padişahın fikri ne?” diye bağırdı. Elvira korkak bir sesle,
“Padişahın fikrini açıklamaya lüzum var mı, Haşmetmeab?” dedi.
İmparator şiddetle haykırdı:
“Çabuk söyle! Edirne’ye gönül eğlendirmeye mi gittin yoksa iş görmeye mi?”
Elvira kekeleyerek anlatmaya başladı:
“Padişahın odasında Bizans’ın haritası var. Sultan Mehmed, odasında yalnız kaldığı zaman, bütün vaktini bu haritanın önünde geçiriyor.”
İmparator, yumruklarını sıkarak odanın içinde dolaşıyordu.
“Başka bir şey söylemiyor mu?”
“‘Ah Bizans… Sana ne vakit kavuşacağım?’ dediğini iki defa kulaklarımla işittim.”
“O hâlde dostluk muahedesinin hükmü yok demek. Öyle mi?”
“…”
“Edirne’de Bizanslılarla dost geçinmek isteyen devlet adamları ne diyorlar?”
“Rüstem Bey istisna edilecek olursa, halkla beraber bütün devlet adamlarının daima konuştukları ve düşündükleri Bizans’tan başka bir şey değil. Hatta Bizans’tan ticaret maksadıyla gelen bazı kimseler, ahaliye Bizanslıların Türkleri beklediklerini bile söylemişler. Edirneliler, Türklerin yakında Bizans’ı zaptedecekleri kanaatindedirler.”
“Boğaz’da yapılan yeni kale hakkında Padişahın ne düşündüğünü öğrenebildin mi?”
“Sultan Mehmed‘in bütün ümidi bu kalededir. İnşaatın süratle tamamlanması için, öyle zannediyorum ki benim arkamdan hududa yeni inşaatı teftişe gitmiştir.”
“Zan ile söylüyorsun. Aynen duyduklarını niçin tekrar etmiyorsun?”
Elvira’nın cesareti yoktu. Padişahtan kendi kulağıyla duyduklarını söylerse, Konstantin hiddetinden yerinde oturamayacaktı. Bununla birlikte, Elvira bunu kendisi için bir izzetinefis meselesi addetmişti. İlk şeref ve tesiri kaybetmek, kendini zor duruma düşürmek istemiyordu. Siyaset sahasında oynamaya başladığı rolü sonuna kadar devam ettirecek ve rakibelerinin yüzünü güldürmeyecekti.
Bizans dilberi, Edirne’de bulunduğu müddetçe bütün bunlardan başka, çok daha mühim şeyler de öğrenmişti. Padişahın Bizans hakkındaki emel ve arzusu herkesçe malumdu. Bu konuda fazla söz söylemek, nihayet İmparatoru büsbütün çileden çıkarmaktan başka bir şeye yaramayacaktı.
Elvira,
“Haşmetmeab,” dedi, “çok yorgunum! Biraz istirahat etmeme müsaade buyurunuz!”
Bu esnada sokaktan gürültülü sesler işitildi:
“Kahrolsun İmparator!”
“Kahrolsun saray erkânı!”
“Yaşasın Bizanslılar!”
“Yaşasın hürriyet!”
İmparator pencerenin aralığından baktı.
“Zavallı mahluklar! Bir şeyden haberiniz yok…” Perdeyi kapadı.
Halk, sürü hâlinde sarayın önünden geçerek uzaklaştı. Konstantin bu manzaradan fena hâlde sinirlenmişti.
Elvira’ya hitaben:
“Haydi git! Gece tekrar görüşürüz!” dedi. Elvira, İmparatorun odasından çıkıyordu. Konstantin genç kadının arkasından seslendi.
“Elvira! Sakın kimseye bir şey söyleme. Hatta Agripas’a bile!”
Kocası, Elvira’ya soruyordu:
“Sultan Mehmed‘in Bizans hakkında neler düşündüğünü elbet öğrenmişsindir.”
“Bunu sormaya lüzum var mı?”
“Tabii. Bu bizim için hayat memat meselesidir.”
Elvira, İmparatorun son ihtarını hatırlayarak başka bir mevzuya geçmek istedi.
“Bu akşam benim şerefime bir ziyafet vermelisin Agripas.”
“Niçin?”
“Sevgiline kavuştuğun için memnun değil misin?”
“Bu soruyu çok mânâsız görüyorum. Fakat, ziyafet… İşte bu, bu akşam olmayacak bir şey!”
Elvira hiddetle kocasının kolları arasından fırladı.
“Ben İmparator için hayatımı tehlikeye attım. Bu önemli maceradan sonra, düşmanlarıma karşı kendimi hiçbir zaman şerefsiz ve muvaffakiyetsiz bir kadın mevkisinde bulundurmak istemem.”
Agripas tekrar itiraz etti:
“Israr etme, Elvira!”
“Hayır, dediğim olacak.”
“Bu gece sırası değil.”
“Eğlencenin sırası olur mu?”
“İmparator hiddetli.”
“Bana ne!”
“Onun neşesi yokken…”
“Benim neşem var!”
“İmparator kızarsa?”
“Ben cevap veririm.”
Agripas ağzını kapadı. Karısı devam etti:
“Klio’dan hariç bütün dostlarımızı hemen davet et. Hizmetçiler de içki sofrasını hazırlasınlar.”
Agripas, karısının çok kıskanç bir kadın olduğunu biliyordu.
“Klio’yu çağırmadan ziyafet verilir mi?” dedi.
Elvira kaşlarını çatarak düşündü. Sonra birden, hatırına önemli bir şey gelmiş gibi kocasını omzundan tuttu.
“Kıskançlığımdan çağırmak istemiyorum zannediyorsun, öyle değil mi?”
“Şüphesiz.”
“Bu akşam yalnız Anivas’ı çağıracağız. Gizlice ona söyleyeceğim sözlerin yalnız seni ve beni değil, bütün Bizanslıları alakadar edeceğini göreceksin!”
“O hâlde bana şimdiden anlatmanı istiyorum.”
“Ona söyleyeceğim sözleri şimdiden öğrenirsen, meseleyi İmparatora ihbar edersin!”
“Ben, karımı felakete sürükleyecek kadar sefil ruhlu bir ajan değilim.”
“Israr etme!”
Elvira’nın odasında kadın erkek on beş kişi kadar davetli vardı.
Anivas içki masasının başında, başka bir arkadaşının karısı ile konuşuyordu.
Agripas ayağa kalktı.
“Karımın sıhhati şerefine!” dedi.
Bütün davetliler ayağa kalkarak kadehlerini uzattılar ve güzel kadının şerefine içtiler.
Herkes birbiriyle yavaş yavaş konuşuyordu. Ziyafete İmparatordan gizli olarak katılmışlardı.
Elvira’nın hayranları, bu sevimli ve güzel kadının şerefine kadehlerini sık sık doldurup boşaltmaya başladılar.
Odanın bir köşesinden davetlilerin haletiruhiyelerini incelemekte olan Agripas, karısının bu ziyafeti vermekte gizli bir maksadı olduğunu keşfetmişti.
Elvira, kafalar dumanlanmaya başladığı bir sırada kimse farkında değil zannederek Anivas’la konuşma fırsatını bulmuştu.
“Anivas!”
“Elvira…”
“Niçin bu kadar durgun ve mahzun görünüyorsun?”
“Benim böyle olmamı sen istemedin mi?”
“Ben hayata bu gece yeniden kavuşmuş bir insanım. Bütün dostlarımın neşelenmesini isterim.”
Anivas neşesizliğinin sebebini söylemeye fırsat buldu:
“Dostlarınızın hepsi neşelidir.”
“Ya siz?”
“Beni dostlar sırasında çağırmadınız ki…”
“Niçin? Ne demek istediğini bir türlü anlamıyorum. Ben dostlarımı ayırmadan çağırdım.”
“Yalan söylüyorsun, Elvira!”
“Ben mi?”
“Evet.”
“Yalan söylemeye sebep ne?”
“Ben de bilmiyorum ve akşamdan beri bu muammayı çözemediğim için merakımdan çatlıyorum.”
Anivas, güzel kadının kulağına eğilerek devam etti.
“Elvira, artık sabrım tükendi. Bu mecliste bir kimsenin eksikliğini hissetmiyor musun?”
Elvira kahkahayla cevap verdi:
“Hayır!”
Ve etrafına bakınarak yapay bir merakla inceledi.
“Bütün dostlarım burada, Anivas!”
“Biraz daha dikkat et bakalım.”
“Ediyorum, fakat…”
“Klio’yu bir türlü burada görmek istemiyorsun, değil mi?”
Odanın köşesinden ikinci bir kahkaha daha yükseldi. Fakat bu kahkaha, evvelkinden çok daha mânâlı ve alaycı idi.
Anivas asabi bir gençti.
“Rica ederim benimle alay etme,” dedi. “Başkaları hissederse, bu çirkin hareketine karşılık vermeye mecbur kalacağım.”
Elvira, sarhoş bir kadın edasıyla elindeki şarap kadehini Anivas’ın üzerine fırlattı ve arkasını dönerek misafirlerinin yanına doğru yürüdü.
Agripas, garip olduğu kadar da mânâsız bulduğu bu manzaradan, Klio’nun bir kıskançlık neticesi olarak davet edilmediğine hükmetmişti.
“Acaba Elvira ile Anivas arasında gizli bir ilişki mi vardı?” Agripas, zihnini kurcalayan bu soruyu kendi kendine tekrarlayıp duruyordu. Klio’yu niçin çağırmamışlardı?
Ziyafette kadınsız bir erkek yok gibiydi. Yalnız, saray kâtiplerinden ihtiyar ve bekâr bir adam vardı.
İhtiyar zaten göze çarpan bir şahsiyet değildi. Karısı çoktan ölmüştü. Elli beşlik saray kâtibine herkesin hürmeti vardı. Bilhassa Agripas’ın…
Saray kâtibi, Elvira ile Agripas’a İmparatorun en gizli haberleşmelerini bile haber verirdi. Onun dışında, Anivas’tan başka ziyafette göze çarpan kadınsız erkek yoktu. Kâtip, Anivas’ın yanına gidip,
“Seninki nerede?” dedi.
Genç asker, Elvira’nın yüzüne bakarak:
“Rahatsız olduğu için gelemedi,” diye cevap verdi. Davetlilerden bazıları,
“Öyleyse Klio’nun sıhhatine de içelim,” dediler ve şarap kadehlerini doldurdular.
Fakat tam bu sırada çok çirkin görünen bir hadise oldu. Elvira, Klio’nun şerefine şarap içilmesini teklif eden misafirlerinin kadehlerine çarparak hepsini yere devirdi ve çılgınca bağırdı:
“Hayır! Sizi men ederim! Onun şerefine, benim odamda bir yudum su bile içemezsiniz!”
Halbuki Klio bir kıskançlık yüzünden Teofilos tarafından zindana atılmıştı. Ve bu esnada Klio’nun yattığı zindan, sebepsiz ve esrarengiz hadiselere sahne oluyordu.
Klio, Anivas’ın idam edildiğini zannettiği günden beri zindanda hasta ve şuursuz bir insan gibi ne yaptığını, ne söylediğini bilmeyerek yaşıyordu.
Bir sabah gözlerini açtığı zaman, kendisini tehdit eden siyah hançerli meçhul bir elin göğsüne doğru uzandığını gördü. Bağırmak istedi.
“Kimsin? Benden ne istiyorsun?”
Klio’nun bu sorusu cevapsız kaldı. Meçhul el, Bizans dilberinin sol memesi üzerine uzanmıştı. Klio korkudan bağıramadı. Ve siyah saplı hançer, sol memesi üzerine saplandı.
Klio, tıpkı birinci tehditte olduğu gibi, bu defa da yalnız korkudan değil, can acısından da bayılmıştı.
Zindan kapısında duran nöbetçi, ekmek vermek üzere içeriye girdiğinde Klio’nun kanlar içinde yerde yattığını gördü.
Bizans dilberini beş on gün evvel aynı el bir daha tehdit etmişti. Acaba bu meçhul el kimindi?
Zindan nöbetçisi yalnız Teofilos’tan aldığı emir üzerine hareket ediyor, Klio’yla kimsenin görüşmesine meydan vermiyordu.
Nöbetçi, zindan kapısını kendi eliyle açmıştı. Klio’ nun yerde kanlar içinde yattığını hayretle görünce, zindanı boş ve yalnız bırakmamak için, boynunda asılı olan imdat borusunu çalmaya başladı.
Silahşorlar sarayın zemin katına koştular.
Teofilos, saraydan Hipodrom’a doğru gitmek üzereydi. İmdat borusu, Teofilos’u yolundan çevirdi.
Hassa askerleri ona, Bizans dilberinin meçhul bir kimse tarafından yaralanmış olduğunu haber verdiler.
Teofilos zindana koştu. Klio’nun göğsü kanlı, gözleri kapalıydı. Nöbetçi, korkusundan titriyordu. Kumandanı sormadan anlatmaya başlamıştı:
“Kapının önünden bir dakika bile ayrılmadım, Efendim! Şimdi getirdikleri ekmeği vermek için kilidi açtım, içeriye girdiğim zaman Klio’yu bu hâlde gördüm.”
Teofilos, sevgilisini bu hâlde görünce hiddet ve kederinden ne yapacağını şaşırdı.
“Çabuk, hekim getiriniz. Hadiseyi kimse duymasın. Haydi, hepiniz dışarıya çıkınız!”
Hassa askerleri odadan çıktılar. Eski nöbetçi, silahını çatarak zindan kapısının önüne dikildi.
Teofilos, Bizans dilberinin yarasını muayene etti. Klio’nun yarası çok hafifti. Siyah saplı hançer genç kadının kalbi üzerine saplanmışsa da, yaranın vaziyetinden hançerin öldürmek kastıyla vurulmadığı anlaşılıyordu!
Teofilos hayretinden çıldıracaktı.
“Klio! Klio!” diye bağırdı. Klio gözlerini açtı. Bizans dilberinin çenesi tutulmuştu. Karşısında Teofilos’u görünce, kendisini onun vurduğunu zannedip buhran ve korku içinde çırpınarak başını yere bıraktı.
Klio kendinde değildi.
Teofilos, her cinayeti işlemiş, sevgilisini elde etmek için akla hayale gelen her fenalığı yapmıştı. Fakat Klio’ yu vuran o değildi.
Sarayda zindandan daha emin bir yer yoktu. Kapısında koskoca bir kilit asılıyken ve önünde en sadık adamlarından biri nöbet beklerken, bu zindanda Klio’ yu kim ve nasıl vurabilirdi?
“Klio! Klio!” dedi. “Kendine gel! Seni vuran adamın şeklini, ismini bana söyle. Onun cezasını şimdi, senin gözlerinin önünde vereyim. Aç gözlerini!”
Klio’nun dudakları bile kıpırdamadı. Başı Teofilos’ un kucağında, göğsü bir körük gibi yükselip alçalarak yatıyordu.
Kumandanın gözleri sulanmıştı.
Zindanın kapısı şiddetle açıldı. Teofilos hekim bekliyordu. Kapıdan Lukas Notaras’ın başı göründü.
“Müthiş bir imdat borusu sarayı telaşa verdi. Ne oldunuz?”
Teofilos şaşırdı.
Lukas’la bu vaziyette karşılaşmak kendisi için hiç de iyi bir sonuç vermeyecekti.
“Ben de efendimiz gibi boru sesine koştum. Böyle kapalı bir yerde Klio’yu kimin vurduğunu anlamak mümkün olamadı!”
Lukas mânâlı bir bakışla zindanın içini inceledikten sonra bir adım daha ilerledi.
“Klio’yu âdeta bir âşık gibi kucaklamışsınız!”
Teofilos mahcubiyetinden kıpkırmızı oldu. Lukas,
“Kapısı kilitli bir odanın içinde bu cinayetin işlenmesi hayret verici değil midir?” dedi.
Teofilos, sevgilisinin başını kucağından kaldıramıyordu.
“Ben de hayret ve merak içindeyim,” dedi. “Bu cinayeti gerçekleştiren meçhul eli muhakkak yakalayacağım.”
Lukas Notaras, Persefoni’nin söylediklerinde isabet olduğunu görmüştü. Sarayda azim ve irade sahibi metin bir kumandan olarak tanınan Teofilos, Klio’nun karşısında irade ve metanetini kaybetmiş bir âşık gibi tir tir titriyordu.
Böyle bir hançer, bundan evvel İmparatorun yatağına da konulmuştu.
Lukas, İmparatorun yatağında bulunan siyah saplı hançeri de o meçhul şahsın koyduğuna kanaat getirdi.
Teofilos’un o dakikadaki zaafından istifade etmekle bütün bu hadiselerin esrar perdesini kaldıracağından emin olan Lukas,
“Bu günlerde sarayın içinde çok esrarengiz şeyler oluyor. Bunlarla uzaktan olsun alakadar olmuyor musunuz?” dedi ve koynundan sözü geçen hançeri çıkardı.
“İşte bu da İmparatorun yatağına meçhul bir el tarafından bırakılmış.”
Teofilos, şaşkın ve bitkin bir hâlde hançeri inceleyerek,
“Bu hançer bana çok yabancı değil,” diye mırıldandı.
Lukas başını salladı ve muhatabının gözünün içine bakarak konuştu:
“Öyle zannediyorum ki, hançeri İmparatorun yatak odasına bırakan o meçhul el, bu saldırıyı da gerçekleştirmiştir. Siz de benim gibi düşünmüyor musunuz?”
Bu esnada hekim gelmişti. Lukas müsaade etti. Klio’ nun yarası sarıldı. Teofilos hekimden sordu:
“Yarası tehlikeli mi?”
“Hayır.”
“Niçin ayılmıyor?”
“Can acısından… Şimdi kendine gelir.”
Hekim, genç kadının burnuna ufak bir şişe uzattı. Klio aksırarak, korkulu bir rüya görmüş gibi birden gözlerini açtı. Kendisini Teofilos’un kolları arasında görünce silkinerek bağırdı:
“Tanrım! Yine mi bu hain adamı karşıma çıkardın?” Lukas’ın işaretiyle hekim dışarıya çıktı. Teofilos,
“Felaketzedelerin imdadına koşan insanlar daima aynı vaziyete düşerler,” diyerek yapay bir tebessümle Klio’yu yere yatırdı.
Lukas daha ciddi bir tavırla Teofilos’a hitap etti:
“Sizi çok üzgün görüyorum!”
“Esrarengiz bir surette yaralanan şu zavallının hâline acımamak mümkün mü, Efendimiz?”
“Vazifenin her şeyden kutsal olduğunu nasıl unuttunuz?”
Klio, cesaret ve muhakemesini toplayarak, sağ elini Lukas’a uzattı:
“Efendimiz,” dedi, “O elinizdeki hançeri size kim verdi?”
“Onu meçhul bir el, İmparatorun yatak odasına bırakmış. Niçin sordun?”
“Geçen gün aynı hançer, burada bana meçhul bir el tarafından uzandı da… Elinizde görünce tanıdım. Onun için soruyorum!”
Lukas esaslı bir emare yakalamış gibi güldü.
“Demek ki sen bu hançeri tanıyorsun, ha?”
“Evet, tanıyorum, Efendimiz.”
Teofilos susuyordu. Klio sözüne devam etti:
“Bu hançer on beş, yirmi günden beri Elvira’nın yanında bulunuyor.”
“Elvira’nın mı?”
“Hayret etmeyiniz! Ona da, kendisi Edirne’de iken Türkler hediye etmişlerdi.”
Lukas hançerin sapındaki işaretleri göstererek,
“Fakat, bu resim ve yazılar Hintlilere aittir,” dedi.
Klio’nun bu hançer hakkında kâfi derecede bilgisi vardı. Rüstem Bey’le Türk sarayında görüşülürken, Elvira’ya Padişah tarafından verilen bu hançer hakkında da uzun boylu münakaşalar olmuştu. Hatta bu çok kıymetli ve zehirli hançerin Bizanslılara verilmesine Rüstem Bey’in canı sıkılmıştı.
Klio, Lukas’a bu açıklamayı yaptıktan sonra,
“Bu sihirli hançeri Hint mihracelerinden biri Sultan Mehmed‘e hediye olarak göndermiş… Bu hançerle vurulan bir insanın vücudu yavaşça zehirlenir ve ancak üç, dört ay sonra ölürmüş,” diyerek ağlamaya başladı.
“Hayatım, geleceğim, bütün emellerim artık mahvoldu. Keşke Anivas yerine beni öldürselerdi…”
Lukas, genç kızın elini okşayarak sordu:
“Anivas’ın öldüğünden emin misin, Klio?”
“Onu gözlerimin önünde, şuradaki bahçede idam ettiler!”
Ve Teofilos’a hitaben,
“Öyle değil mi?” dedi, Klio.
Teofilos’un gözleri döndü. Avının üzerine atılmak isteyen aç kurt gibi dişlerini göstererek soğuk soğuk güldü.
“Efendimiz! Vazifem icabı kendisine bu şekilde anlatmaya mecbur olmuştum.”
Lukas, konuşma ilerledikçe hayretten hayrete düşüyor ve meselenin gittikçe derinleştiğini görüyordu.
“Bu gibi tedbirlere neden lüzum gördünüz?” diye sordu.
Teofilos,
“İmparator hazretlerine sadakatle hizmet eden bir kumandanın izzetinefsine hürmet ediniz, Efendimiz!” dedi ve birden ayağa kalktı.
Klio, Anivas’ın kurşuna dizilmediğini anlayınca büyük bir sevinçle yattığı yerden doğruldu.
“Hayvaniyetinden başka bir şey düşünmeyen bu canavarın yanında cariyenizi daha fazla söyletmeyiniz, Efendimiz! Sizden çok rica ederim, benim hayatımı emniyet ve muhafaza altında bulundurunuz! Çünkü ben İmparatora ve Bizans’a lazım olacağım.”
Teofilos’un bakışlarından sezilen mânâ çok açıktı. Şehvetini tatmin edemeyen Teofilos, genç kızdan intikam almaya karar vermişti.
Klio yalvarıyordu:
“Tanrı aşkına beni buradan kurtarınız! Hayatım iki şekilde de tehlikededir. Teofilos bana sahip olmak için beni muhakkak öldürecektir. Mutlaka ölmem lazımsa, bu zehirli hançerin açtığı yara, beni her hâlde üç ay zarfında adem diyarına götürecektir. Hiç olmazsa kendi kendime, yumuşak bir yatak içinde öleyim.”