bannerbanner
Cehennem
Cehennem

Полная версия

Cehennem

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Kadın, kapıyı itip, varlığıyla daha sıkı kapatmak istercesine sırtını dayıyor ona. Başını yavaşça adama doğru çeviriyor, bir anlığına, karşısındakinin o olmayabileceği endişesiyle donup kaldığını hissediyorum. Birbirlerine bakıyorlar. Tutkulu ve bastırılmış bir çığlık, sessizce gidip geliyor aralarında. Sanki ortak yaraları yeniden açılıyor.

– Sen!

– Sen!

Kadının gücü tükenmiş gibi. Bir fırtına tarafından sürükleniyormuşçasına adamın göğsüne doğru atılıyor.

Neredeyse baygın halde kendini onun kollarına bırakıyor. Adamın solgun büyük ellerinin kadını sırtından kavradığını görüyorum. Bir çeşit umutsuz titreyiş ele geçiriyor ikisini. Sanki odanın içinde tutsak kalmış devasa bir melek, çırpınıyor, kaçmak için boş yere mücadele veriyor. Oda, akşamla dolu olmasına rağmen, bu çift için fazla küçük gibi geliyor bana.

– Kimse görmedi bizi!

Önceki gün, iki çocuk da aynı cümleyi sarf etmişti.

Adam, “Gel” diyor kadına. Pencerenin yanındaki divana götürüyor onu. Kırmızı kadifenin üzerine oturuyorlar. Kolları birbirine dolanıyor. Orada, düşüncelere dalmış, öylece kalıyorlar. Dünyanın bütün gölgeleri etraflarında toplanıyor sanki. Orada yeniden can buluyor, varlıklarında geceyi ve yalnızlığı keşfederek, yeniden var olmaya başlıyorlar.

Ne başlangıç ama! Benim adıma ne şanssızlık!


Kadın eşikte belirip de gözle görülür şekilde adama doğru sürüklendiğinde, aklımdan günaha girecekleri düşüncesi geçmiş, büyük bir mutluluğa tanık olacağımı sanmıştım. Bütünlüğü içinde, sadece güzel değil, aynı zamanda yabanıl ve hayvansı olan, doğa kadar gerçek bir mutluluğa. Aksine, bu buluşma, daha çok, yürek parçalayan bir vedaya benziyor.

– Demek hep korkacağız? …

Şimdi biraz sakinleşmiş görünen kadın, endişeyle, sanki gerçekten bir cevap alabilecekmiş gibi adama bakarak söyledi bunu.

Ürperiyor, karanlığın içinde büzülüyor. Parmakları, bir heykel gibi dimdik ve kaskatı oturan adamın parmaklarını sıkıyor sinirle. Boğazı, dalgalı bir deniz gibi, bir yükselip bir iniyor. Birbirlerine değerek orada öylece duruyorlar; ama geçmek bilmeyen bir korku, birbirlerine dokunmalarına engel oluyor.

– Hep korkacağız… Hep… Sokaktan uzakta, güneşten uzakta, her şeyden uzakta, korkacağız… Oysa ben, ışıklı ve güneşli bir alınyazısı isterdim! diyor kadın göğe bakarak. Kelimeleri kanatlanırken, göğün maviliği yüzüne vuruyor.

Korkuyorlar. Korku onları biçimlendiriyor, derinliklerinde dolanıyor. Gözleri, ruhları, kalpleri korkuyor. Her şeyden çok da, aşkları korkuyor.

…Adamın yüzünden kederli bir gülümseme geçiyor. Sevgilisine bakıp mırıldanıyor:

– Onu düşünüyorsun…

Dirsekleri dizlerinde, elleri yanaklarında, yüzü hafiften öne uzanmış halde oturuyor kadın, cevap vermiyor.

Tutku dolu. Küçük bir çocuk gibi iki büklüm olmuş, uzaklara bakıyor ve evet, diğer adamı düşünüyor.

Gördüğü hayal karşısında omuzları çöküyor, bakışlarıyla yalvarıyor sanki ona. Bu hayalin kutsal yansıması, kadının bedenini adeta aydınlatıyor. Diğer adamı düşünüyorum. Orada olmayan ve aldatılan. Küçük düşürülen, yaralı, hükmedici. O an bulundukları oda hariç her yerde olan, dışardaki sonsuz boşluğu kaplayan, ismi boyunlarını eğmelerine neden olan, onları bir avcı gibi takip eden diğer adamı.

Gece, sanki utancın ve korkunun kaynağı karanlığıymış gibi, birbirlerine sarılmak için öbür dünyanın ikamet ettiği bir mezara girercesine bu odaya gizlenen adamla kadının üzerine iniyor.



Adam:

– Seni seviyorum! diyor kadına.

Gayet anlaşılır biçimde duyuyorum. Seni seviyorum! Şimdiden neredeyse birbirine karışmış bu iki insanın dudaklarından dökülen derin anlamlı bu cümleyi duyduğumda, tüm benliğimle titriyorum. Seni seviyorum! Karşısındakine hem bedenini, hem kalbini sunan iki kelime. Yaratılanın ve yaratılışın büyük çığlığı. Seni seviyorum! Şu an aşkın yüzüne bakıyorum.

Adam, kadına yaklaşırken, acele ve tutarsız sözcükler sıralıyor art arda. İçtenlik, bu sözcüklerin içinde yok olup gidiyor gibi geliyor bana. Adam, sanki gerekli cümleleri bir an önce sıralayıp, sevişme faslına geçmek istiyor gibi:

– Görüyorsun ki, birbirimiz için yaratılmışız… Ruhlarımız arasında, bir yakınlık var. Hiçbir şey karşılaşmamıza ve birbirimize ait olmamıza engel olamazdı. Tıpkı dudaklarımızın birbirlerine yaklaştıkları anda birleşmelerine hiçbir şeyin mani olamayacağı gibi. Ahlak kurallarının, sosyal ayrımların bizim için önemi yok… Aşkımızın hamurunda sonsuzluk ve sınırsızlık var.

Adamın sesiyle rahatlayan kadın “Evet” diyor.

Ama ben, onları can kulağıyla dinlediğimden, adamın yalan söylediğini ya da kelimelerin arasında başıboş dolaştığını hemen anlıyorum… Aşk hayran olunası bir şeye dönüşüyor. Adam kutsal şeylere saygısızlık ediyor, dilinin ucundaki göstermelik bir günlük duayla onurlandırdığı sonsuzluk ve sınırsızlıktan, boşuna medet umuyordu.

Sıradan sözlere boş veriyorlar… Kadın, biraz düşündükten sonra, başını sallıyor. Bu defa, özür ve şükür ifade eden sözcükleri dile getirme sırası onda. Hatta daha da ileri gidip gerçeği söylüyor:

– Çok mutsuzdum…



“Ne uzun zaman oldu!…” diye başlıyor kadın.

Bu hikâyeyi, günah çıkarır gibi, alçak sesle ve alelacele tekrarlamak, onun sanat eseri, şiiri ve duası… İnsan, onun, bu noktaya tamamen doğal bir şekilde vardığını anlıyor. Belli ki, ne vakit yalnız kalsalar, tepeden tırnağa bununla doluyor.

…Giysileri gösterişsiz. İçeri girdiğinde, siyah eldivenlerini, ceketini ve şapkasını çıkarmıştı. Koyu renk bir etek, kırmızı bir bluz var üzerinde. Boynunda ince bir altın zincir parlıyor.

Otuz yaşlarında. İpeksi düz saçları muntazam çehresini çevreliyor. Sanki onu önceden tanıyormuşum gibi geliyor bana, tanıyor da kim olduğunu çıkaramıyormuşum gibi.

Yüksek sesle kendinden bahsetmeye, hayli zor geçmiş olan hayatını anlatmaya koyuluyor.

– Ne hayattı ama sürdüğüm! Ne tekdüze, ne boş! Küçük şehir, ev, oraya buraya yerleştirilmiş ve yerleri, mezar taşları gibi, asla değişmeyen mobilyalarıyla salon… Bir gün, orta sehpasını farklı şekilde yerleştirmeyi denedim. Yapamadım.

Yüzü solup, daha ışıklı hale geliyor.

Adam onu dinliyor. İnce yüzünde, bir an, sabırlı, teslimiyet dolu bir gülümseme beliriyor. Ama hemen ardından, biraz acı veren bir yorgunluğa bırakıveriyor yerini. Her ne kadar, kadınların hayran olduğuna emin olduğum kocaman gözleri, aşağıya sarkan bıyıkları, dokunaklı ve mesafeli duruşuyla biraz kafa karıştırsa da, evet, gerçekten yakışıklı bir adam. Hani şu kibar, çok düşünen ve kötülük yapan insanlara benziyor. Her şeyin üstünde görünüyor ve her şeyi yapma gücüne sahip sanki… Kadının anlattıklarını can kulağıyla dinlemese de, ona duyduğu arzuyla, heyecan içinde bekliyor gibi görünüyor.

…Ve aniden gözlerimin önündeki perde kalkıyor, gerçek önüme seriliyor: bu iki insanın arasında çok büyük bir fark var. Sonsuz bir uyumsuzluk gibi, derinliği yüzünden göze büyük görünen, yüreğimi yaralayacak kadar dokunaklı bir fark bu.

Adamı harekete geçiren tek şey, kadına duyduğu arzu, kadını harekete geçirense, sıradan hayatından kurtulma ihtiyacı. İstekleri aynı değil. Beraber gibi görünseler de, değiller gerçekte.

Aynı dili konuşmuyorlar, aynı şeyleri söylediklerinde bile, birbirlerini neredeyse hiç anlamıyorlar. Onları gördüğüm ilk andan beri, birbirlerini hiç tanımamış olsalar, beraberlikleri bundan daha sağlam olurdu diye düşünüyorum.

Ama adam, gerçekte aklından geçeni söylemiyor. Bunu sesinden, tonlamasındaki sevimlilikten, seçtiği melodik kelimelerden anlamak mümkün. Kadını etkilemek istiyor ve yalan söylüyor. Adam açıkça kadından daha üstün, ama kadın, bir çeşit dâhice dürüstlükle hükmediyor ona. Adam kelimelerinin efendisi, kadınsa kelimeleriyle tüm benliğini sunuyor ona.

…Kadın, önceki hayatını anlatıyor.

– Yatak odasının ve yemek odasının pencerelerinden meydanı görüyordum. Ortada, ayaklarının dibinde gölgesiyle, bir çeşme vardı. Oturup, saat kadranına benzeyen bu küçük, beyaz ve yuvarlak meydanda, günün akşama dönmesini seyrediyordum.

“…Postacı, hiç düşünmeden, gün boyu defalarca gelip geçiyordu meydandan. Cephaneliğin kapısında, bir asker hiçbir şey yapmadan duruyordu… Ve öğle vakti bir matem çanı gibi gelip çattığında, ortalıkta kimse kalmıyordu. Özellikle de öğle vakti çalan matem çanlarını anımsıyorum. Gün ortası, sıkıntının kusursuzluğu.

“Hayatımda hiçbir şey olmuyordu, hiçbir şey de olmayacaktı. Benim için hiçbir şey yoktu. Artık benim için gelecek yoktu. Eğer günlerim böyle devam edecekse, beni ölümden uzak tutacak tek bir şey yoktu. Hiçbir şey! Evet! Hiçbir şey!… Sıkılmak, ölmek demek. Benim hayatım çoktan ölmüştü ama yine de onu yaşamam gerekiyordu. Bir intihardı bu. Başkaları bir silah ya da zehirle öldürür kendini, ben dakikalar ve saatlerle intihar ediyordum.”

– Aşkım! diyor adam.

– Günün sabah doğduğunu, akşam yok olduğunu gördükçe, ölmekten korktum ve bu korku, benim ilk tutkum oldu… Yaptığım bir ziyaret sırasında ya da gece yarısında ya da alışveriş sonrası, manastırın duvarı boyunca yürüyerek evime dönerken, sık sık, bu tutkunun neden olduğu umutla titredim!…

“Ama kim çekip çıkaracaktı beni oradan? Benim bile kendimi ancak zaman zaman fark ettiğim bu görünmez gemi batığından kim kurtaracaktı beni? Etrafımda, kıskançlıktan, kötülükten ve duyarsızlıktan oluşan bir çeşit tezgâh dönüyordu… Gördüğüm ve duyduğum her şey, beni doğru yola geri çevirmeye çalışıyordu, üzerinde yürüdüğüm o sefil doğru yola.

“…Madam Martet’i biliyorsun, biraz yakınlık duyduğum tek arkadaşımdı o. Benden sadece iki yaş büyüktü. İnsanın sahip olduklarından dolayı memnuniyet duyması gerektiğini söylerdi bana. Ben de cevap verirdim: ‘Eğer sahip olduklarımızdan dolayı memnuniyet duymamız gerekiyorsa, bu her şeyin sona ulaştığı anlamına gelir. Ölüme yapacak bir şey kalmamış demektir. Bu lafın hayata son noktayı koyduğunu görmüyor musunuz?… Bu söylediğinize gerçekten inanıyor musunuz?’ Evet, diye yanıt verirdi. Ah, korkunç kadın!

“Ama korku duymak yeterli değildi, bu sıkıntıdan nefret etmem gerekiyordu. İnsan nefrete nasıl sahip olur? Bilmiyorum.

“Kendimi tanıyamıyordum; ben, ben değildim sanki. Başka bir şeye öylesine ihtiyacım vardı ki. Adımın ne olduğunu bile bilmiyordum artık.

“Bir gün, kocamın, bana hiçbir şey yapmamış olan zavallı kocamın öldüğü harika bir rüya gördüm (yine de kötü bir insan değilim). Artık özgürdüm, dünyalar kadar özgür!

“Bu böyle devam edemezdi. Monotonluktan, boşluktan, alışkanlıktan sonsuza kadar böyle nefret edemezdim. Ah, alışkanlık, bütün kasvetli şeyler içinde, en karanlığı. Öyle ki, onunla karşılaştırdığında gece bile gündüz sayılır…

“Ya din? İnsan günlerinin boşluğunu dinle değil, kendi hayatıyla doldurur. İnançlarla değil, düşüncelerle, kendimle, mücadele etmem gerekiyordu.

“O vakit çareyi buldum!”

Boğuk sesle, neredeyse bağırarak konuşuyor:

– Kötülük, kötülük! Sıkıntıya karşı suç, alışkanlığı kırmak için ihanet. Yeni biri olmak için, başka biri olmak için, hayattan onun benden ettiğinden daha çok nefret etmek için, ölmemek için, kötülük yapmak!

“Sonra sana rastladım. Şiirler ve kitaplar yazıyordun. Başkalarından farklıydın, insana güzelliği çağrıştıran titrek bir sesin vardı ve en önemlisi, oradaydın, hayatımda, karşımda. Tek yapmam gereken, kollarımı uzatmaktı. Ben de tüm kalbimle sevdim seni, eğer buna sevmek denilebilirse benim zavallı küçüğüm!”

Şimdi alçak sesle ve hızlı hızlı konuşuyor. Hem bir eziklik var sözlerinde, hem coşku. Bir yandan da, sanki bir oyuncakmış gibi adamın eliyle oynuyor.

– Ve doğal olarak, sen de beni sevdin… Ve bir akşam, ilk kez, bir otel odasına sızdığımızda, sanki kapı kendiliğinden açılıverdi gibi geldi bana. Başkaldırdığım ve kaderimin ağlarını tıpkı elbiselerim gibi parçalayıp attığım için, kendime teşekkür ettim.

“Ve o zamandan beri, söylemekten dolayı acı çektiğimiz ama düşününce bir şekilde nefret etmemeyi başardığımız yalanlar, her dakikamıza keyif katan riskler, tehlikeler, hayatı çeşitlendiren karışıklıklar; bu odalar, bu saklanma yerleri, sahip olduğum güneşin kanatlanıp gitmesine neden olan bu karanlık hücreler!

“Ah!” diyor kadın. Sanki arzusu gerçekleştiğinden beri, artık onu bekleyen hiçbir güzellik kalmamış gibi hayatta.



Kadın bir müddet düşündükten sonra devam ediyor:

– İşte biz buyuz… Evet, ilk başta, şiirlerin yüzünden, ben de bunun bir yıldırım aşkı, doğaüstü ve ölümcül bir çekim olduğuna inandım belki. Ama gerçekte, (şimdiki aklımla görüyorum) yumruklarım sıkılı, gözlerim kapalı geldim ben sana.

Ardından ekliyor:

– Aşk konusunda çok yalan söylenir. Oysa hiçbir zaman anlatıldığı gibi değildir aşk.

“Belki erkeklerle kadınlar arasında müthiş bir çekim vardır. İki insan arasında böyle bir aşkın var olamayacağını söylemiyorum. Ama söz konusu o iki insan biz değiliz. Asla kendimizden başkasını düşünmedik. Elbette sana âşık olduğumu biliyorum. Sen de aynı hisleri paylaşıyorsun. Zevk almadığıma göre, demek ki benim için var olmayan bir çekim, senin için var. Görüyorsun, bir değiş tokuş yapıyoruz, sen bana bir rüya veriyorsun, karşılığında ben sana zevk veriyorum. Ama tüm bunlar aşk değil.”

Yarı kuşkulu, yarı itiraz eder halde omuz silkiyor adam. Konuşmak istemiyor. Yine de zayıf bir sesle mırıldanıyor:

– Bu hep böyledir, aşkların en safında bile, insan kendinden uzaklaşamaz.

– Yok! diye itiraz ediyor kadın, beni şaşırtan coşkulu bir omuz silkişle. Bu kesinlikle aynı şey değil. Bunu söyleme, söyleme bunu!

Sesinde belli belirsiz bir keder var gibi geliyor bana, gözlerinde yeni bir hayalin hayali beliriyor.

Başını eğerek yok ediyor bu hayali.

– Nasıl mutlu oldum! Kendimi gençleşmiş, yenilenmiş hissediyordum. Yeniden tertemiz bir genç kız olmuştum sanki. Hatırlıyorum da, elbisemin dışında kalan ayağımın ucunu göstermeye bile cesaretim yoktu. Yüzümden, ellerimden, hatta adımdan utanıyordum…



Onun bıraktığı yerden adam devam ediyor itirafa. Birlikteliklerinin ilk zamanlarından bahsediyor. Kadını sözcükleriyle okşamak, onu yavaş yavaş cümlelerin içine çekmek, anıların büyüsüyle sarmak istiyor.

– İlk kez yalnız kaldığımızda…

Kadın ona bakıyor.

– Bir akşam vakti, sokaktaydık, diyor adam. Kolunu tuttum. Daha da fazla yaslandın bana. Yavaş yavaş bedeninin tüm ağırlığını hissediyordum, teninin kokusunu çekiyordum içime. İnsan kaynıyordu etrafımız, ama bizim yalnızlığımız uzayıp gidiyor gibiydi. Bizi çevreleyen her şey, sonsuz bir ıssızlığa dönüşüyordu… İkimiz birlikte denizin üzerinde yürüyormuşuz gibi geliyordu bana.

– Ah, dedi kadın, ne kadar da iyiydin! O ilk akşamki halini, bir daha hiç görmedim, en harika anlarımızda bile…

– Birçok farklı şeyden konuşuyorduk, ben seni kendime çekip, bir çiçek demeti gibi sımsıkı sararken, tanıdığımız insanlar hakkında bir şeyler anlatıyordun bana, gündüzün güneşinden, akşamın serinliğinden bahsediyordun. Ama aslında, bana ait olduğunu söylüyordun… Konuşmalarının içinde itiraf sözcükleri gizliydi, hissediyordum, açıkça dile getirmesen de, ipuçlarını veriyordun.

“Başlangıçta her şey nasıl da harikadır! Başlangıçların içinde asla bayağılık yoktur…”

“Bir keresinde parkta buluşmuştuk ve ben akşama doğru, kenar mahallelerden dolaşarak geri getiriyordum seni. Yol öyle tenha ve sessizdi ki, ayak seslerimizle doğayı rahatsız ediyorduk sanki. Duyguların yükü altında uyuşmuş gibiydik, adımlarımız ağırlaşmıştı. Eğilip öptüm seni.”

– Tam buradan, diyor kadın.

Parmağıyla boynuna dokunuyor. Bu hareket, boynunu yaramaz bir günışığı gibi aydınlatıyor.

– Öpücüklerim yavaş yavaş daha da ateşli hale geldi. Ağzının etrafında dolaşıp durdular. Dudağım dudağına ilkinde yanlışlıkla değdi, ikincisinde yanlışlıkla değmiş gibi yaparak… Yavaş yavaş dudaklarımın altında…

Sesini alçaltıyor:

– Dudaklarının aralandığını hissettim…

Kadın başını eğiyor, gül goncasına benzeyen dudaklarını görüyorum.

– Özgürlüğümü elimden alan o takip edilme hissinin ortasında, tüm bunlar öylesine güzeldi ki! diye iç geçiriyor kadın.

Duyduğu endişe hiç terk etmiyor onu. Bilinçli ya da değil, anıların yarattığı coşkuya nasıl da ihtiyacı var! Heyecan verici olayları, atlattıkları tehlikeleri anımsamak, hareketlerini canlandırıyor, aşkını yeniliyor sanki. Her şeyi kendine yeniden anlatmasının nedeni de bu.

Ve adam, o tatlı deliliğe doğru itiyor onu. Aralarındaki o ilk coşku yeniden doğuyor sanki. Şimdi dile getirdikleri sözcüklerle, en heyecan verici anılarını, sıradan şeylere dönüşmeden önce hatırlamaya çalışıyorlar.

– Benim olduğun günün ertesi akşamı, seni, kendi evindeki bir davette görmek acı verdi bana. Ulaşılmazdın. Etrafın insanlarla çevriliydi. Herkese dostça davranan, kusursuz bir ev sahibesiydin. Hafif çekingen, herkesle sıradan sohbetler kuruyor, yüzünün güzelliğini kimseden (herkesle beraber benden de) esirgemiyordun.

“Şu parlak yeşil renkli elbiseyi giymiştin, insanlar bununla ilgili espriler yapıyorlardı sana… Sen yanımdan geçerken ve ben seni gözlerimle bile takip etmeye cesaret edemezken, önceki gün nasıl delirdiğimizi hatırlıyordum. ‘Çıplak bacaklarını devasa bir kolye gibi boynuma dolamıştı, esnek ve diri bedeni kollarımın arasındaydı, her yerini okşadım’ diyordum kendime. Büyük bir zaferdi bu, ama madem ki o an seni arzuluyor ve sana sahip olamıyordum, tam bir zafer değildi. Ten teması yaşanmıştı, belki tekrar yaşanacaktı da. Ama hazinene sahip olduğum halde, o an ondan yoksundum. Sana bir daha sahip olabileceğimi kim söyleyebilirdi ki!”

– Hayır, diye iç çekiyor kadın, (anılarından, düşüncelerinden, ruhundan doğan bir güzellik, dalga dalga büyüyor sanki içinde) aşk hiç de anlattıkları gibi değil! Benim de içimde fırtınalar kopuyordu. Ufacık bir mutluluk işaretini bile nasıl da saklamam gerekiyordu, çarçabuk yüreğime hapsediyordum duygularımı! İlk zamanlar, rüyamda adını sayıklarım korkusuyla, uyumaya cesaret edemiyordum. Uykunun o tatlı rehavetiyle savaşarak, sık sık dirseklerimin üzerinde dikiliyor, yatağın içinde, gözlerimi kocaman açarak, kahramanca kalbimin nöbetini tutuyordum.

“Fark edilmekten korkuyordum. İçinde yıkandığım o safiyetin görülmesinden korkuyordum. Evet, safiyet. İnsan hayatının ortasında hayattan uyanıp, bir başka gün ışığı görür ve her şeyi yeniden yaratırsa, ben buna safiyet derim.”



– Paris’te kiralık arabayla kaybolduğumuz o günü hatırlıyor musun? Kocan uzaktan bizi görür gibi olmuş, aceleyle bir başka arabaya atlayıp peşimize takılmıştı hani?

Heyecanla irkiliyor kadın, mutlulukla ışıldıyor gözleri.

– Evet, diye mırıldanıyor, harika bir gündü!

Adamın titreyen sesi kalbinin vuruşlarına karışıyor adeta ve kalbi şöyle diyor:

– Dizlerinin üzerinde, arabanın arka camından bakıyor, ellerim bedenini okşarken bağırıyordun: ‘Yaklaşıyor! Geride kaldı! Yakalayacak bizi… Görmüyorum onu… Kayboldu… Ah!”

Aynı anda uzanıyorlar ve tek bir hareketle birleşiyor dudakları.

İç çeker gibi çıkıyor kadının sesi:

– Doruğa ulaştığım tek andı o.

– Her zaman korkacağız! diyor adam.

Konuşmak birbirlerine yaklaştırıyor onları. Bedenlerinin fısıldadığı kelimeler, öpücüklere dönüşüyor. Adam kadına susamış gibi, kendine çekiyor onu, dudakları usanmadan ismini tekrarlıyor. Elleri kıpırtısız, tüm yaşamları dudaklarında toplanıyor sanki. Hamurunda günah olan bu arzu, her şeyi siliyor.

Evet, birbirlerini sevmek için geçmişlerini diriltmeleri gerekti. Aşklarının alışkanlık içinde yok olup gitmesini engellemek için, durmadan, bir yapbozun parçaları gibi birleştirmeleri gerekiyor onu. Karanlığın ve tozun, duygusuz bir tekdüzeliğin içinde, ihtiyarlığın yıkıcı gücüne ve ölümün mührüne maruz kalıyorlar sanki.

Birbirlerine sımsıkı sarılmış haldeler. Dudakları yeniden, yeniden kavuşuyor. Bedenlerini birbirinden ayıramasam da, onları git gide daha iyi görebiliyor, birleşmelerinin yarattığı ahengi seçebiliyorum.

Geceye karışıyor, gölgelerin içine, o çok arzuladıkları girdaba yuvarlanıyorlar. Yeryüzünde aradıkları, sahip olmak için yalvardıkları bu karanlığa gömülüyorlar.

Adamın dili dolaşıyor:

– Seni sonsuza dek seveceğim.

Ama kadın da, ben de, onun tıpkı az önceki gibi yalan söylediğini hissediyoruz. Kendimizi kandırmıyoruz. Hem ne önemi var ki?

Kadın, dudakları adamın dudaklarında erirken, yumuşacık dokunuşlarının arasına bir diken katıveriyor:

– Kocam birazdan evde olacak.

Ne kadar da az karışmışlar meğer birbirlerine! Korkularından başka ortak noktaları yok aslında ve ben, o korkuyu nasıl da umutsuzca canlı tutmaya çalıştıklarını şimdi anlıyorum… Ama bir şekilde bir araya gelmek için sarf ettikleri bu üstün çaba, yakında sona erecek.

Karanlık şölen yaklaşırken, kadının ağırlığı artıyor, gölgeler arasında bir ağlayan bir gülen yüzü, kâh itaatle kâh hakimiyetle doluyor.

Geriye söylenecek söz kalmayınca, susuyorlar. Kelimeler görevlerini yerine getirdi, aşkları tazelendi… Sarılmalar ve ten, inlemeler, beceriksiz hareketler. Sessizliğin ve tutkunun ayiniydi ortaya çıkan.

Kadın, şimdi ayakta. Yarı çıplak bedeni beyaza kesmiş…

Kendisi mi soyunuyor, yoksa adam mı giysilerini çıkarıp atan?.. Geniş kalçalarını, odanın içine gökyüzündeki ay gibi gümüş ışıltılar saçan karnını görüyorum… Adamın kolu, siyah bir çizgi gibi, tam ortasından bölüyor bu karnı. Kadını tutuyor, sarıyor, divanın üzerine adeta kenetliyor. Ve adamın ağzı, kadının bacaklarının arasına iniyor. Dudakları, şaşılacak derecede şefkatli bir öpücük bırakıyor oraya. Kadın inliyor. Koyu renk bedenin solgun bedenin önünde diz çöktüğünü görüyorum ve kadın kendini adama bırakıyor…

Ardından kadın, adeta ışık saçan bir sesle mırıldanıyor:

– Al beni… Bir kez daha al beni. Defalarca yaptığın gibi.

Al, kendimi sana veriyorum. Hayır. Bana ait olmayan bir bedeni sana nasıl verebilirim ki? Belki de bu yüzden her defasında böyle zevkle sunuyorum onu sana!

Divana oturan adam, dizlerinin üzerine yatırıyor kadını… Sanırım kadın şimdi tamamen çıplak. Çizgileri, şekilleri ayırt edemiyorum. Ama pencereden sızan ışıkta, kadının başını geriye doğru attığını fark ediyorum. Dudakları ve gözleri, aşk dolu yüzünde yıldızlar gibi parlıyor…

Karanlığın içindeki çıplak adam, kadınının bedenini kendine bastırıyor. Karşılıklı rızalarının içinde bile bir çeşit çekişme var. Sıradışı, kutsal ve yabanıl bir coşku hükmediyor hareketlerine ve görmememe rağmen, adamın kadının içine girdiği anı hissediyorum.

…Uzayıp giden hareketsizliğim yüzünden, bel ve omuz kaslarım ağrımaya başlıyor. Yine de, gözlerim deliğe yapışık, duvarla bir olmaya devam ediyorum. Bu törensel gösterinin tadını çıkarmak için, kendime azap çektiriyorum. Karşımdaki sahneyi tüm bedenimle sarıyorum adeta. Ve duvar, kalp atışlarımı bana geri veriyor.

…Birbirine sarılmış iki varlık, birbirine karışmış iki ağaç gibi titriyor. Şehvet, çılgınca bir kurguyla, kuralların, hatta âşıkların kendilerinin de ötesine geçerek, başyapıtını hazırlıyor. Ve bu öyle öfkeli, öyle şiddetli ve öyle ölümcül bir eylem ki, tamamlanmasını, ikisini öldürmedikçe, Tanrı bile durduramaz. Bunu hiçbir şeyin durduramayacağını bilmek, Tanrı’nın gücünden hatta varlığından şüphe etmeme yol açıyor.

Adam, birbirine kenetlenmiş bedenlerinin üzerinden başını kaldırıp geriye atıyor. Yüzünü görebilmemi sağlayan azıcık aydınlıkta, doyuma ulaşmayı beklerken yarıda kesilmiş bir inlemeyle açılmış ağzını fark ediyorum.

Kadın olağanüstü bir şekilde, adeta taşarcasına boşalıyor. Gelişini, önemli bir olayın gelişi gibi hissediyorum.

Dörde kadar sayıyorum. Bu süre boyunca, gözlerimi adamın yüzünden ayırmıyorum. Tek eliyle havayı döverken, bir an yüzünü buruşturuyor, ardından gülümsüyor. Yüzüne yürüyen kanla, kutsal bir şehide benziyor, aynı anda hem düşen hem kanatlanan bir baş meleğe. Boşalırken, muhteşem ve beklenmedik bir şey karşısında büyülenmiş gibi, bunun bu kadar güzel olacağından hiç kuşku duymamış gibi, bedeninin ona sunduğu bu mucizevi zevkten şaşkın, kısa çığlıklar atıyor.

O an aynı kutsal duyguyu paylaşıyorlar. Kadın belki zevk almıyor, ama tatmin olduğunu söylemek, görmek, anlamak mümkün. Orada, sözle anlatılamaz bir kadın mucizesi yaşanıyor.

– Mutlu musun?

Tuhaf bir şekilde, kadının bu soruyu bana yönelttiği duygusuna kapılıyorum… Öyle hissetmekte de haklıyım, zira dudakları o kadar yakınımda ki, gerçekten benimle konuşuyor gibi görünüyor.

Adam, bedeni hâlâ kadınınkine kenetli, gökyüzüne bakarak mırıldanıyor:

На страницу:
4 из 5