bannerbanner
Cehennem
Cehennem

Полная версия

Cehennem

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

Konuşuyorlar, ama her birini kendine terk eden bu gürültü, beni de, tıpkı ışığın gözlerimi kör etmesi gibi, sağırlaştırıyor.

Yine de bu insanlar, konuşmanın tesadüfi akışı içinde, bazı anlarda, çok önem verdikleri şeyleri düşündüklerinden olsa gerek, sanki yalnızmış gibi görünüyorlar. Bu gerçeği fark ettiğim an, hatırladığım bir anıyla benzim soldu.

Biri paradan bahsetti ve sohbet bu konu üzerinde genelleşti. Masanın etrafındakiler para düşüncesiyle şöyle bir yerlerinde kıpırdandılar. Gözlerinde muhtemelen deste deste para saydıkları açgözlü bir hayal belirdi, tıpkı kendini yalnız hissettiği anda hizmetçi kızın gözlerinde beliren büyük hayranlığa benzer sessiz bir teslim oluş içindeydiler.

Savaş kahramanları zafer nidalarıyla anıldı; masadaki erkekler akıllarından “Ya ben!” diye geçirdiler, sosyal durumlarındaki gülünç eşitsizliğe ve tutsaklıklarına rağmen, ne düşündüklerini gösterircesine coştukça coştular. Tüm bunlardan gözleri kamaşmış bir genç kızın yüzündeki şaşkınlığı gördüm. Ağzından fırlayan hayranlık nidasına engel olamadı. Kim bilir hangi düşüncenin etkisiyle kızardı. Kanın dalga dalga yüzüne yayıldığını gördüm, kalbi sanki ışık saçıyordu.

Gizli bilimler ve öbür dünya fenomenleri tartışıldı. “Kim bilir!” dedi birisi, ardından ölümden bahsedildi. Bu konu açıldığında, davetlilerden ikisi, masanın zıt iki ucunda oturan, birbirleriyle konuşmayan ve birbirlerinin farkında değilmiş gibi görünen bir kadın ve bir erkek, beni şaşırtan bir şekilde bakıştılar. Ölüm düşüncesinin yarattığı huzursuzlukla bakışlarının karşılaştığını görünce, bu iki insanın birbirini sevdiğini ve geceleri birbirlerine ait olduklarını anladım.



…Yemek sona ermişti. Genç insanlar salona geçmişti.

Bir avukat, gün içinde görülen bir davadan bahsediyordu yanındakilere. Davanın konusu gereği, ihtiyatla, neredeyse sır verircesine dile getiriyordu olanları. Bir adam, bir kız çocuğuna tecavüz ederken aynı anda onu boğmuş, küçük kurbanın çığlıkları duyulmasın diye de, avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylemişti. Bu insanlıktan uzak yaratık, mahkemede “Öyle çok bağırıyordu ki birileri yine de onu duyabilirdi, neyse ki fazla gençti” diye anlatmıştı.

İnsanlar birer birer susuyor, her biri, yüzünde sanki oralı değilmiş gibi bir ifadeyle, avukatı dinlemeye başlıyor. Uzak kalanlar, belli ki konuşmacıya yaklaşmak arzusunda. Sessizlik, ortaya çıkan bu resmin, ürkek içgüdülerimizin maruz kaldığı bu korkunç darbenin etrafını, ruhlarımıza yayılan muazzam bir gürültü gibi çevreliyor.

Ardından, bir kadın kahkahası duyuyorum, içten bir kahkaha bu, belki sahibinin masum olduğuna inandığı, ama yine de tüm varlığını okşayan, kuru, çatlak bir kahkaha. Biçimsiz içgüdüsel çığlıklardan ibaret, neredeyse tensel birleşmeyi anımsatan bir kahkaha patlaması… Kadın susup sessizliğe bürünüyor. Ve konuşmacı, insanlar üzerinde yarattığı etkiden emin, sakin bir sesle, canavarın itiraflarını anlatmaya devam ediyor: “Kız uzun süre direndi, sürekli bağırıp duruyordu! Mutfaktan aldığım bir bıçakla karnını deşmek zorunda kaldım.”

Yanında küçük kızıyla oturan genç bir anne, huzursuzca kıpırdanıyor, hafifçe doğrulsa da, gidemiyor. Yeniden oturup çocuğunu gizlemek için öne doğru eğiliyor; hem dinlemek istiyor, hem dinliyor olmaktan utanıyor.

Bir başka kadın hareketsiz kalıyor, başı öne doğru eğilmiş, ama dudakları acıklı bir şekilde, kendini savunurcasına sımsıkı kapalı. Yüzündeki dünyevi maskenin altında, bir kurbanının çılgın gülümsemesinin, tıpkı bir el yazısı gibi belirdiğini görüyorum.

Ve erkekler!… Şuradaki, sakin ve sıradan görünenin kesik kesik soluduğunu net bir biçimde duyuyorum. Şu kişiliksiz bir kentsoylu yüzüne sahip olan, yanındaki genç kadına hararetle bir şeyler anlatıyor. Bir yandan da tenini delip geçen bir bakışla bakıyor kadına, içten içe kendisinden utanmasına neden olan, ışıltısıyla gözlerini rahatsız eden, ağırlığıyla onu ezen, varlığından daha güçlü bir bakış bu.

Adamın bakışındaki çiğliği fark ediyorum, dudakları titreyerek aralanıyor. İnsan denen makinenin bu tetikte hali afallatıyor beni, karşı cinsin taze etine doğru birbirine çarparak uzanan kanlı dişler beliriyor hayalimde.

Ve odadakiler, küfürler ve hakaretlerle, hep bir ağızdan caniye öfkesini gösteriyor.

…Böylece bir an için de olsa, yalan söylemiyorlar. Belki farkında olmadan, kendilerine itirafta bulunuyorlar, neyi itiraf ettiklerini bile bilmeden. Neredeyse kendileri oluyorlar. Bakışları, arzularını dışa vuruyor ve o bir anlık yansımada, dudaklarının mühürlediği, suskun kalan ne varsa görünür oluyor.

İşte görmek istediğim bu: bu düşünce, bu yaşayan hayalet. Omuz silkerek masadan kalkıyorum. Gözlerimin önünde örtülerinden soyunan adamların ve kadınların, çirkinliğine rağmen bir sanat eseri kadar güzel bulduğum samimiyetini görme telaşıyla, yukarı çıkıyorum. Yeniden odamdayım, iki yana açtığım kollarımı sanki sarılıyormuşum gibi duvara dayayıp, yan odaya bakıyorum.

O, orada, ayaklarımın dibinde öylece uzanıyor. Boş olmasına rağmen, insanların birbiriyle karşılaştığı ve iletişim kurduğu zamanlardan çok daha canlı görünüyor. O insanların silinmek, kendilerini unutturmak için kalabalıklara, yalan söylemek için bir sese ve arkasına saklanmak için bir yüze ihtiyaçları var.

III

Gecenin tam ortası. Kadife gibi kalın gölgeler her taraftan üzerime eğiliyor.

Etrafımdaki her şey, karanlıklara gömüldü. Bu karanlığın ortasında, dirseklerimi yuvarlak masaya dayamış, güneş gibi parlayan lambanın ışığında oturuyorum. Çalışıyor gibi görünüyorum, ama gerçekte, dinlemekten başka yapacak işim yok.

Az önce yan odaya baktım. Kimse yok, ama kuşkusuz biri gelecek.

Biri gelecek, belki bu akşam, belki yarın, belki bir başka gün. Kaçınılmaz olarak biri gelecek, ardından başkaları birbiri ardına gelecekler. Bekliyorum ve sadece bunun için yaratılmışım gibi geliyor bana.

Yatağıma uzanmaya bile cesaret edemeden, uzun süre bekliyorum. Sonra, çok geç saatte, epeydir devam eden sessizlik beni felce uğratmışken, bir gayret gösterip, yeniden duvara kenetleniyorum. Dua ederek, gözlerimi deliğe yaklaştırıyorum. İçerisi karanlık, her şey gölgelere karışmış. Oda, geceyle, bilinmezlerle, her çeşit olasılıkla dolu. Kendimi sırt üstü yatağıma bırakıyorum.



Ertesi sabah, gün ışığının doğallığında gördüm odayı. Doğan günün içeriye yayılmasını izledim. Yıkıntılarının arasından çıkıp, yavaş yavaş ayağa kalkışını.

Benimkiyle aynı şekilde döşenmiş ve düzenlenmiş bir oda bu. Tam karşımda, üzerinde aynasıyla şömine var, sağda yatak, solda, pencereyle aynı tarafta, bir kanepe… Odalar birbirinin aynı, ama benim hikâyem biterken, diğerininki başlamak üzere…

Sıkıcı öğle yemeğinden sonra, beni cezbeden tek noktaya, duvardaki çatlağa geri dönüyorum. Hiçbir şey yok. Geri iniyorum.

Hava ağır. İnatçı bir yemek kokusu buraya kadar geliyor. Boş odamın sınırsız büyüklüğünün ortasında, öylece duruyorum.

Kapımı önce aralayıp sonra ardına kadar açıyorum. Koridorlarda, üzerlerindeki bakır levhalarda numaraları yazan oda kapıları kahverengiye boyanmış. Hepsi kapalı. Sadece benim duyduğum, hatta bu hareketsiz ve kocaman evde gereğinden fazla duyduğum, birkaç adım atıyorum.

Sahanlık uzun ve dar. Bir gaz lambasının parladığı duvar, koyu yeşil taklit bir halıyla kaplı. Tırabzana dirseğimi dayıyorum. Bir uşak (masada yemek servisi yapan ve şu an üzerindeki mavi önlük ve dağınık saçlarıyla pek de tanınacak halde olmayan), koltuğunun altında gazetelerle, seke seke üst kattan iniyor. Madam Lemercier’nin küçük kızı, boynunu tıpkı bir kuş gibi öne uzatmış, dikkatli bir şekilde tırabzana tutunarak yukarı çıkıyor ve ben, onun küçük adımlarını, uçup giden saniyelere benzetiyorum. Bir adam ve bir kadın, onları duymamam için konuşmalarına ara vererek önümden geçiyor, sanki düşüncelerinin sadakasını benden sakınırlarmış gibi.

Bu önemsiz olaylar, perdenin üzerine kapandığı komedi sahneleri gibi, hiçbir iz bırakmadan yok oluyor.

Moral bozucu bir öğleden sonra geçiriyorum. Bu evin içinde ve dışında işsiz güçsüz dolaşırken, her şeyin karşısında yalnızmışım duygusuna kapılıyorum.

Ben koridordan geçerken, bir kapı, bir kadın kahkahasını boğarak çabucak kapanıyor. İnsanlar uzaklaşıyor, kendilerine kapanıyor. Sessizlikten beter, anlamsız bir gürültü sızıyor duvarlardan. Kapıların altından, karanlıktan beter, ölgün bir ışık süzülüyor.

Merdivenlerden iniyorum. Salondan gelen konuşma seslerinin çekiciliğine kapılıp içeri giriyorum.

Grup halindeki birkaç adam, hatırlamadığım birtakım cümleler sarf ediyorlar. Çıkıyorlar; yalnız kalıyorum. Koridorda tartışmaya devam ettiklerini duyuyorum. Sonunda sesleri yok olup gidiyor.

Ardından, beraberinde bir ipek hışırtısı, bir çiçek ve tütsü kokusuyla, kibar bir kadın giriyor içeri. Parfümü ve şıklığı odayı dolduruyor sanki.

Kadın, yumuşak bakışlı uzun güzel yüzünü hafifçe öne doğru uzatıyor. Ama onu iyi göremiyorum, çünkü bana bakmıyor.

Oturuyor, bir kitap alıp sayfalarını çeviriyor, sayfalardan yüzüne beyaz bir ışık ve düşünceler yansıyor.

İnip çıkan göğsüne, kıpırtısız yüzüne ve onunla bir olmuş, adeta canlı gibi görünen kitaba bakıyorum gizlice. Teni öyle ışıltılı ki, ağzı neredeyse karanlık bir delik gibi görünüyor. Güzelliği hüzünlendiriyor beni. Tepeden tırnağa hayranlıkla ve büyük bir kederle seyrediyorum bu yabancıyı. Varlığıyla benliğime dokunuyor. Bir kadın bir adama yaklaştığında, hele ki yalnızsa, daima onun benliğine dokunur. Aralarındaki onca farka rağmen, başlangıçları hep müthiş bir mutluluk yaratır.

Ama kadın gidiyor. Ona dair her şey bitiyor böylece. Hiçbir şey olmadı, ama yine de bitiyor işte. Tüm bunlar fazla basit, fazla güçlü, fazla gerçek.

Eskiden olsa hissetmeyeceğim bu tatlı umutsuzluk endişelendiriyor beni. Dünden beri, değiştim sanki. İnsan hayatını, o yaşayan gerçekliği herkes gibi ben de tanıyordum. Ne de olsa, doğduğumdan beri yaşıyorum bu deneyimi. Şimdiyse, bir çeşit endişeyle de olsa, kutsal bir şekilde karşıma dikildiğine inanıyorum.



Geri çıktığım odamda, öğleden sonra yerini akşama bırakıyor.

Penceremden, tatlılıkla göğe tırmanan akşama ve kaldırımlarda dört bir yana dağılan kalabalığa bakıyorum.

Gelip geçenlerin akıllarında bir an önce evlerine dönmek var. İçinde bulunduğum evin duvarları arasından garip uğultular sızıyor, uzaktan, kiracıların gamsız seslerini duyuyorum.

Yan taraftan bir gürültü geliyor… Yatağa tırmanıp duvara yaslanıyor, komşu odaya bakıyorum. Her şey şimdiden griye bürünmüş. Gölgelerin içinde bir kadın var.



Demin benim yaptığım gibi, pencereye yaklaşmış. Bu, bir odada yalnız kalan herkesin yaptığı, sıradan bir hareket herhalde.

Gözlerim karanlığa alıştıkça, silueti netleşiyor, onu daha iyi görüyorum.

Bu güz başlangıcında, üzerinde, kadınların güneş altında ışıldamasına neden olan şu parlak elbiselerden biri var. Pencereden süzülen solgun ışık, onu donuk bir haleyle çevreliyor. Elbisesi, uçsuz bucaksız alacakaranlığın, peri masallarındaki zamanın renginde.

Tütsü ve çiçek karışımı parfümü burnuma doluyor ve gerçek bir isim gibi onunla bütünleşen bu parfüm sayesinde, onu tanıyorum. Az önce bir kuş gibi yanıma konup sonra uçup giden genç kadın bu. Şimdi, orada, kapalı kapının ardında, bakışlarımın öksesine tutuluyor.

Dudakları kıpırdandı. Kendi kendine bir şeyler mi mırıldanıyor, yoksa kısık sesle şarkı mı söylüyor, bilmiyorum… Orada, pencerenin kederli beyazlığının aynadaki yansımasının yanında, renklerini kaybetmekte olan bu odanın ortasında, duruyor. Var olduğundan beri birçok bakışın değdiği koyu renk gözleri, esmer teni ve yüzünün şeffaflığıyla, orada.

Son derece zarif, beyaz boynu öne doğru uzanıyor. Pencereye alnını dayamış profili, sanki düşüncelerinin rengi maviymiş hissi uyandırarak maviye çalan gölgeler içinde kayboluyor. Karanlığın gizlediği saçlarına düşen zayıf bir ışık, sarı buklelerini açığa çıkarıyor.

Ağzı, sanki dudakları aralıkmış gibi karanlık. Eli, bir kuş misali pencere camına konmuş. Soluk ama koyu renk, yeşil ya da mavi bir bluz var üzerinde.

Bu kadın hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Üstelik öyle uzak ki benden. Sanki dünyalar ya da asırlar ayırıyor bizi birbirimizden, sanki ölüm girmiş aramıza.

Yine de, aramızda hiçbir şey yok: yakınındayım, onunlayım. Titriyorum.

…Ellerim ona sarılmak için uzanıyor. Ben de diğerleri gibi bir erkeğim, karşıma çıkacak ilk kadının gözlerimi kamaştırmasına her daim hazır. Acınacak bir hal bu. Kadın orada, sevilen kadının, o hâlâ bütünüyle tanınmayan, ortaya çıkması beklenen, dünya üzerindeki yaşayan tek mucizeyi içinde barındıran kadının, en saf imgesi olarak dikiliyor.



Dönüp, bedeninin yuvarlak hatlarıyla, bir bulut gibi, çoktan geceye karışmış odanın karanlığına süzülüyor. Elbisesinin derinden gelen hışırtısını duyuyorum. Bir yıldızı arar gibi yüzünü arıyor bakışlarım. Ama düşünceleri gibi, yüzünü de göremiyorum.

Hareketlerinde bir anlam arıyorum, ama saklanıyorlar gözlerimden. Ona bu kadar yakınım ve ne yaptığını bilmiyorum! İzlendiklerinin farkında olmayan insanların ne yaptığını bilmez bir halleri var.

Odanın kapısını kilitliyor, bu onu biraz daha tanrısallaştırıyor. Yalnız olmak istiyor. Muhtemelen, bu odaya giysilerinden kurtulmak için girdi.

Kadının odadaki tesadüfi varlığının nedenlerini anlamaya çalışmıyorum. Kendime bu kadına gözlerimle sahip olarak işlediğim suçun hesabını sormak gibi bir niyetim de yok. Bir şekilde birbirimize bağlandığımızı biliyorum ve tüm kalbimle, tüm ruhumla, tüm hayatımla, kendini bana göstermesi için yalvarıyorum ona.

Kendi dünyasına çekilmiş gibi görünüyor, duraksıyor. Varlığının bilmem hangi saf yanıyla, çok uzun zamandır, örtülerinden sıyrılmak için yalnız kalmayı beklediğini düşünüyorum. Evet, hâlâ dışarıdaki havanın yarattığı sersemliği atamamış üzerinden, gelip geçenlerin sözde yanlışlıkla bedenine değişlerinin, erkeklerin bakışlarının etkisi hâlâ sürüyor. Sığındığı bu duvarlar arasında, elbisesini çıkarmak için, bu temasın biraz daha uzaklaşmasını bekliyor.

Onun, bedenine dair, bakirelere özgü düşüncelerini okumaktan zevk alıyorum ve aramızdaki duvara rağmen, bedenimin onunkine doğru eğildiğini hissediyorum.



Pencereye doğru gidiyor, kollarını kaldırıp perdeleri kapatıyor. Zifiri karanlık aramıza giriveriyor.

Onu kaybediyorum!… Varlığımın derinliklerinde keskin bir acı hissediyorum, sanki biri ışığımı benden söküp almış gibi… Orada öylece, şaşkın, kalakalıyorum. Ağzımdan fırlamaya çalışan bir iniltiyi bastırıp, nefesine karışan karanlığı gözlemeye koyuluyorum.

El yordamıyla birtakım nesnelere dokunuyor. Parmaklarının ucunda parlayan bir kibritin aleviyle, silueti yavaş yavaş aydınlanıyor. Ellerinin, alnının ve boynunun solgun beyazlığını görüyorum ve yüzü, bir peri kızı gibi beliriyor önümde.

Elinde tuttuğu zayıf ışığın birkaç saniye boyunca bana gösterdiği bu kadın yüzünde, çizgilerden eser yok. Parmaklarının ucundaki alevle, şöminenin önünde çömeliyor. Siyah ve soğuk nemin içinde, kuru odunların çatırdadığını duyuyorum. Lambayı yakmadan kibriti atıyor ve odada, şöminenin ateşi dışında bir aydınlık kalmıyor.

O, küçük bir esintiyle, önünden gelip geçerken, ocak kızarıyor. Batmakta olan güneşin önünde duruyormuş gibi görünüyor. Uzun zarif bedeninin, karanlıkta kalan kollarının ve bir altın rengine bir pembeye dönen ellerinin siluetlerine değiyor bakışlarım. Gölgesi kah bacaklarına tırmanıyor, kah duvarlara atılıp ateşin yansıdığı tavanda dolanıyor.

Alevler parıltılarıyla saldırıyor ona sanki. Ama o kendini gölgesinin içinde korumaya devam ediyor, yine saklanıyor. Hâlâ örtüler altında ve gri, elbisesi kederle dökülüyor bedeninden.

Karşıma, divana oturuyor. Bakışı, odanın içinde yumuşacık kanat çırpıyor.

Gözleri bir an, gözlerimde duruyor; bilmeden, bakışıyoruz.

Ardından, daha keskin bir bakış yerleşiyor gözlerine. Aklına bir şey ya da biri düşmüş olmalı ki, dudakları hafifçe aralanıyor, sıcak bir armağan gibi, gülümsüyor.

Çıplak yüzdeki çıplak ağız. Hiç durmadan kanayan, kalbe benzeyen, kan kırmızı bir ağız, bir yara gibidir ve bir kadının ağzını görmek de yaralar insanı.

Ben de, bir gülümsemeyle kendini aralayıp kanayan bu kadın karşısında titremeye başlıyorum. Divan, geniş kalçalarının baskısıyla içine gömülüyor. Birbirine yaklaşmış ince diz kapaklarıyla, bedeninin orta bölümü bir kalp şeklini alıyor.

…Divana yarı uzanmış halde, eteğini iki eliyle hafifçe kaldırarak ayaklarını ateşe uzatıyor ve bu hareketiyle, ince siyah çoraplarını dolduran bacakları ortaya seriliyor.

Ve bedenim, yukarı doğru tırmanarak, karanlıkta, olağanüstü derinliklerde kaybolan bu iki erotik çizgi karşısında, kızgın demirle dağlanmış gibi çığlık atıyor.

Parmaklarım kasılıyor, bakışlarım, orada, alnı geceye karışmış, kendini tamamen sunmuş halde yatan kadına kenetleniyor. Yerde sürünen kan rengi aydınlık, umutsuzca, adeta insanca bir çabayla, üzerine tırmanmaya çalışıyor.

Küçük bir hareketiyle, etek yeniden bacaklarını örtüyor. Yine eski haline dönüyor kadın. Hayır, başka biri artık. Çünkü bir anlığına da olsa, yasak teninin bir kısmını gördüm ve şimdi, odalarımızın birbirine karışan gölgelerinde, o teni yeniden görmek için pusudayım. Az önce, erkeklerin bir dine tapar gibi taptığı, bin türlü umutla, akla mantığa karşı gelerek görmek için yalvardığı o sıradan ama büyük, o göz kamaştıran hareketi yapmış, elbisesinin eteğini kaldırmıştı!

Şimdi yürüyor ve eteğinin hışırtısı, karnımın içinde kanat seslerine dönüşüyor.

Bakışım, dalgın gülümsemesinin donup kaldığı çocuksu suratından uzaklaşıyor, kendimi zorlayarak da olsa, ruhunu ve düşüncesini unutmaya çalışıyorum, istediğim tek şey bedeni. Tıpkı onu kuşatıp salıvermeyen ateş gibi sahip olmak istiyorum ona. Ama bakışlarım, ayaklarının dibine düşmekten ve elbisesine hafifçe dokunmaktan başka bir şey yapamıyor. Tıpkı şöminenin o muhteşem, yalvaran, tırmanan, parçalar halinde göğe doğru akan alevleri gibi!

Sonunda beklediğim oluyor, kadın kendini tam anlamıyla sergiliyor.

Ayakkabılarını çıkarmak için bacaklarını yukarı kaldırarak bedenini önüme seriveriyor.

Parlak çizmelerinin içinde hapsolmuş küçük ayaklarını görebiliyorum artık. İpek çorabın sardığı ince dizleri, genişçe açılmış baldırlarıyla, narin bileklerinin üzerinde kırılgan bir amforaya benziyor. Dizkapağının arkasındaki çukurda, çorabın sona erdiği o beyaz ve bulutumsu yerde, galiba bir parça çıplak ten görünüyor. Bu tutkulu karanlıkta, yanan odunların onu saran zayıf ışığında, çizgilerin ayırdına varamıyorum. Gördüğüm iç çamaşırının ince kumaşı mı, yoksa teni mi? Hiçbir şey mi, yoksa her şey mi? Bakışlarım, bu çıplaklığa erişebilmek için, gölgeler ve alevlerle kıyasıya bir mücadele halinde. Alnım, göğsüm ve avuç içlerim duvara yapışık halde, bu engeli yıkıp öbür tarafa geçmek için şiddetli bir arzu duyuyorum. Gözlerim karanlığa dikili, daha iyi görmeye, daha fazlasını görmeye çalışarak işkence ediyorum kendime.

Varlığının karanlık gecesine, sıyrılmış elbisesinin o yumuşak, sıcak ve müthiş kanadının altına dalıyorum. Nakışlı iç pantolonu, gölgelerle dolu karanlık bir yarık halinde aralanıyor, oraya doğru atılan bakışlarımı çılgına çeviriyor. Görmek istediğim neredeyse her şey orada, bu açık, çıplak gölgenin içinde. Bedeninin etrafını hafif bir tütsü bulutu gibi saran ve kokusunu taşıyan ince giysinin ortasındaki, derinliklerinde bir meyve saklayan o karanlığı delip geçmek istiyorum.

Bir an boyunca, böyle kalıyoruz. Az önce aynadaki kendi yansımasından korkan, şimdi ise yalnızlığının kusursuz saflığında, karşısındaki hayali bir adamın bakışlarına meydan okuyan bir tavra bürünmüş bu kadının önünde, duvara yapışmış bekliyorum… Tüm saflığıyla kendini sunan kadın, derin düşüncelere dalmış gibi görünüyor…

Şöminenin ateşi sönmeye yüz tutuyor, bu yüzden, soyunmaya başladığında, onu nerdeyse hiç göremiyorum. Maalesef ikimizin arasındaki bu büyük şölen karanlıkta gerçekleşecek.

Uzun, dağınık, insana benzemeyen siluetini görüyorum. Neredeyse sönükleşmiş güzelliğinin içinde, zarif, okşayıcı ve hoş sesler çıkararak, yumuşacık deviniyor. Kollarının hareketlendiğini, büküldüğünü, ardından çıplak kaldıklarını hissediyorum.

Az önce ince bir ipek parçası halinde yavaşça yatağın üzerine düşen şey, bedenini sımsıkı saran korsesi olmalı… Bulutumsu eteği ayaklarına doğru akarken sanki her şeyi aydınlatıyor. O içinde değilken hiçbir değeri olmayan elbiseden kurtulduğunu görüyorum gibi geliyor bana ve bacaklarının biçimini fark ediyorum.

Belki de öyle olduğunu sanıyorum, çünkü gözlerim neredeyse hiçbir şey görmüyor. Sadece ışık yoksunluğundan değil, kalbimin kederli çabası, hayatımın vuruşları, kanımın karanlık gölgeleri yüzünden kör olmuş gibiyim… Bu muhteşem bedenin peşine düşen gözlerim değil, onun gölgesiyle çiftleşen gölgem sanki.

İçimde bir çığlık kopuyor: karnı!

Karnının yanında, göğüslerinin, bacaklarının ne önemi var ki! Düşüncelerini ve yüzünü de o kadar dert etmiyorum artık. İstediğim tek şey karnı ve bir kurtuluş yolu gibi ona ulaşmaya çalışıyorum.

Kasılıp kalmış ellerime güç veren, bir bedene kavuşmuş gibi ağırlaşmış bakışlarımın, karnına ihtiyacı var. Tüm kurallara ve yargılara rağmen, erkek bakışı, daima, tıpkı bir yılanın deliğine ilerlemesi gibi, kadının en mahrem yerine doğru çekiliyor.

O benim için sadece kadınlığından ibaret değil. Bir kalp gibi kanayan, bir lirin telleri gibi titreyen, bir ağız gibi açılan o gizemli yara değil sadece. İçimi dolduran bir koku yayılıyor ondan, süründüğü yapay parfümün kokusu değil bu, derinliklerinden gelen, deniz kokusuna benzer, yabanıl bir koku. Yalnızlığının, sıcaklığının, aşkının ve içinde sakladığı sırların kokusu.

Gözlerim kan çanağına dönmüş halde, bu baş döndürücü görüntüye doğru çekiliyorum. Zaferimin içinde git gide yabanileşiyorum. Ağzı önümden geçerken, dudaklarım havada, boş bir öpücüğe kenetleniyor.

Birden, nedendir bilinmez, hareketsiz kalıyor, sanki donmuş gibi…

Şiddetli bir irkilmeyle, ona gerçekten dokunmak istiyorum… Aramızdaki şu duvarı yok etsem ya da odamdan çıkıp, kapısını kırarak üzerine atlasam.

Hayır, hayır, hayır! Bir önsezi, sağduyumu yeniden kazanmamı sağlıyor… Bunları yapsam bile, ancak ona şöyle bir dokunacak zamanım olur. Kendimi tutuyorum. Kirlenmiş bir isim, hapis, namus lekesi, açlık ve sefalet. Tüm bunlar öyle yakınımda ki, tüylerimi ürperten bir korkuya kapılıyorum. Şiddetli bir titreme beni olduğum yere çiviliyor.

Ama çok geçmeden, bir başka düşünce ortaya çıkıveriyor. Bir hayal tenimin derinliklerine işliyor: belki de o ilk korku anı geçtiğinde, kendini kollarıma bırakırdı, bu tutku ona da bulaşır, bedeni, dokunuşumla, şaşkın bir kabulleniş içinde alev alırdı…

Hayır, yine hayır! Çünkü o zaman da hafif bir kız olurdu ve o tür kızları her arzu ettiğinde bulabilir insan. Böyle bir kadını kollarının arasına alıp, ona istediğin her şeyi yapmak basit. Fiyatı tarifeye bağlı. Paranın açamayacağı kapı yok, sevişen çiftleri izleyebileceğiniz evler bile var. Eğer o, hafif bir kız olsaydı, şu an asla bir melek gibi yalnız görünemezdi.

Onu böyle kusursuz bulmamın nedeni, benden ayrı olması ve aramızdaki duvar. Bunu aklıma ve bedenime kabul ettirmem gerek. Işıldamasına neden olan yalnızlığı, bir yandan da görkemli bir biçimde koruyor onu. Gizeminin kaynağında, el değmemiş gerçekliği, kraliçesi olduğu evrensel yalnızlığı ve bu yalnızlığın yaşattığı kesinlik duygusu var. Uzaktan, erdeminin ötesinden gösteriyor kendini ve teslim olmuyor: bir başyapıta benziyor. Sonsuz derinliğin ve sessizliğin kenarında, bir heykel ya da müzik parçası gibi, mesafeli ve değişmez kalıyor.

Ve beni kendine çeken her şey, yaklaşmamı da engelliyor. Mutsuz olmam gerek, aynı anda hem hırsız hem kurban olmam gerek… Arzu etmekten, hayal ve umut yoluyla kendimi aşmaktan başka çarem yok. Arzu etmek ve arzuma sahip çıkmak.

Bir anlığına, başımı çeviriyorum, kendimi kurtarmaya çalıştığım şey ne kadar da güçlü ve şiddetli. Gözlerimin önünde sınırsızca büyüyen deliğin içinde, çıkardığı tatlı sesleri duymamaya çalışıyorum… Çıldırıyor muyum? Hayır, çılgın olan gerçeğin kendisi.

Tüm bedenim ve düşüncemle, tensel zaafımın üstesinden geliyorum. Bedenim susuyor ve hayal etmeyi bırakıyor. Yıkıntılarımın üzerinden bakmaya devam ediyorum.

Sanki bana acımış gibi, yeniden giyiniyor, her şeyi örtüyor.

На страницу:
2 из 5