Полная версия
Haremin sultanları
Suphi’yi seviyor ve ona acıyordu. Lakin onunla mesut olmak için o büyük arzularından vazgeçemiyordu. Kendi kendini tatmin ve teselli etmek istiyormuş gibi, “Elbet bir zaman gelecek, onu görmeyi ve mutlu etmeyi başaracağım,” diye mırıldandı.
5
Şekerpare Haseki
Reyhan ertesi gün Nurü’l-ayn’ın yanına gülümseyerek, muzaffer bir tavırla geldi.
“Dün akşam Dilâver Ağa’nın köşkünde çok önemli bir kadına rastladım. Şekerpare buraya gelmiş.”
Nurü’l-ayn bu ismi işitince hayretle yerinden fırladı. Reyhan’ın sözünü kesti.
“Deli Hünkâr ’ı pençesine alan gözdelerden, Birinci Haseki Şekerpare mi?”
“Evet, ta kendisi…”
“Buraya nasıl gelmiş?”
“Sürgün etmişler.”
“Ya… Neticenin böyle olacağı beliydi. Belkıs Sultan devamlı söylerdi. Desene Şekerpare o harika güzelliğine, zekâsına ve düşlerine yenilip gözden düştü, felâkete uğradı demek.”
“Evet. Bütün malına el koymuşlar. Buraya beş parasız gelmiş. İstanbul’a gitmek için çareler arıyor. Benim İstanbul’a gideceğimi haber alınca geldi, ellerime sarıldı, Aman! Beni de götür, diye yalvarmaya başladı. O kadar devlet ve ihtişam görmüş bu kadına acıdım. Fakat size sormadan cevap veremezdim.”
“Şekerpare halen o meşhur, göz kamaştırıcı güzelliğini koruyor mu?”
“Halen fevkalâde güzel… fakat sizin elinize su dökmeye bile lâyık olamaz. Otuzuna yaklaşmış. Hele son kahırlar, felâketler, kederlerle âdeta solmuş, sararmış, yüzünün feri, rengi uçmuş.”
“Şimdi İstanbul’a giderse tekrar Padişaha gözde olacağını mı zannediyor?”
“Zannetmem. Padişah ondan zevkini, hevesini almış. Onun devri, günü geçmiştir. Sanırım İstanbul’da güzelliğine bağlanacak pek çok tanıdıklar bulur, işler görür.”
Nurü’l-ayn, Reyhan’ın bu sözlerinden çok memnun oldu. Şekerpare’nin İstanbul’a giderse tekrar saraya girmesinden, kendisine rakip olmasından korkuyordu. Sonra düşündü. Onun Reyhan’la gitmesine mani olsa bile kadın elbet diğer bir vasıta ve çare bulacak, İstanbul’a kaçacaktı. Ona yardım ederse, sarayın bütün içyüzünü, Hünkârın ruhunu, zevkini ve heveslerini tanıyan bu fevkalâde zeki kadından istifade edebilirdi. Sordu:
“Sen Şekerpare’yi beraberinde götürmek istiyor musun?”
“Siz izin verirseniz…”
“İstanbul’dan sürülmüş meşhur bir kadının seninle beraber oluşu seyahatine, İstanbul’a girmene bir zorluk çıkarmaz mı?”
“İstanbul’a Şekerpare adıyla ve şöhretiyle gidecek değil ya! Elbet kendine başka bir isim bulacak, kıyafet değiştirip gidecektir. Belki onu satılık bir cariye gibi götürürüm.”
Nurü’l-ayn yine düşünceye daldı. Derin hesaplar, tahminler yapıyordu. Nihayet, “Karar vermek için kendisiyle bir görüşmeliyim. Onu bugün buraya getirebilir misin?” diye sordu.
“Buraya girmesinde bir mahzur görmez misiniz?”
“Ne mahzuru olacak? Seni buraya satılık köle diye getirmediler mi? Onu da satılık cariye diye getirirler. Gerekiyorsa Zeynel Ağa’ya da İstanbul’da terbiye görmüş, eğitimli bir cariye istediğimi söylersin.”
“Pekâlâ, onu hemen şimdi getireyim mi?”
“Hiç durma!”
***Nurü’l-ayn’ın görmek istediği Şekerpare, önemle incelenmesi gereken bir şahsiyettir. O devrin tarihi, Şekerpare’nin hikâyeleri ile doludur.
Sultan Murat, başına bir iş getirebilirler korkusuyla, yerine getirilebilecek bütün şehzadeleri öldürtmüş, yalnız Deli İbrahim’i sağ bırakmıştı. İbrahim tahta geçtiği zaman hanedanın biricik erkek evladıydı. Hanedanın zürriyeti bitmesin diye Deli’ye herkes tahammül ediyor, onu saf dışı bırakmayı hiç kimse aklına getirmiyordu.
Bütün çılgınlıklarına tahammül edildikçe İbrahim daha da şımarıyor, kibri ve delilikleri artıyordu.
Neslinden bir şehzade gelsin, hanedanın nesli tükenmekten kurtulsun gayretiyle Valide Sultan ve bütün saray ileri gelenleri Padişaha cariyeler takdim etmeye başladılar. Bu, zamanın modası oldu. Cariye takdim edenlerin gayesi, hanedan neslinin devamına çalışmaktan ziyade sarayda bir el, Deli Hünkâr’ın yanında kendisini koruyup muhafaza edecek bir vasıta bulundurmak idi.
Saray boy boy, cins cins, her memleketten birbirinden güzel kızlarla dolmuştu. Bunlar Padişahın gözüne girip kendisini saraya gönderen efendiyi koruyabilecek beceride zeki, fettan, efsunkâr, şeytan gibi kızlardan seçiliyordu. Padişahın muhabbetini, sevgisini kazanmak için ne şekilde hareket edeceklerini öğrenip sonra saraya yollanıyorlardı.
Sarayı dolduran bütün bu kızların içinde Telli Haseki, Saçı Bağlı Haseki, Şekerpare gibi güzel ve mümtaz olanları da vardı. Padişahı güzelliklerine, cazibelerine bağlayabilmek için aralarında amansız bir rekabet ve türlü türlü hileler dönüyordu. O kadar ki sadrazamlar için sarayın harem dairesini idare etmek, devletin iç ve dış işlerini idare etmekten daha da zor bir duruma gelmişti. Sadrazamlar, valiler hep saraylıların hileleri, ayak oyunları ve entrikaları ile değişirdi. Bütün memuriyetler onların vasıtasıyla satılırdı.
Curcuna o dereceye varmıştı ki tecrübelerine, becerilerine rağmen Valide Kösem Sultan bile sarayı ve Padişahı idare etmekte aciz kalıyordu.
Deli Hünkâr, bu kadınların fitne ve fesatları arasında büsbütün sersem olmuş, âdeta mecnun denilecek bir hale gelmişti. Cazibesine tutulduğu, pençesine düştüğü kadından ne öğrenirse onu söylüyor ve mutlaka yaptırıyordu.
Bir ara Üçüncü Haseki, kıymetli taşlarla süslü bir araba istemişti. Derhal yaptırıldı. Kadın bu araba ile Padişahın yanında bir gezinti yapmak isteğinde bulundu. İbrahim buna da razı oldu. Beraberce Davutpaşa mesiresine gittiler. Haseki, arabasından yol güzergâhındaki halka avuç avuç altın saçarak İstanbul’da eşi görülmemiş delice bir ihtişam gösterisinde bulundu. Bu deliliğe de hiç kimse ses çıkaramadı.
İşte bu sıralarda, İstanbul’da serveti, zekâsı, şeytanlığı ile meşhur ulemadan Sebzecizâde İbrahim Efendi ele geçirdiği fevkalâde güzel ve fettan bir kızı saraya överek takdim etti. Sarayda Şekerpare adı verilen bu kız, Padişahtan büyük bir ilgi gördü. Zekâsıyla en etkin ve seçkin gözdelerin üstüne çıkmayı başardı. Sebzecizâde’yi kendisine Deli Hünkâr’ın emriyle kethüda tayin ettirdi.
Sebzecizâde aç gözlü bir adamdı. Saraya girip çıkıyor, Şekerpare’nin nüfuzuyla her işe burun sokuyor, getirisi çok olan memuriyetleri satıyor, saray arazilerini ihale ediyor, çeşitli iradeler ve fermanlar çıkartıyordu. Fakat Şekerpare de zenginlik ve servet toplamak hırsında Sebzecizâde’den aşağı kalmıyordu. Onun vasıtasıyla kazanılan altınları, Padişahtan koparttığı hediyelerle elmasları Valide Hanı’nda kiraladığı kâgir odalarda topluyor, saklıyordu.
Şekerpare güzelliği ve zekâsıyla Valide Kösem Sultan’la da rekabet etmeye, onun oğlu üzerindeki etkinliğini kırmaya başlamıştı.
Kösem Sultan, oğlu İbrahim’e nasihatler eder, onu korkutur, birçok deliliklerine mâni olurdu. Şekerpare ise delinin bütün istek ve arzularını hoş görmek suretiyle Kösem Valide Sultan’ı yendi. Padişah, keyfine kâhyalık eden annesinin Sakız Adası’na sürülmesini emretti.
Kösem Sultan’ın da pek çok taraftarı vardı. Yüksek mevkilerde heyecanlar, yeniçeri ocağında galeyanlar, müthiş dedikodular saray çevresini sardı. Deli’yi korkuttular. Sadrazamın ve ileri gelenlerin araya girmesi ile annesinin Sakız Adası’na gönderilmeyerek Davutpaşa’daki köşkte ikamet etmesine razı oldu.
Şeytanlıkta üstüne olmayan Kösem Valide Sultan rahat durmadı. Saraydaki taraftarları ve casusları vasıtasıyla her şeyi haber alıyordu.
Rakibi Şekerpare’yi mağlup edebilmek için ondan daha güzellerini bulup Padişaha sevdirmek yolunu seçti. Büyük bir serveti vardı. Büyük fedakârlıklarla eline geçirdiği en güzel kız ve kadınları istediği gibi yetiştirip taraftarları vasıtasıyla saraya sokuyor, Padişaha takdim ettiriyor, taraftarlarını devamlı arttırıyordu.
Hazırladığı düzenler, yaptığı hücumlar sonunda netice verdi. Şekerpare gözden düştü ve Mısır’a sürgün edilmesine emir çıktı.
Şekerpare’nin yardakçılarından saraya çok girip çıkan, “Fitne Kumkuması” adı verilmiş biri vardı: Hasan Paşa’nın boşadığı eşi Hamide Hatun. Müthiş bir kadındı. Kösem Valide Sultan onun da Mısır’a, Şekerpare’nin yanında sürgüne gönderilmesi için emir çıkarttı.
Bostancılar Hamide Hatun’u tutup Şekerpare’nin sürgüne gönderileceği gemiye götürmek için konağına gittikleri zaman, Fitne Kumkuması’nın düzenlediği büyük bir hileyle oyuna geldiler. Şeytan kadın, sürgün edileceğini haber alınca sadık cariyelerinden birini çoktan kandırmıştı. Bostancılar Hamide Hatun’u almak için konağa geldiklerinde sadık halayık, “Hamide Hatun benim! Ne istiyorsunuz?” diye meydana çıktı. Bostancılar onu tuttu, bu sayede Fitne Kumkuması İstanbul’da kalıp gizlenmeyi başardı.
Koçbeyoğlu Pehlivan Ahmet, Şekerpare’yi sürgün yerine götürmek için görevlendirilmişti. Kuvvetli, zeki, atak bir pehlivandı. İşgüzarlık gösterdi. Bir sabah şafak sökerken Şekerpare’nin konağını sardı. Yatağından dehşetle uyandırılan güzel kadın, uyku sersemliği ile o kadar şaşırmıştı ki muazzam servetinden beş on kese altın almak şöyle dursun, odasında bulunan mücevherlerini bile cebine koymaya fırsat bulamadı. Beş parasız yola çıktı.
O kadar hırs ile toplayıp İstanbul’da bıraktığı servetinin haddi hududu yoktu. Konağında ve Valide Hanı’ndaki odalarda bulunan servetine el konulduğunda, bu servet Padişahı bile şaşkına çevirmişti.
Yalnız Valide Hanı’ndaki odalarda sandıklar dolusu mal bulundu, saraya getirildi. Deli Hünkâr’ın isteği üzerine gözleri önünde birer birer açıldı. Her birinden emsalsiz inciler, elmaslar, parlak altın sikkeler, kıymetli şallar ve kumaşlar çıkıyordu. Hepsi meydana yığıldı.
Deli, bir çocuk gibi yerinden sıçrıyor, seviniyor, bağırıyordu:
“Hey kâfir! Benden ne kadar mal çalmış! Ne güzel, ne nadide şeyler toplamış.”
Bütün bu servet Padişahın gözü önünde hazine dairesine taşındı. Sonra onun emriyle Şekerpare’nin konağı da arandı. Orada bulunan sırmalı, inci işlemeli yorganlar, yatak takımları, ağır kürkler ve ipekli kumaşların hepsi saraya getirildi. Delinin önüne saçıldı.
Padişah, Şekerpare’nin bu muazzam serveti toplamasına kethüdası Sebzecizâde İbrahim Efendi’nin vasıta olduğunu haber aldığı zaman, onun da idam edilip bütün servetine el konulmasını emretti.
Böyle beş parasız, sefil bir halde gemiye getirilen Şekerpare, beraber sürgün edildiği kadının Fitne Kumkuması Hamide Hanım olmadığını kimseye söylemedi. Onun İstanbul’da kalmasının kendisi için önemli bir dayanak noktası olacağını düşünüyordu. Mısır ’a gelir gelmez İstanbul’a dönebilmek için çareler aramaya başladı.
Nurü’l-ayn, Şekerpare’yi nazik bir saygıyla karşıladı ve sordu:
“Sarayda Belkıs Sultan’ı gördünüz, tanıdınız mıydı?”
“Tanımamak mümkün müydü? Onun felâketlerine benim düşmanım sebep olmuştu.”
“Onun felâketine Maksut Paşa sebep olmuştu. Paşa sizin de düşmanınız mıdır?”
“Hayır, o görünür sebeptir. Felâketlerimizin asıl sebebi Valide Mahpeyker Sultan’dır.”
“Kösem Valide Sultan mı?”
“Evet. Bu kadın oğlunu daima kontrolü altında tutmak, onun namına ferman çıkarmak için Padişahın yanında şeref ve itibarı olanları perişan edecek bin türlü hile icat ederdi. Belkıs Sultan’ın saraydan atılması, kocasının idamı, mallarına el konulması hep Kösem Valide’nin tertibi ve teşvikiyle olmuştur.”
“Acayip! Belkıs Sultan ise Kösem Valide’den devamlı güleryüz gördüğünü söylüyor, ondan hiç şüphelenmiyordu.”
“Ah! O ne yılandır. Beni de hep öyle tebessümlerle okşayarak zehirleyeceğini anladığım için ondan evvel davrandım. Padişahı onun etkisinden kurtarmaya çalıştım.”
“Onun nüfuzunu nasıl kırabildiniz?”
“Onun nüfuzunu kırmak için Padişahı kandırmak, onunla bir arada olmak yeter sandım. Deli, validesinin Sakız Adası’na sürgüne gönderilmesini emretti. Sonra Kösem Sultan’ın taraftarlarının girişimleriyle Davutpaşa Köşkü’nde kalmasına razı oldu. Ben burada aldandım. Onu saraya sokmamak, Padişahla görüşmesine meydan bırakmamak nüfuzunun kırılmasına yeter sandım. Onun hile ve yalanları yalnız beni değil, Fitne Kumkuması’nı bile aldattı.
Kendisinden bahsettirmiyor, saraya uğramıyordu. Fakat taraftarları vasıtasıyla devamlı benim ve Hamide Hatun’un kuyusunu kazıyordu. Bizim gafil bulunduğumuz bir anda Mısır’a sürgün edilmemiz için bir emir çıkarttılar. Bir sabah yatağımda gözlerimi açınca karşımda müthiş, silahlı, iriyarı üç yeniçeri gördüm. Beni hiç konuşturmadan evden çıkardılar. Ancak gemiye atıldığım zaman işi anlayabildim.”
“Şimdi İstanbul’a giderseniz yine saraya girmeyi başarabilecek misiniz? Ümidiniz var mı?”
“Kesinlikle hayır. Benim zamanım geçti. Saraya girmemi yalnız Valide Sultan değil oradaki bütün gözdeler sonuna kadar önlemeye çalışırlar. Hoş, artık beni Padişah da aramaz ya… O, daima yeniler, tazeler ister.”
“Durum böyleyse, İstanbul’a gitmek için neden bu kadar gayret gösteriyorsunuz?”
“İntikam almak için.”
“Kimden?”
“Kösem Valide’den.”
“Güç iş.”
“Çok güç olduğunu bilirim. Fakat intikam o kadar tatlıdır ki, en zor şeyleri bile göze aldırtır. Ben şimdi sarayın bütün sırlarını, Deli’nin eğilimleriyle zayıf noktalarını bilirim. İstanbul’da saraya takdim olunacak pek güzel, çok zeki bir kız arayacağım. O, sarayda benim talimatım doğrultusunda hareket edecek, ben dışarıdan ona yardımcı ve destek olacağım. Orada Kösem Valide’den intikam almak için benimle beraber çalışacak, Belkıs Sultan gibi, Hamide Hatun gibi birçok kuvvetli yardımcılar bulurum. Kesinlikle Kösem Valide’nin nüfuzunu kırmayı başarırız.”
Şekerpare bu sözleri derin bir hırs ve kızgınlıktan doğan heyecanlarla söylemişti. Bir an durdu. İhtimal ki çok ileri gitmiş; yardımını istediği bu genç, güzel, tecrübesiz kızı ürkütmüş ve korkutmuş olduğunu düşündü.
Diğer taraftan Nurü’l-ayn da başka düşüncelere dalmıştı. Acaba bu müthiş kadına açılmak, kendi arzularını ona anlatmak, onunla beraber çalışmak doğru muydu? Şekerpare’nin İstanbul’da arayacağını söylediği kız, tam kendisi değil miydi? Kendisi saraya girmek, rakiplerini mağlup ederek Padişahı pençeleri arasına almak, güç ve servet kazanmak arzuları beslemiyor muydu? Biraz kuşkuluca sordu:
“İstanbul’a vardığınız zaman Belkıs Sultan’ı arayacak mısınız?”
“Ona şüphe mi var?”
“Zannederim ki o da şimdi İstanbul’da, Kösem Valide’den intikam almak için sizin de takip ettiğiniz hedefe doğru gidiyor. Benim burada olduğumu ve aynı maksat için çalıştığımı haber alınca çok sevinecektir.”
“Siz de mi Kösem Valide’nin mağdurlarındansınız? Siz de mi ondan intikam almayı düşünüyorsunuz?”
Nurü’l-ayn onaylamak için hafif bir gülümseme ile başını salladı. Sonra ona açıldı. Macaristan’dan nasıl getirildiğini, Belkıs Sultan’ın sarayında ne maksatla, nasıl bir talim ve terbiyeyle büyütüldüğünü anlatmaya başladı.
Çok nazik ifadelerle, mütevazı bir şekilde anlattığı hayat hikâyesi, Şekerpare’yi hayretler içinde bırakmıştı. Fettan kadın, İstanbul’da arayacağı ve bulmakta çok zorluk çekeceği güzel ve fevkalâde zeki kızın işte karşısında oturmuş, kendisine tebessümler ettiğini görüyordu. Hayret ve sevincinden zaman zaman yerinden fırlıyor, güzel kızın boynuna sarılıyor, onu şapır şupur öperken, “Sen benim tecrübelerimden, bilgilerimden, yardımlarımdan; Belkıs Sultan’ın da itibarından istifade ederek çalışırsan hiç şüphesiz başarılı oluruz,” diyordu.
Bu uzun sohbetlerden sonra iki güzel kadın arasında gizli olduğu kadar derin bir samimiyet de kurulmuştu.
Nurü’l-ayn o gece Şekerpare’yi misafir etti. Beraber yediler, biraz şarap içtiler. Güzel kız rebap çaldı, şarkılar söyledi. Şekerpare onun sazda olduğu kadar sözde de olan becerisini, neşeyle süzülen gözlerinin sihrini, gönülleri âşık eden cazibesini, hele daha açılıp saçıldığı zaman vücudunun muntazamlığını, yay gibi endamını, cildinin tazeliğini görmüştü. “Hünkâr bu güzellik hazineleri, bu cazibeler, bu nazireler, bu nimetler karşısında çıldıracak, sana esir olacaktır. Ona her ne istersen yaptırabileceksin. Fakat yaptırılacak, istenilecek şeyleri bilmek gerekir,” dedi.
Gece geç vakte kadar sohbet ettiler.
Bir ara, sarayın selamlık tarafına doludizgin koşarak birtakım atlıların gelişi bir hareket, bir heyecan uyandırdı. Sarayda bu tür harekete alışkın olmayan Nurü’l-ayn endişeli bir tavırla kulak kabartmış dışarıyı dinliyor, hareme de intikal eden bu seslerin önemli bir manası olması gerektiğini düşünüyordu.
Yerinden fırladı ve pencereye koştu. Sofayı gören pencerenin perdesini aralayarak dışarıya baktı. Sonra da kendi kendine söylenir gibi,
“Paşayı uyandırmışlar. Selamlığa çıkıyor. Çok önemli bir şeyler olmalı!” dedi.
Şekerpare, bulunduğu bu yabancı ortamda şaşırmış, neşesi kaçmıştı. Endişeli bir tavırla yavaşça sordu:
“Ne olabilir?”
“Her şey olabilir. Bir yerlerde ihtilal… Yahut İstanbul’dan haber getiren bir haberci… Herhalde çok önemli bir şey… Zaten Paşanın hamisi Sadrazam Kara Mustafa Paşa idam edildiğinden beri burada çok önemli olaylar bekleniyordu.”
“Bu olanların size bir zararı dokunur mu?”
“Bana ne zararı olacak! Biz yatalım ve ışığı söndürelim. Paşa tekrar hareme girdiğinde burada ışık yandığını görmesin.”
Telaşla yerlerinden kalktılar. Fakat henüz hiçbir şey yapmaya vakit bulamamışlardı ki, oda kapısının hafif hafif vurulduğunu işittiler.
Nurü’l-ayn yavaşça kapıya gitti. Heyecanlı ve yavaş bir sesle sordu:
“Kim o!”
“Ben, Reyhan. Açınız.”
Kapı açıldı. Hadımağası içeri girince kapıyı tekrar kapadı. Esrarengiz bir tavırla, “Beni Zeynel Ağa gönderdi,” dedi.
“Önemli bir şeyler oluyor galiba?”
“Olan olmuş. Paşa görevden alınmış. Mısır Valiliğine tayin olan Küçük Emin Paşa İskenderiye’ye ulaşmış. Yakın zamanda buraya gelir. Yarın saray tahliye olunacak. Yeni valiyi karşılamak için hazırlanacak. Zeynel Ağa, Korkmasınlar, her an hazırlıklı olsunlar, diye benimle size haber gönderdi.”
“Korkulacak bir şey var mı? Paşanın idamına ferman mı gelmiş?”
“Belli değil. Paşa selamlıkta heyecanlar içindedir. Onun muntazam, kuvvetli ve sadık bir kapı halkı var. Yeni Vali kolay kolay tutup onu idam edemez. Bu sebeple buraya cellat gönderilmesine ihtimal verilmiyor. Fakat her ihtimale karşı uyanık bulunmak için hazırlanıyorlar.”
“Yeni Vali kaç güne kadar buraya gelebilir?”
“Büyük bir kafilenin İskenderiye’den Kahire’ye gelebilmesi alelade yolcuların gelmesi kadar kolay değil. Bir iki hafta geçer sanırım.”
“Öyle ise siz yarın sabah erkenden buradan çıkıp derhal İskenderiye’ye gitmelisiniz. Oradan kaça olursa olsun güzel bir gemi tutarak, mümkün olduğu kadar süratle İstanbul’a gideceksiniz.”
“Özel bir gemi kiralamak için çok paraya ihtiyaç var.”
“Bilirim. Para için hiç düşünmeyiniz. İkinizin de ceplerini altınla dolduracağım.”
Sonra Şekerpare’ye dönerek ilave etti.
“Bir valinin gideceği, diğer valinin geleceği bu karışıklık dönemi sizin için çok güzel bir fırsattır. Sizi gözetleyip takip edecek olan casuslar şimdi kendi dertlerine düşmüşlerdir. Sizin zekâ ve kararlılığınız bu fırsatı kaçırmamalıdır.”
6
Çeşitli Divanelikler
Abdülaziz zamanına kadar asırlarca Osmanlı saltanat hanedanına eğlence merkezi olan Topkapı Sarayı hiçbir zaman muhteşem, düzenli bir saray görünümünde olmadı, olamadı. Bulunduğu yer dünyada benzeri bulunmayan, ender bir güzellikte olmasına rağmen padişahların korkaklığı ve kıskançlığı sebebiyle hisarlarla, kalın duvarlarla öyle zalim bir şekilde çevrilmişti ki saray olmaktan çıkmış, kasvetli kubbelerden oluşan bir mabet, eski bir kale halini almıştı.
Padişahların hayatı bu zevksiz, düzensiz binalar içinde; haremlik ve selamlık dairelerinde; cahil, dünyadan habersiz cariyeler ve içağaları arasında içki ve eğlenceyle geçiriyordu.
Hele Deli İbrahim bu ortamda şımarık bir çocuk hayatı yaşıyor, bahçelerde maiyeti arasında gezerken türlü türlü divanelikler yapıyordu.
Özellikle öldürülmekten ve tahttan indirilmekten kendisini koruduklarına inandığı annesi Kösem Sultan’la, Sadrazam Kara Mustafa Paşa’dan biraz korkuyor, çekiniyordu. Fakat Valide Sultanla Sadrazamın arasının açıldığı, annesinin teşvikiyle Kara Mustafa Paşa’yı kolayca idam ettirmeye muvaffak olduğu zaman, artık sadrazamlardan da korkusu kalmamıştı.
Çok asabiydi. O kadar şımartılmıştı ki yerli yersiz her düşündüğünün, verdiği her emrin mutlaka ve derhal yapılmasını istiyor ve yaptırıyordu.
Sevdiği şeyler içki, kadınlar ve beğendiği yaldızlı, simli, altınlı, elmaslı, cicili bicili eşyalardı. Kıymetli taşlar kullanarak kayıklar, arabalar, leğenler, ibrikler, nalınlar yaptırmış; sakalının tellerine inciler taktırmıştı. Saygı ve hürmet ettikleri cinler, periler, kerametler, sihirler ve efsunlar idi. Millet, memleket, siyaset gibi şeylerle zihnini katiyen yormazdı. Onun için siyaset, gücendiği adamların kafasını kestirmekti. Memleket, gördüğü yerlerden ibaretti. Bir defasında onu Bursa’da Keşiş Dağı’na çıkarmışlardı. Gözü önünde uzanan şehirler, kasabalar, köyler görünce hayretle,
“Bu memleketlerin hepsi bizim mi?” diye sormuştu.
Daha başka birçok memleketlerimiz bulunduğu kendisine anlatıldığı zaman inanmakta bir hayli güçlük çekmişti.
Sinirlendiği ve canı sıkıldığı zaman başvurduğu tek şey üfürükçülerin, cincilerin sihirleri idi. Onlara itimadı sonsuzdu. Bu düşkünlüğünden faydalanmayı pek güzel bilen Cinci Hoca, onu senelerce elinde bir kukla gibi oynattı. Parasına para, hazinesine hazine kattı.
Padişah delice bir öfkeyle Sadrazam Salih Paşa’yı boğdurduğu zaman yerine getirdiği Ahmet Paşa da Cinciye taş çıkartıyordu.
Ahmet Paşa, gelecek hırsı ile çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen divanenin biriydi. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde bundan daha yeteneksiz bir sadrazam görmemişti. Artık sarayda Deli’ye nasihat edecek, önüne geçecek hiçbir kuvvet kalmamıştı. Ne millet, ne memleket, ne de kâinat düşünülüyordu.
Çılgınca bir israf ve eğlence devri başladı. Çılgınlıklar öyle ayyuka çıktı ki, bir içki âleminde Deli Hünkâr’ın hoşuna giden Çingene Ahmet yeniçeri ağalığına, Hokkabaz Kör Müslihiddin de kaptan paşalığa tayin olundu. Deli’yi bu iradeden vazgeçirmek için sarhoşluktan aymasını beklediler ve çok uğraştılar.
İsraf o dereceye geldi ki, memleketin bütün varlığı saraya aktığı halde yine yetmiyor, zulümler yapılarak mallara el konuluyor, büyük memuriyetler âdeta açık arttırmayla satılıyordu. Korku ve utanma kalmamıştı.
Rezalet ve utanmazlık o derece arttı ki makamlar birbiri ardı sıra birkaç kişiye satılmaya başladı. Para ile satın aldığı memuriyet makamına oturuşunun ertesinde yerine başkasının geldiğini gören valiler, kadılar çılgına dönüyorlardı.
Memlekette asayiş, sınırlarda kuvvet, halkta emniyet kalmamıştı. Macarlar Bosna sınırından tecavüz ve taarruzlar yapıyor, Girit’te savaş devam ediyordu. Sivas Valisi Vardar Ali Paşa ile Bağdat Valisi İbrahim Paşa ayaklanmışlardı. Hiçbir namus ve hamiyet sahibi, değil ağız açıp şikâyet etmeye, hakikatleri söylemeye dahi cesaret edemiyordu.
Memleket bu krizler içinde kıvranırken, saray hiçbir şeye aldırmadan, doludizgin zevkinde, sefasında eğleniyordu.
Eğlence, düğün, zevk ve sefa olsun diye, Padişahın iki ve üç yaşlarındaki kızlarının genç ve zengin devlet erkânıyla nişanlanması kararlaştırıldı. Maksat valide gözdelerin mürüvvet görmesi, saraya birçok hediyeler gelmesi idi. Fakat hazinede beş para yoktu. Sıkıntı had safhaya ulaşmıştı. Düğünler nasıl yapılacaktı? Deli’ye söz anlatmak mümkün değildi. O, İbrahim Paşa Sarayları’nın derhal tamir edilip düzenlenmesi ve süslenmesi için emir vermişti.
Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve damadı İbrahim Paşa tarafından inşa ettirilmiş olan ve şimdiki Sultan Ahmet Camisi ile Adliye Binası mevkilerini boylu boyunca kaplayan bu muazzam sarayların tamir ve döşenmesine para bulmanın mümkün olamayacağını Deli’ye bin bir zorlukla anlattılar. Onu yalnız meydana nazır kubbeli dairenin döşenmesine ikna edebildiler. Fakat bu dairenin iki büyük arz odasından birinin samur, diğerinin vaşak kürklerle döşenmesinde ısrar ediyordu. Eyüp’te oturan ve “Voyvoda Kızı” diye bilinen fettan, zeki bir kadın, güzel masallarla hikâyeler anlatmakla ün kazanmıştı. Hasekiler bunu Hünkârın huzuruna çıkarmışlardı. Kadın, garip masallar anlatarak Deli’yi eğlendirmişti. Bu masallardan birinde gayet meşhur bir hükümdardan bahsdiyordu. Onun sarayını kürklerle döşettiğini, gezintiye çıktığı kayığın kıymetli mücevherlerle süslü olduğunu anlatmıştı.
Deli, o hayali padişahın yaptıklarını kendisi de yapmaya muktedir olduğunu göstermek istiyordu. İşte saray arz odalarının samur ve vaşak kürkleriyle döşenmesi, elmaslarla süslenmiş bir kayık yaptırılması emirlerini vermesi hep bu masallardan ilham almasındandı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.