Полная версия
Haremin sultanları
Valinin ne yaptığını, Mısır ’ı nasıl idare ettiğini arayan soran yoktu. İstenilen şey hazine payının gününde gönderilmesi; saraya, Babıâli’ye sık sık kıymetli hediyelerin takdim edilmesiydi.
Valiler ancak İstanbul’a külliyatlı para yetiştirmek, oradaki zavallıları idare etmekle makamlarını koruyabiliyorlardı. Bütün gayret ve iktidarlarını para toplamaya, aciz halkı soymaya hasrediyorlardı. İstanbul’a gönderilecek hazinelerden başka kendisi için de büyük bir servet toplamak fırsatını kaybetmek isteyen yoktu. Mısır’dan dönen her vali muhakkak zengindi.
Mısır Valisi Nakkaş Paşa, damat olmasına güvenerek ahaliyi soymak hususunda bütün eski valilere rahmet okutacak derecede ileri gitmişti. Bundan başka Babıâli’ye de önem vermiyor, hazineye göndermesi gerekeni de göndermeyip, bütün topladığı hazineleri kendine mal ediyordu.
Sadrazam Kara Mustafa Paşa çok zeki, kararlı ve cesur adamdı. Nakkaş Paşa’nın kendisine önem vermeyişine çok gücendi. Padişahın hemşiresi onun alınmış olacağını hiç düşünemedi. Sadrazam, Deli İbrahim’i kandırarak eniştesinin azledilmesi için bir ferman çıkarmada başarılı oldu.
Nakkaş Paşa İstanbul’a geldiği zaman gemiler dolusu mal ve eşya getirdi. Doğruca karısı Belkıs Sultan’ın sarayına giderek Sadrazamın semtine uğramadı. Hiddeti artan Sadrazam, Deli Hünkâr ’a eniştesinin Mısır’dan getirdiği hazineleri, pek kıymetli eşyaları anlatarak, onun hırsını tahrik etti. Nakkaş Paşa’nın sahip olduğu eşyaya el konulması için ikinci bir ferman çıkarttı. Mısır Valiliğine de hemşerilerinden Maksut Paşa’yı gönderdi.
Kara Mustafa Paşa’nın Maksut’a o kadar ilgisi ve itimadı vardı ki, “Benden sonra sadrazam olmaya lâyık yegâne kişidir,” derdi.
Maksut Paşa, Sadrazamın ilgi ve korumasına güvenerek Mısır’da Kasr-ı Yusuf ’ta gerçek bir hükümdar gibi debdebe ve ihtişam içinde yaşıyordu. Harem dairesi de saray kadar kalabalıktı. Fakat kadınların çoğunluğunu Habeşî, zenci halayıklar oluşturuyordu. Rum, Çerkez, Gürcü, Rus dilberler nadirdi.
Maksut Paşa’nın o zamanlar pek nadir olan bir özelliği vardı. Hevesi gelip geçici değildi. Beğendiği bir kadını sever, onunla yetinir, vefa gösterirdi. Son göz ağrısı olan bir Gürcü kızının doğururken vefat etmesine pek üzülmüştü. Sarayı dolduran kadınlar arasında üzüntüsünü giderebilecek, kendisini teselli edecek, sevilmeye lâyık bir kız bulamıyordu.
O esnada İstanbul’a hazine götürmeye kethüdası Zeynel Ağa’yı memur etmişti. Zeynel’in kılığı, kıyafeti, hali, hareketi kaba görünürdü fakat ruhen pek ince, fikren pek zarif bir adamdı. Paşanın kethüdası olmaktan öte, arkadaşı idi. Onun her halini, zevkini, huyunu bilirdi. Ona İstanbul’dan güzel, terbiyeli, nazik bir cariye alıp götürürse pek makbule geçeceğini düşündü. Kendisine bu cariye vasıtasıyla minnettar kalacak Maksut Paşa üzerinde daha etkili bir nüfuzunun olacağı da hesaba dâhildi tabii.
Birçok esirci evini gezdikten sonra nihayet Nurü’l-ayn’ı Mısır Valisine takdim edilmeye lâyık görmüştü. Yüksek bir fiyatla satın aldığı kızı beraberinde Mısır’a götürürken ruhunu, ahlâkını, yeteneklerini daha iyi tanıyor, tanıdıkça kıymetini daha yüksek buluyordu.
Geminin esir alındığı, Nurü’l-ayn ve Suphi ile beraber Girit korsanlarının eline düştükleri vakit, bu taze ve nazik kızın gösterdiği cesaret ve kuvvete hayran olmuştu. Suphi, Nurü’l-ayn’dan daha büyük, daha kuvvetli olduğu halde ondan akıl, fikir, cesaret alır; onun emir ve işaretiyle hareket ederdi.
Girit korsanlarıyla görüşmeler yapıldığı sırada Nurü’l-ayn öyle isabetli fikirler verdi ki, Zeynel Ağa da güzel kıza sormadan hiçbir iş göremez oldu. Onun güzelliğine, aklına, fikrine, pratik zekâsına hayran olduğu kadar ağırbaşlılığını ve namusunu da takdir ediyordu. Suphi’nin kendisine âşık olduğunu kız da anlamıştı. İhtimal o ki bu genci kendisi de sevmiş ve beğenmişti. Fakat Suphi’ye cesaret verecek en küçük bir zaaf göstermiyor, onu daima saygılı davranmaya mecbur ediyordu.
Aslında Suphi de Zeynel Ağa’ya verdiği söze tamamıyla uyuyor, Nurü’l-ayn’a karşı kardeş gibi görünüyordu.
***Zeynel Ağa ile Nurü’l-ayn’ın ve Suphi’nin birbirine karşı vaziyetleri garip bir şekil almıştı.
Kendilerini kurtarmak için Zeynel Ağa’nın Mısır ’dan getirttiği para ellerine ulaşana kadar esarette geçirdikleri zaman samimiyetlerini arttırdı. Her iki erkek de mesut yaşıyor, ertesi günü düşünmüyorlardı. Düşünen ve vaziyeti anlayan sadece Nurü’l-ayn idi.
Nurü’l-ayn pek ince bir kadın bakışı ve hissiyle bu adamların kalbini okuyordu. Her ikisinin de kendisine başka başka hislerle âşık olduğunu biliyor, her ikisini de ağırbaşlılık ve nezaketle arzu ettiği gibi kullanıyordu.
Zeynel, Nurü’l-ayn’a onu ilk gördüğü anda, daha esirci evinde hayran olmuştu. Fakat onu kendi halinden, makamından çok yüksek, çok mümtaz bulduğu için bir insaf ve takdir hissiyle efendisine, Paşasına lâyık gördü. O fikir ve karar ile satın aldı.
Zeynel zeki bir İstanbul çocuğu idi. Kültürü ve görgüsü vardı. Tabiatın kendisini güzellikten mahrum bıraktığını, yaşının ilerlediğini bilirdi. Kısa boylu, esmer ve şişmandı. İnce bacakları üstünde koca göbeği, koca kafası, ablak yüzü, küçük burnu, ince dudakları ve seyrek bıyıkları tuhaf bir manzara oluşturuyordu. Yalnızca bir yeri güzeldi. Gözleri…
Gözlerinden parlak bir zekâ, derin bir şefkat, büyük bir vicdan nuru okunurdu. Bunun dışında sevilecek hiçbir şeyi bulunmadığını kendisi de bilir, itiraf ederdi. İhtiyarlamıştı. Yaşı elliyi geçiyordu. O pek güzel, çok zeki, henüz on sekiz yaşında taze kızı delice bir aşk ile sevmenin ve ondan karşılık beklemenin divanelik olacağını biliyordu.
Nurü’l-ayn’ı daha iyi tanıdığı, onun ruhundaki derin fikirleri okumayı başardığı zaman, yaradanın bu pek parlak ve pek güzel eserini Maksut Paşa’ya da lâyık görmemeye başladı. Güzel kızın Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda mutsuz olacağını tahmin ediyordu.
Suphi’nin Nurü’l-ayn’ı yalnız sesi için değil, bütün özelliklerini takdir ederek derin bir aşkla sevdiğini anlamıştı. Gerçi Suphi güzel kız için kalbinde günden güne büyüyen muhabbeti fevkalâde bir azim ve gayretle gizlemeye çalışıyordu. Fakat zavallı âşığın kalbini, Nurü’l-ayn gibi Zeynel de bütün açıklığıyla okuyordu.
Bir zaman geldi, Zeynel bir başkasına lâyık gördüğü bu iki genci birbirine bağışlayıp baş göz etmeyi düşündü. Bu fikir hoşuna da gitti ve kafasında onu tatlı hülyalarla büyüttü. Mademki Suphi’yi evlat gibi kabul etmişti, bu iki genci evlendirmeyi, kendisinin de şefkatli bir baba gibi onların yanında tatlı bir hayat yaşama hayalini gerçekleştirmeyi düşündü. Yalnız kaldıklarında uzun bir konuşmadan sonra bu fikrini Nurü’l-ayn’a açtı.
“Benim hepimizi rahatlıkla geçindirebilecek kadar servetim var. Dünyada hiç kimsem yok. Arzu ederseniz Mısır’a gideceğimize İstanbul’a dönelim. Orada Suphi ile evlenir, rahat ve huzurlu bir hayat yaşarsınız. Ben de yanınızda bir baba gibi mesut olurum,” dedi.
Nurü’l-ayn birkaç dakika kadar tereddütler içinde kaldıktan sonra cevap verdi:
“Müsaade ediniz, etraflıca, iyice bir düşüneyim. Yarına kadar bir karar verir, size söylerim. Bu fikrinizi Suphi’ye açtınız mı?”
“Hayır, henüz ona bir şey söylemedim.”
“İsabet!”
Nurü’l-ayn birdenbire kendisine sunulan bu teklif üzerine tereddütler içinde kalmıştı. Fakat biraz düşününce kalbinde derin kökler salmış olan büyük arzular karşısında tereddütleri sona erdi. Zeynel Ağa’nın parlak bir şekilde anlattığı rahat hayatın resmi zihninde soluverdi.
Nurü’l-ayn’ın kültürüne, zekâsına, fikirlerine, her şeyine galip gelen pek kuvvetli bir hissi vardı. Çok açgözlüydü. Servet ile istikbale, şan ile şöhrete sonsuz bir hırs ve iştahla tutkundu. Belkıs Sultan bu hırsı beslemiş, büyütmüş, genç kızın kalbinde saraya girmek, sultan olmak, Padişahı ve memleketi pençesine almak arzusu derin kökler salmıştı. Kendisi gibi güzel, zeki bir esirden başka bir şey olmayan Hürrem, Safiye, Mahpeyker Sultanlara benzemek istiyordu. Çünkü zemini, zamanı eskisinden daha müsait buluyor; kendini Roksalanlardan, Sofia Baffolardan, Anastasyalardan daha güzel, daha zeki, daha haklı görüyordu.
Bir aralık Suphi’yi düşündü. Evet, bu genç çok yakışıklı, çok zeki, çok hassastı. Kendisine derin bir sevdası olduğunu biliyordu. Kalbini yokluyor, Suphi’ye karşı ilgisiz olmadığını anlıyordu. Fakat Suphi için beslediği sevginin, büyük arzularına ve hırsına galip gelmekten pek uzak olduğunu çarçabuk anladı. Zeynel’in teklifini kabul edip Suphi’nin eşi olarak İstanbul’a dönecek olursa bütün arzularına, bütün hayallerine veda etmesi gerekeceğini düşündü. O durumda da bedbaht olacağını hissediyordu.
Suphi’nin muhabbetini reddetmeyerek onu ümitler içinde yaşatmak, gelecekte onun aşkından yararlanmak mümkündü. Evet, Suphi’ye karşı ilgisiz değildi. Bu güzel genç için kalbinde bir meyil ve muhabbet hissediyordu. Fakat bu hissiyat şiddetli ihtiraslarına mağlup oluyordu.
Epeyce düşündükten sonra kararını verdi. Suphi’yi sevecek, yanında ve emri altında bulunduracak, emellerine ulaşmak için bir alet gibi kullanacaktı.
İstanbul’a istediği gibi şanlı bir şekilde dönüp saraya girebilmek için öncelikle Mısır ’a gitmek, Belkıs Sultan ile Nakkaş Paşa’nın felâketlerine ve bilhassa kendisinin bütün emellerinin yıkılmasına sebep olan Maksut Paşa’yı görmek, muvaffakiyetler göstermek, büyük bir servet toplamak hayallerini besliyordu.
Ertesi gün Zeynel Ağa’ya, “Bir kere Mısır’a kadar gidelim. Mısır ’ı, Maksut Paşa’yı görmek, tanımak istiyorum. Üçümüz müttefik olduktan sonra oradan kaçmak arzu ettiğimiz zaman mümkündür. Kararımızı orada veririz. Şimdilik Suphi’ye hiçbir şey açmayınız,” dedi.
***Henüz Kahire’nin Özbekiye civarı şöhret kazanmamış, yeni saraylar, sayfiyeler yapılmamıştı. Vali, Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda otururdu. Saray eski bir bina idi. İstanbul sarayları tarzında kıymetli halılar, Hint kumaşları, Şam ipeklileri ile süslenmişti.
Sarayın harem dairesini boy boy, renk renk cariyeler doldurmuştu. Nurü’l-ayn bu çevreye girince hayretler içinde kaldı. İstanbul’da, Belkıs Sultan’ın sarayında gördüğü, alıştığı vakar ve sükûnete karşılık burada karınca yuvası gibi bir kaynaşma, bir lâubalilik vardı. Bir sultan, hâkim bir hanım bulunmadığı için hadımağaların düzensiz idaresi altında kalan bu bir sürü kadın ve daire pek perişandı.
Maksut Paşa, kâhyası Zeynel’in kendisine takdim ve hediye ettiği cariyeyi pek beğendi. O akşam harem bahçesinde şarabını Nurü’l-ayn’ın elinden içmek istedi. Şakilik ederken büyük bir vakar ve zarafet gösteren, saz çalıp şarkı söylemekte harikalar yaratan Nurü’l-ayn’ın her hal ve hareketi Paşanın gözünde kıymetini arttırıyordu. O kadar ki neşesi tamam olunca Paşa, Nurü’l-ayn’a hayran bir şekilde, “Ben sana esir oldum,” diyerek bir öpücük için ricada bulunmaya başladı. Diğer bütün cariyeleri kıskandırıyor, ondan başka kimseye iltifat etmiyordu.
Paşanın bu derece büyük iltifatını herhangi bir cariye kendisi için şeref ve muvaffakiyet sayarken Nurü’l-ayn ilgisiz ve kibirli duruyor, elini bile öptürmüyordu. İlgi göstermeyen, dudakları üzerinde uçan tebessümleri ile daima nezaket, zarafet saçan bu güzel kızın hiçbir temasa gelmemekteki inadı Paşanın hayret ve arzusunu arttırdı. Hadımağalarına, “Halvet olsun… Bizi Nurü’l-ayn ile yalnız bırakınız,” emrini verdi.
Meclis dağıldı. Sazlar, sözler, danslar bitti. Etrafı bir sessizlik kapladı. Paşa mahmur gözleriyle Nurü’l-ayn’a hayran ve meftun bakakalmıştı. Bu kahredici ve baskıcı Paşa, güzel kızın önünde cazibesine kapılmış gibi diz çöktü. Titreyen elleriyle ona sarılmak istiyor, bir buse için yalvarıyordu.
O zaman genç kız vakur ve samimî bir tavırla Paşayı elinden tuttu, kaldırdı. Kendi de geçip karşısına oturdu. Yavaş yavaş, sohbet eder gibi söylüyordu.
“Paşam! Ben daha çocukluğumda en yüksek çevrelerden en derin belaların tam ortasına düştüm. Felâketler, acı tecrübeler görerek büyüdüm. Beni ne kamçı, ne işkence, ne de ölüm yıldırabilir. Hepsini gördüm ve dayandım. Hayatta kati bir azmim ve arzularım var. Beni hakiki bir muhabbetle sevecek, ebediyen bana bağlı kalacak vefakâr bir erkeğe eş, namuslu bir anne olmak isterim. Çocuklarımı büyütmek için tertemiz kalmasını istediğim ellerime, kocamdan başka hiçbir erkek el süremeyecektir.”
Paşa mest olmuş ve saygı dolu bir tavırla, “İşte sana ebediyen bağlı kalacak koca ve âşık benim,” dedi.
“Bu, bir tek sözle ispat edilemez. Zamanla gerçekleşen deliller ister. Şunu ruhumun bütün saflığıyla söylüyorum. Daha ilk bakışta kalbim size kayıtsız kalamadı. Çehreniz sevimli, hal ve hareketleriniz mertçe, sözleriniz tatlıdır. Bekleyişiniz ruhunuzun, nişlerinizin inceliklerine şahittir. Sevilmeye lâyık bir kahramansınız. Fakat ben Avrupalı bir kızım. Pek kıskanç yaratılmışım. Seveceğim erkeğin muhabbetine başka kadınların iştirak etmesine mümkün değil katlanamam. Sevgilim benim, yalnızca benim olmalıdır. Sevdamızda kabullenebileceğimiz bir eşitlik bulunmalıdır.”
Sarhoşluğuna rağmen genç kızı can kulağıyla ve anbean artan bir dikkatle dinleyen Paşa yalvararak, “Vallahi istediğin gibi yapacağım. İstersen bugünden, bu andan tezi yok bütün odalıklarımı saraydan çıkartayım. Burada sen, yalnızca sen hükümran ol,” dedi.
“Bu yeterli değil. Ben sarayda değil, sizin gönlünüzde hükümran olmak isterim. Buna da zamanla, delillerini görüp de inanmalıyım.”
“Peki, ne delil istersin? Seni inandırmak için ne yapayım?”
“Yalnızca sabrediniz. Zamanın gelmesini bekleyiniz.”
“Bekleyeceğim, sana sahip olabilmek için her neyi emredersen onu yapacağım.”
***Nurü’l-ayn, Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda artık hükümran oluyordu. Fakat Maksut Paşa’nın aşkının günden güne alevlenmekte olmasından korku duyuyor, sıkılıyor, onun zaptedilemeyecek bir dereceye gelmesinden endişe ediyordu.
Zeynel ile Suphi sarayın selamlık dairesinde idiler. Nurü’l-ayn, Zeynel Ağa’ya bir baba gibi hürmet ettiğini Maksut Paşa’ya söylemişti. Zaten Paşanın da Zeynel’e büyük bir itimadı vardı. Böyle olunca Nurü’l-ayn zaman zaman Zeynel’i görüyor, ondan mühim haberler alıyordu. Bu arada Maksut Paşa’nın hamisi Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın idam edildiğini, İstanbul’da talihin Kara Mustafa Paşa taraftarlarına küsüp, muhaliflerinin ve yağmacıların yüzüne gülmeye başlamış olduğunu öğrenmişti. Maksut Paşa’nın da bu durumdan dolayı endişelere düştüğünü anlamıştı.
Demek İstanbul’da devir değişmişti. Belkıs Sultan’ın Kara Mustafa’ya şiddetle karşıt ve düşman olduğunu biliyordu. Nakkaş Paşa’yı Kara Mustafa idam ettirmemiş miydi? Şimdi Kara Mustafa’nın öldürülmesini sağlayan, Deli İbrahim’i elde ederek iktidar makamına geçenler arasında Belkıs Sultan’ın da bulunmasının imkânsız olmadığını hesap etti.
Belkıs Sultan kardeşi deli Hünkâr ile barışmış ise, kendisinin o yolla saraya girip Sultan İbrahim’i etkileyerek ona ve memlekete hükümran olmasının mümkün olabileceğini düşündü.
Önce Belkıs Sultan’a bir haber uçurmak istedi. Bunu ancak Zeynel aracılığıyla yapabilirdi. Fakat ellerinden kaçmak, İstanbul’a gitmek, Belkıs Sultan’a katılmak fikrini Zeynel’e açmanın uygun olmayacağını düşünüyordu. Zeynel’i de kandırabileceği başka bir plan tasarladı.
Bir gün Zeynel Ağa ile görüştükleri sırada gayet sade bir tavırla, “İstanbul’da beni evlat gibi büyütmüş, terbiye etmiş olan Belkıs Sultan’a derin bir saygı ve minnet beslerim. Onun bütün malına el konmuş, zavallı Sultan sefalet içinde kalmıştır. Maksut Paşa bana burada birçok hediyeler, elmaslar, altınlar veriyor. Bunlardan bir kısmını olsun bu zavallı kadına göndermek, onunla dayanışma içinde olmak mümkün olamaz mı? İstanbul’a gönderilecek bir adam, bir vasıta bulamaz mıyız?” dedi.
“Vasıtaya ne lüzum var? Biz kaçalım, kendimiz gidelim.”
“Bizim firarımız tehlikelidir. Bunu kaç sefer düşündükse sakıncalı bulmadık mı? Maksut Paşa’nın hâlâ büyük bir itibarı ve kuvveti var. Beni devamlı olarak ilgi ve dikkatle takip ediyor, kıskanıyor. Kaçarsak firarımızı derhal haber alacak ve bizi takip ettirecektir. Uygun bir fırsatın çıkmasını beklemek gerekir. O zamana kadar nasıl olsa ben kendisini oyalayacak, daha birçok hediyeler ve bağışlar alacağım. Benden direniş gördükçe hevesi daha da artıyor.”
“Fakat bu heveslerle birlikte tehlike de artıyor. Nihayet bir gün elinden kurtulamayacaksınız.”
“Ben kurtulmanın yollarını düşündüm. O zaman da uzak değildir. Mademki İstanbul’da Sadrazam öldürülmüş, Paşayı koruyan da kalmamıştır. Onu kolay kolay burada, Mısır Valiliğinde, bir servet ve gelecek merkezinde bırakmazlar. Yakında buraya yeni bir valinin çıkıp geldiğini göreceğiz. O zaman Maksut Paşa İstanbul’a dönmeye mecbur olacaktır. Biz de rahat ve esenlikle İstanbul’a döneriz.”
“Ya validen evvel bir cellat gelirse?”
“Cellat gelirse bize ne?”
Zeynel Ağa acı acı güldü.
“Evet, sizin için bir şey yok. Fakat bu zamanda kafası kesilen vezirlerin kethüdaları da beraber kurban gidiyor.”
“Sen o kethüdalardan değilsin. Merak etme, sana bir şey olmaz, seni ben mutlaka kurtarırım.”
Kethüda düşünmeye başlamıştı. Nurü’l-ayn ona, “Endişelere, acı düşüncelere daldın?” dedi.
“Hayır, İstanbul’a gönderilecek bir vasıta düşünüyordum. Nakkaş Paşa Mısır ’dayken hizmetinde bulunan zenci kölesi Reyhan, Paşanın Mısır ’dan gidişi esnasında hasta olduğundan burada kalmış, onunla beraber gidememiş. Sonra Nakkaş Paşa’nın felâketini haber alınca, burada bulunan Darüssaâde Ağası Dilâver Ağa’nın konağına kapılanmış.”
“Reyhan şimdi burada, Mısır ’da mıdır? Onu çok iyi tanırım. O da beni iyi bilir. Onu buraya getirip benimle görüştüremez misiniz?”
“Dilâver Ağa’nın bizim Paşa ile arası açıktır. Onun adamlarıyla ilişki kuramayız. Reyhan’ı buraya getirmek zordur. Onu bir kere ben göreyim.”
“Hayır, onu mutlaka benim görmem gereklidir.”
Nurü’l-ayn, Zeynel’e sokuldu. Ona istediğini yaptırmak için iltifatlarla tombul yanaklarını okşayarak, “Sen benim babam, ben de senin kızın olacak değil miyiz?” deyiverdi.
Zeynel bu güzel ellerin yüzüne temasından, kendine yapılan iltifatlardan sonra yılıştı, yumuşadı. Dedi ki,
“Çare bulmak kolay değil. Reyhan’ın buraya geldiğini Paşa haber alırsa düşmanlarıyla birlik olduğumuzu düşünür. Zaten kuşkular, endişeler içindedir. Hepimizden şüphelenir. Acaba nasıl bir çare bulmalı?”
“Burada Reyhan’ı kim tanıyacak? Mesela, onu satılık bir hadımağası olarak buraya getirirler. Yeteneklerinin anlaşılması için birkaç gün sarayda kalır. Ben onu hizmetime alırım. Bir iki gün sonra da beğenmemiş olurum. Saraydan defederiz. Şüphe edilecek bir tarafı da kalmaz.”
“Bakalım, düşüneyim. Arayacak, elbette bir çare bulacağız.”
***Zeynel Ağa çareyi bulmuş, Reyhan saraya girmişti. İşte Nurü’l-ayn’ın odasında baş başa vermiş, konuşuyorlardı. Nurü’l-ayn, “Nakkaş Paşa’nın idamına, Belkıs Sultan’ın bugün matemler, sefaletler içinde sürünmesine asıl sebep Maksut Paşa’dır,” dedi.
Arap hayretle gözlerini açtı.
“Maksut Paşa mı? Nasıl olur? Maksut Paşa Mısır ’a geldi, bizim Paşa İstanbul’a gitti!”
“Öyle ama bizim Paşa İstanbul’a gidince arkasından Maksut Paşa Sadrazamla Padişaha şikâyetnameler yazmış. Nakkaş Paşa bütün Mısır ahalisini zulümlerle soydu. Beraberinde İstanbul’a birçok hazineler götürdü, demiş. Sadrazam ve Padişah, Nakkaş Paşa’nın elindeki malları alıkoymak için bu sözleri bir koz olarak kullandılar. Paşa hapsedildi. Eşi Belkıs Sultan yapılanlara gücendi, kardeşi Hünkâra karşı bağırıp çağırdı. Deli Hünkâr da hiddetlendi. Belkıs Sultan’a düşman olan Kösem Valide Sultan, Padişahı teşvik ve tahrik etti. Nakkaş Paşa idam edilerek bütün malına el konuldu. Belkıs Sultan da saraydan atıldı.”
“Allah, Allah!”
“Şimdi düşünelim. Eğer Maksut Paşa o iftiraları yapmamış olsaydı, Nakkaş Paşa asılır mıydı? Ben de satılır mıydım?”
“Doğru, doğru. Hakkın var.”
“Hepimize bir anne gibi bakan, büyüten, seven Belkıs Sultan bugün ne büyük acılar, sefaletler içindedir bir bilsen.”
“Vah, vah, vah!”
“Ben de sarayda sultanın kızıymışım gibi güzellikler ve rahat içinde büyürken satıldım. Senelerce esirci ellerinde hakaretler, işkenceler içinde süründüm. Nihayet buraya düştüm. Şimdi burada olduğumu, buranın durumunu Belkıs Sultan’a bildirmek istiyorum.”
“Bir mektup yazdıralım.”
“Mektup yazılması mümkün değil. Çünkü şimdi Sultanın İstanbul’da nerede oturduğunu bilmem. Bilsem bile mektup yazamam. Çünkü Vali Paşanın koruyucusu olan Sadrazam idam edildiği için şimdi Vali burada endişeler, kuşkular içindedir. Düşmanlarının İstanbul’a şikâyetnameler göndermelerinden korkuyor. Kuş uçurtmuyor. Mısır’dan İstanbul’a giden her gemi teftiş ediliyor. Bütün mektuplar okunuyor. Paşa benim Belkıs Sultan’a mektup yazdığımı haber alırsa hem mektubu göndermez, hem de bana işkenceler eder.”
“O halde ne yapmalı?”
“İstanbul’a inanabileceğim, söz anlar, emniyetli bir adam göndermek istiyorum. Seni bunun için arattım, bunun için buraya davet ettim.”
“Ben de İstanbul’a gitmek isterim. Fakat seyahat için çok para gerekli. Bende ise beş para yok.”
“Sen onu düşünme. Bende para var. Vali Paşa bana bol bol hediyeler veriyor, bağışlar yapıyor. Onun taşıyla yine onun başını yarmaya çalışalım. Sana istediğin kadar para veririm. Sen dediklerimi yapmaya razı olacak mısın?”
“Ne diyecek, ne isteyeceksin? Yapabileceğim bir iş mi? Bilmem ki!”
“Kolay bir iş… Sana burada anlatacağım şeyleri gidip İstanbul’da Belkıs Sultan’ı bularak ona anlatacaksın. Sözlerim çok önemli sırlar olduğu için Sultandan başka hiç kimseye, hiçbir harf söylemeyeceğine yemin edeceksin. Razı mısın?”
“Evet, bu kolay bir iş… Yapabilirim.”
“Öyle ise derhal hazırlanmaya başla. Yarın İskenderiye’ye gidecek, oradan ilk vasıta ile İstanbul’a hareket edeceksin. Orada Sultana söyleyeceğin şeyleri ben bu gece hazırlayacağım. Yarın sabah beni görecek, talimat alacaksın. Eğer işi lâyıkıyla yaparsan İstanbul’da büyük mükâfatlara nail olacaksın. Yakında biz de İstanbul’a gideceğiz. Seni orada Sultanın yanında bulurum.”
“Siz de mi İstanbul’a gideceksiniz? Ne zaman?”
“Zamanını bilmem. Fakat benim hesabıma göre sen İstanbul’a vardıktan bir iki ay sonra.”
***Mehtaplı, güzel bir geceydi.
Nurü’l-ayn odasının penceresinde oturmuş, ertesi sabah Reyhan’a vereceği talimatı düşünüyordu.
O zaman İstanbul gibi Mısır’da da geçerli ve değerli iki şey vardı: sihir ve musiki.
Sihirbazlar ve efsunkârlar herkesi kolayca aldatmayı başarabiliyorlardı. Çünkü ortam çok müsaitti. Memlekette ilim ve irfan namına hiçbir şey kalmamış gibiydi. Ulema zümresinin makamını zekâ ve şeytanlıkla entrika çeviren, açgözlü ve ahlâksız cahiller işgal ediyordu. Bunlar ilim, iman, din namına birtakım efsaneler, hurafeler, batıl rivayetler ile halkı aldatmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı.
İçki, kadın, ahlâksızlık son derece revaçta olduğu için gençler arasında güzel sesi olan ve saz çalanlar tercih ediliyorlardı.
Maksut Paşa zeki ve hassas bir adamdı. Buna rağmen cin, peri ve sihre de pek inanırdı. Mısır’ın meşhur büyücülerini saraya getirtir, onlar vasıtasıyla Padişahın yönetiminin devamı, kendisinin de Mısır’da kalması için sihirler yaptırır, efsunlar okuturdu.
Nurü’l-ayn bütün bu sırlara vakıf olmuştu. Şimdi Mısır Valisinin Padişaha sihirler, büyüler yaptırmakta olduğunu Deli Hünkâr ’a ihbar ederse, onun derhal azledilmesine, hepsinin İstanbul’a gitmesine sebep olabilirdi. Çünkü Deli İbrahim de sihir, efsun ve büyüye inananıp korkanların başında geliyordu.
Bu haberi Belkıs Sultan vasıtasıyla, Deli Hünkâr’ın kulağına fısıldayabilirse kendini ona tanıtmış olacağını, kolaylıkla saraya girebileceğini hesap ediyordu.
Gençlik, güzellik, akıl ve zekâ hazinelerinden başka sesinin güzelliğinin, rebap çalmadaki ustalığının sarayda ne büyük, ne kuvvetli bir silah olduğunu biliyordu. Arzusu bir kere saraya girebilmekti. Ötesinin çok kolay olacağını düşünüyordu.
Bu güzel mehtaplı gecede sarayın bahçelerinde takım takım içki ve musiki âlemleri yapılıyordu. Paşa bu gece selamlıkta kalmıştı. Haremlik bahçesinde hanımlarla cariyeler kendi aralarında eğlenirlerken, selamlık bahçesindeki içki âleminde çalınan sazlar ve okunan şarkılar ahenklerin en güzel örneğini sergiliyordu. Erkek seslerinin arasında Suphi’nin davudi sesi hemen seçiliyordu.
Nurü’l-ayn, kendi aşkıyla buralara kadar gelen bu İstanbul çocuğunun yanık yanık okumaya başladığı gazeli dinlemeye daldı.
Suphi, o anda Nurü’l-ayn’ın kendisini dinlediğini düşünerek, ona hitap ediyor gibi kalpten gelen, etkili bir gazel okuyor, “Aman!” diyor, “Ah!” ediyordu. Güzel kadın bu zavallı, hassas, hayalperest âşığına acıdı. Onun İstanbul’da, Davutpaşa Bağları’nda, esirci evinin etrafında gezinirken bu etkili sesiyle bal satar gibi kendisini davet edişini hatırladı. İşte şimdi de o ahenk ile yine uzaklardan kendisine hitap ediyordu.
Nurü’l-ayn bu şiddetli sevdanın etkisinden, cazibesinden kurtulamadı. Gözlerinden kayan ateşli gözyaşlarının yanakları üzerinden yuvarlandığını hisseti. Suphi’yi düşünüyor ve ona acıyordu.
Nurü’l-ayn, Suphi’nin muhabbetine karşı ilgisiz değildi. Eğer gelecek ve iktidar hırsı kalbini ve bütün hislerini bu derece kaplamamış olsaydı o muhabbet şüphesiz kalbinde en mümtaz yeri tutacaktı. Fakat çok meşhur bir kadın olmak, hükümdarlara hükmetmek hevesi bir hastalık gibi bütün benliğini sarmış, hırsı aşkını yine yenmişti.