Полная версия
12 yıllık esaret
Çok hoş bir sabahtı. Irmağın kenarları boyunca devam eden tarlalar yemyeşildi. O mevsimde görmeye alışık olduğumdan çok daha önce görüyordum bu manzaraları! Güneş sıcacık parlıyor, kuşlar ağaçlarda şarkılar söylüyordu. Neşeli kuşlar! Onları kıskanmıştım. Onlarınki gibi kanatlarımın olmasını diledim. Böylece havada süzülüp Kuzey’in serin ikliminde boş gözlerle babalarının gelmesini bekleyen yavru kuşlarıma uçabilirdim.
Vapur öğleden önce Aquia Deresi’ne ulaşmıştı. Yolcular oradaydı. Burch ve beş kölesi özel olarak onlarla ilgileniyordu. Çocuklarla birlikte gülüyordu. Hatta bir durakta onlara zencefilli çörek bile aldı. Bana başımı dik tutmamı ve akıllı durmamı söyledi. Uslu durursam iyi bir efendim olabilirmiş. Cevap vermedim. Yüzü nefret doluydu ve bakmaya dayanamıyordum. Köşeye oturmuş hala tükenmemiş umudumu, bir gün anavatanımdaki efendiyle tanışma hayaliyle canlı tutuyordum.
Fredericksburgh’da posta arabasından bir otomobile transfer edildik ve karanlık bastırmadan Virginia’nın baş şehri olan Richmond’a vardık. Burada arabalardan indirildik ve sokak boyunca ilerleyip demiryolu deposu ve ırmağın arasında, Bay Goodin adındaki bir adamın köle hücresine getirildik. Burası Washington’daki William’ın yerine benziyordu; sadece biraz büyüktü ve bahçenin iki köşesinde iki tane küçük ev vardı. Bu tarz evler genelde köle bahçelerinde bulunur. Alıcılar pazarlığa oturmadan önce mal gibi alınıp satılan kölelerin incelenmesinde kullanılır. Atlardaki gibi kölelerdeki solgunluk da parasal değerlerinden eksiltirdi. Eğer garanti verilmemişse, zenci ticaretinde de yakından bir muayene yapmak önemlidir.
Bay Goodlin’in bahçe kapısında beyefendinin kendisiyle tanıştık. Yuvarlak, dolgun yüzlü, siyah saçlı ve sakallı, neredeyse kendi zencileri kadar esmer tenli, kısa, şişman bir adamdı. Sert, amansız bir bakışı vardı ve sanırım yaşı elli civarındaydı. Burch’la büyük bir içtenlikle selamlaştılar. Belli ki eski arkadaşlardı. Burch adamın elini sıkarken yanında birilerinin olduğunu belirtip geminin ne zaman kalkacağını sordu. Aldığı cevap geminin ertesi gün hemen hemen aynı saatlerde kalkacağı yönündeydi. Goodin sonra bana dönüp kolumu tuttu, biraz kendi etrafımda döndürdü, iyi mal kontrolü yapabilen adam edasıyla keskin keskin bana baktı ve belli ki içinden ne kadar ettiğimi düşündü.
“Söyle bakalım, nereden geldin sen?”
Bir an şaşırıp “New York’tan,” diye cevap verdim.
“New York mu? Neler yapıyordun o tarafta?” diye şaşkınlıkla sordu.
Burch’un sinirlendiği her halinden anlaşılan yüzüne baktıktan hemen sonra, New York’a kadar çıkmış olsam bile oraya veya bir başka eyalete ait olmadığımı kastederek “Şey, orada sadece kısa bir süreliğine bulundum,” dedim.
Goodin daha sonra Clem’e, sonra da Eliza ve çocuklara dönüp teker teker onları inceledi. Onlara bazı sorular sordu. Çocuğun tatlı yüzünü gören herkes gibi o da Emily’den hoşnut kalmıştı. Onu ilk gördüğüm günkü kadar temiz değildi; saçları biraz dağılmıştı ama bakımsız ve derbeder görüntüsünün altından dünya sevimlisi suratı hâlâ parlıyordu. “Biz birlikte fena sayılmayan bir kafileydik. Fena halde iyiydik,” diyerek fikrini Hıristiyan sözlüklerinde bile bulunmayan birden çok sıfatla pekiştirdi. Sonra bahçeye geçtik. Otuz kadar köle dolanıyorlar veya kulübe içindeki banklarda oturuyorlardı. Hepsi iyi giyimliydiler; erkeklerin şapkası, kadınların eşarbı vardı.
Burch ve Goodin bizden ayrıldıktan sonra ana binanın arkasındaki merdivenlerden çıkıp kapı eşiğine oturdular. Konuşmaya başladılar ama ne hakkında konuştuklarını duyamadım. Sonra Burch bahçeye gelip kollarımı çözdü ve beni o küçük evlerden birine götürdü.
“O adama New Yorklu olduğunu söyledin!” dedi.
Cevap verdim: “New York’a kadar çıktığımı söyledim ama oralı olduğumu veya özgür biri olduğumu söylemedim. Kötü bir niyetim yoktu Efendi Burch. Bilseydim söylemezdim.”
Beni parçalamaya hazırmış gibi bir an bana baktı ve sonra arkasını dönüp gitti. Birkaç dakika sonra geri döndü. “Bir daha New York’la veya özgürlüğünle ilgili bir laf ettiğini duyarsam, sonun ben olurum. Seni öldürürüm. Bundan emin olabilirsin,” diye kükredi.
O zamanlar özgür bir adamı köle diye satmanın tehlikesini ve cezasını benden daha iyi bildiğine hiç şüphem yok. İşlediği suça karşılık benim ağzımı kapatma ihtiyacı duymuştu. Elbette ki öyle bir durumda hayatım bir kuş tüyünden fazla değere sahip olamazdı. Şüphe yok ki ne dediyse onu kastetti.
Bahçenin bir tarafındaki kulübede sert bir masa, üst tarafta da uyumak için tavan arası vardı. Tıpkı Washington’daki hücre gibi. Bu masada akşam yemeğimiz olan domuz etini ve ekmeği yedikten sonra oldukça yapılı ve besili, çehresi hüzünlü koca bir adama kollarımdan kelepçelendim. Zeki ve bilge bir adamdı. Birlikte zincirlenmiş olmaktan dolayı birbirimizin hikayesini öğrenmekte fazla gecikmedik. İsmi Robert’tı. Benim gibi o da özgür doğmuştu ve Cincinnati’de bir eşi, iki de çocuğu vardı. Güneye, oturduğu şehirden onu kiralayan iki adamla birlikte geldiğini söyledi. Özgürlüğünü belgeleyen kağıtlar olmadığı için Fredericksburgh’da ele geçirilmiş, hapsedilmiş ve sonra da aynı benim öğrendiğim gibi sessizlik politikasını öğrenene kadar dövülmüştü. Yaklaşık üç hafta Goodin’in hücresinde kalmıştı. Bu adama çok bağlanmıştım. Birbirimizle empati kurabiliyor, birbirimizi anlayabiliyorduk. Aradan çok da zaman geçmeden buruk kalbi ve gözyaşlarıyla ölüşünü görecek ve son kez cansız bedenine bakacaktım.
Robert ve ben, yanımda Clem, Eliza ve çocuklarla birlikte battaniyelerimiz üstümüzde, bahçedeki küçük evlerden birinde uyuduk. Bizden başka, evde aynı çiftlikten alınıp satılmış, artık güneye doğru yolculuk edecek olan dört kişi daha vardı. İkisi de melez olan David ve eşi Caroline oldukça sarsılmışlardı. Şeker kamışı ve pamuk tarlalarına götürülme düşüncesi onları ürpertiyordu ama en büyük endişe ayrılma fikriydi. Uzun, kıvrak, simsiyah bir kız olan Mary, hem bitkin, hem de olan bitene karşı kayıtsızdı. O sınıftan birçoğu gibi, özgürlük diye bir kelime olduğunu bilmiyordu. Vahşi birinin cehalet çatısının altında büyümüş olduğu için onun da vahşi birininkinden fazla zekası yoktu. Efendisinin kırbacından başka bir şeyden korkmayan, efendisinin sesinden başkasına boyun eğmeyenlerdendi, ki onlardan çokça bulunuyordu. Bir diğeriyse Lethe idi. Onun tamamen farklı bir kişiliği vardı. Uzun, düz saçları vardı ve zenci bir kadın görünümden çok Kızılderili bir görünüme sahipti. Keskin ve kinci gözleri vardı ve devamlı olarak nefret ve intikam lafları ederdi. Kocası satılmıştı. Nerede olduğunu bilmiyordu. Başka bir efendinin de diğerlerinden daha kötü olmayacağına emindi. Nereye götürüleceği pek umurunda değildi. Çaresiz varlığı yüzündeki yara izlerini bir adamın kanıyla temizlemek umuduyla güç bulurdu.
Böyle böyle birbirimizin korkunç hikayelerini öğrenirken Eliza bir köşeye oturup ilahiler söyler, çocuklarına dua ederdi. Bense uykusuzluktan yorgun düşmüş, o “tatlı dinlendiricinin” çağrılarına daha fazla cevapsız kalamamıştım. Yerde Robert’ın omzuna dayanıp başımdaki belayı unutup gün ağarıncaya kadar uyudum.
Sabah olduğunda Goodin’in gözetiminde bahçeyi süpürüp kendimizi yıkamamızın ardından battaniyelerimizi toplamamız, yolculuğumuzun devamı için hazır olmamız emredildi. Clem Ray’e bizimle daha fazla gelmeyeceği söylendi. Burch bir sebepten onu Washington’a geri götürmeye karar vermişti. Oldukça mutluydu. El sıkışıp Ricmond’daki köle hücresinde yollarımızı ayırdıktan sonra onu bir daha görmedim. Fakat sonradan öğrendim ki esaretten kurtulup Kanada’ya özgür topraklara doğru yol almış ve yol üzerinde kayın biraderimin Saratoga’daki evinde bir gece kalıp aileme beni nerede ne halde bıraktığını söylemiş.
Sabah olduğunda Robert ve ben önde yan yana dizildik. Burch ve Goodin tarafından bahçeden alınıp Richmond sokaklarından Orleans Gemisi’ne getirildik. Büyük çoğunluğu tütünle dolu büyük bir gemiydi Orleans. Saat beşi gösterdiğinde hepimiz gemideydik. Burch hepimize teneke bir kupa ve kaşık getirdi. Gemide kırk kişiydik, Clem dışında evdeki herkes oradaydı.
Elimden alınmamış olan bir cep bıçağıyla adımın baş harflerini teneke kupaya kazıdım. Diğerleri etrafımda toplanıp benzer şekilde onlarınkini de kazımamı rica etti. Kısa süre içinde hepsini kazıyarak memnun ettim.
Hepimiz geceleyin bir araya istiflenmiştik ve güverte dolup taşmıştı. Kutuların üstüne veya nerede boş yer varsa oraya uzandık.
Burch bize Richmond’dan öteye eşlik etmeyip Clem’le başkente geri döndü. On iki yıl boyunca, geçen Ocak ayında Washington polis karakolundaki karşılaşmamıza kadar onu bir daha görmedim.
James II. Burch bir köle tüccarıydı. Düşük fiyatlara adam, kadın, çocuk satın alıp onları satardı. Haysiyetsiz mesleği insan eti vurgunculuğuydu ve Güney’de böyle tanınırdı. Şimdilik bu hikayeden uzaklaşacak ama hikaye sona ermeden tekrar görünecek. Adam kırbaçlayan bir tiran olarak değil ama ona hak ettiği cezayı verememiş bir mahkemede tutuklanmış, köpeklik yapan bir suçlu olarak.
5. Bölüm
Norfolk’a Varış – Frederick ve Maria – Özgür Adam Arthur Atanmış Kahya – Jim, Cuffee ve Jenny – FırtınaBahama Kıyıları – Sessizlik – Komplo – Uzun Tekne Çiçek Hastalığı – Robert’ın Ölümü – Denizci ManningGüverte Buluşması – Mektup – New Orleans’a Varış Arthur’un Kurtarılışı – Emanetçi Theophilus FreemanPlatt – New Orleans Köle Hücresindeki İlk GeceHepimiz bindikten sonra Orleans Gemisi, James Nehri’nde ilerlemeye devam etti. Chesapeake Körfezi’ni geçtikten sonra ertesi gün Norfolk şehrinin karşı kıyısında bir yere geldik. Demir atmış beklerken bir mavna yanaşıp kasabadan dört yeni köle getirdi. On sekiz yaşında bir çocuk olan Frederick, tıpkı kendisinden birkaç yaş büyük olan Henry gibi köle olarak doğmuştu. İkisi de şehirde ev hizmetçisi olarak çalışmışlardı. Maria, kusursuz vücudunun yanında cahil ve oldukça kibirli duruşuyla nispeten daha soylu ten rengi olan bir kızdı. New Orleans’a gitme fikri onu hoşnut etmişti. Kendi ilgi duyduğu şeyleri aşırı değerli görüyordu. Tepeden bakan bir edayla arkadaşlarına dönüp New Orleans’a varır varmaz zevk sahibi, zengin ve bekar bir beyefendinin hemen kendisini satın olacağından hiç şüphe duymadığını söyledi!
Ancak dördünün içinden en öne çıkan Arthur’du. Mavna gemiye yaklaşırken başında bekleyenlerle yiğitçe mücadele ediyordu. Onu gemiye büyük uğraşlar sonucu bindirebildiler. Maruz kaldığı davranışlara yüksek sesle itiraz ediyor, serbest bırakılmayı talep ediyordu. Yüzü şişmiş, yara izleri ve morluklarla dolup taşmıştı. Yüzünün bir tarafındaysa tamamen açık bir yara vardı. Aceleyle ambar girişinden ambara doğru girmeye zorlandı. Hikayesinin bir kısmını o öyle cebelleşirken öğrenmiştim ki daha sonra tamamını da anlattı. Hikayesi şöyleydi: Uzun süre Norfolk şehrinde özgür bir adam olarak ikamet etmiş. Ailesi orada yaşıyormuş ve çekirdekten yetişme duvarcıymış. Bir gün bir yerde alıkonulduktan sonra gece geç saatte şehrin varoşlarındaki evine dönerken ıssız bir sokakta bir çetenin saldırısına uğramış. Gücü tükenene kadar dövüşmüş. Sonunda etkisiz hale getirilince ağzını kapatıp elini kolunu bağlamışlar ve kendinden geçene kadar dövmüşler. Onu birkaç gün Norfolk’taki köle hücresinde saklamışlar. Görünüşe bakılırsa bu tarz yerler Güney’deki şehirlerde oldukça yaygınmış. Bir gece önce dışarı çıkarılmış ve kıyıdan ayrılıp bizim gelişimizi bekleyen mavnaya bindirilmiş. İtirazlarına bir süre daha devam etti ve hiçbir şekilde uzlaşmadı. Fakat sonunda sustu. Karanlık ve düşünceliydi ve kendi kendine bir şeyler salık veriyordu. Çehresi en sonunda çaresizlikte karar kıldı.
Norfolk’tan çıktıktan sonra kelepçeler çıkarıldı ve gün boyu güvertede durmamıza izin verdiler. Kaptan, Robert’ı garsonu seçti. Bense yemek konusuna, yemeğin ve suyun dağıtımına gözcülük edecektim. Üç yardımcım vardı: Jim, Cuffee ve Jenny. Jenny’nin yapacağı şey kaynatılmış ve şeker pekmeziyle tatlandırılmış mısır ununu kavurmaktı. Jim ve Cuffee mısır ekmeğini ve domuz pastırmasını pişirecekti.
Varillerin üstünde duran uzunca bir tahtadan müteşekkil masanın yanında durup herkese bir parça et ve ekmek kesip veriyor, Jenny’nin demliğinden de her birine bir fincan kahve dolduruyordum. Tabaklar halledilmişti; şimdi siyah ellerin bıçak ve çatalları tutma vakti gelmişti. Jim ve Cuffee iş konusunda çok hassas ve dikkatliydi. İkinci aşçı pozisyonlarından övünç duyuyor gibiydiler; ayrıca üzerlerinde büyük bir sorumluluk olduğunun da bilincindeydiler. Bana kahya diyorlardı. Kaptan bana bu adı vermişti.
Köleler günde iki kez olmak üzere saat on ve beşte besleniyorlardı. Yemekler ve porsiyonları her zaman aynıydı ve yukarıda açıklandığı şekilde veriliyordu. Geceleyin ise ambara götürülüp sıkıca bağlanıyorduk.
Nadiren de olsa şiddetli bir fırtına bastırırdı ve karayı göremez olurduk. Gemi, biz alabora olacağını düşünürken bata çıka giderdi. Kimisini deniz tutarken kimisi dizlerinin üstünde dua ederdi. Kimisi de korkudan felç olmuş gibi sıkı sıkı birbirine tutunurdu. İnsanları deniz tuttuğunda bizim kaldığımız bölge pis ve mide bulandırıcı bir hale gelirdi. Merhametli deniz o günlerde bizi acımasız adamların elinden kurtarsaydı ona minnet duyardık. Bizi yüzlerce kırbaç darbesinden ve nihayetinde ölümlerden kurtarırdı. Randall ve küçük Emmy’nin deniz canavarlarının içine çekilip boğulduğunu düşünmek, daha az acı çekip öleceklerinden olsa gerek, onları şu an oldukları gibi düşünmekten daha hoş geliyordu.
Eski Pusula Noktası veya Duvardaki Delik denen bir yerden Bahama Kıyıları’nı gördüğümüzde üç gündür rüzgarsızlıktan yol alamamıştık ve öylece bekliyorduk. Hemen hemen hiç esinti yoktu. Körfezin suları kireç suyu gibi bembeyaz görünüyordu.
Bütün bu olaylar silsilesinde, şimdi sıra hiç hatırlamak istemediğim, bende hep pişmanlık hissettiren bir olaya geldi. Esaretten kurtulmama izin veren Tanrı’ya şükrediyorum ki, onun merhameti sayesinde ellerimi yarattıklarının kanına bulamadım. Benimle benzer koşullar altında yaşamamış olanlar beni eleştirmesinler. Zincirlenip dövülene, evinden ve ailesinden koparılıp esaret diyarlarına getirilene kadar özgürlük için neler yapmayacaklarını söylemesinler. Tanrı’nın ve insanın gözünde ne kadar haklı olduğumu tartışmak şu an için gereksiz bir çaba olur. Çok daha kötü sonuçları olabilecek bir meseleyi kazasız belasız atlattığım için kendimi tebrik ettiğimi söylemem yeterli olacaktır.
Fırtına dindikten sonraki akşamüstü, Arthur ve ben geminin başındaydık. Çıkrığın üstünde oturuyorduk. Bizi bekleyen muhtemel kader üzerine konuşuyor, talihsizliğimizin matemini tutuyorduk. Arthur katıldığım bir şey dedi: Ölüm, önümüzde yaşanmayı bekleyen günlerden daha az korkutucuydu. Uzun süre çocuklarımızdan, köle olmadan önceki hayatımızdan ve nasıl kaçabileceğimizden bahsettik. Geminin kontrolünü ele geçirmek üzerine düşündük. Böyle bir durumda New York limanına gidebilme ihtimalini tartıştık. Pusuladan çok az anlıyordum ama bunu denemek yine de aklımı çeliyordu. Mürettebatla lehimize ve aleyhimize olabilecek karşılaşmaları tartıştık etraflıca. Kime güvenilir, kime güvenilemezdi? Saldırının doğru zamanı ve biçimi neydi? Hepsi defalarca konuşuldu. Plan ortaya konduğundan bu yana ümitlenmeye başlamıştım. Sürekli aklımın içinde bu dönüp duruyordu. Her türlü zorluk çıkaracak ihtimale karşın üstesinden gelecek planlar da yapıyorduk. Diğerleri uyurken Arthur ve ben planımızı geliştiriyorduk. Sonunda, temkini elden bırakmadan Robert’ı niyetimizden haberdar ettik. Anında onayladı ve hevesli bir şekilde komplo tartışmalarımıza dahil oldu. Güvenebileceğimiz başka bir köle daha yoktu. Korku ve cehalet içinde yetiştirildiklerinden beyaz bir adamın bakışıyla nasıl usulca sineceklerini tahmin etmek zor değildi. Bunun gibi riskli bir sırrı böylelerine söylemek güvenli olmayacağı için sonunda üçümüz bu korku dolu sorumluluğu yüklenip kendimiz gerçekleştirme kararı aldık.
Söylemiş olduğum gibi gece olunca ambara kilitleniyorduk. Güverteye nasıl ulaşacağımız konusu baş gösteren ilk zorluktu. Ama geminin baş kısmında otururken ters duran tekne dikkatimi çekmişti. Eğer kendimizi onun altına saklarsak, herkes ambara doğru koştururken kalabalıkta fark edilmezdik. Bu deneyi uygulamaya geçirmek için beni seçmişlerdi. Ertesi gece akşam yemeğinden sonra bir fırsatını bulup kendimi hızla teknenin altına sakladım. Güverteye yakın bir yerden etrafımda olup biteni gözleyebiliyordum. Sabah olup herkes kalktığında ise saklandığım yerden kimse fark etmeden çıkıyordum. Sonuç oldukça memnun ediciydi.
Kaptan ve muavin, kaptan kabininde uyuyorlardı. Robert’ın garsonluk yaparkenki gözlemleri doğrultusunda yattıkları bölgeyi netleştirdik. Ayrıca bize, masada daima iki tabanca ve bir de denizci kaması bulundurdukları bilgisini vermişti. Mürettebatın aşçısı ise gerektiğinde hareket ettirilebilen bir araç olan aşçı kamarasında uyuyor, yalnızca altı kişi olan denizciler ya üst güvertede ya da geminin hamaklarında yatıyorlardı. Sonunda bütün çalışmalar tamamlanmıştı. Arthur ve ben sessizce kaptanın kabinine girip tabancalarla denizci kamalarını alacak, kaptanı da muavini de haklayacaktık. Elinde bir sopayla Robert da güverteden kabine doğru açılan kapıda bekleyecek ve ihtiyaç halinde denizcileri biz yardıma gelene kadar dövecekti. Sonra da şartlara uygun adım atacaktık. Saldırı, direnişi engelleyecek kadar ani ve başarılı olursa, ambar ağzı kapalı tutulacaktı. Yoksa da köleler yukarıya çağrılacak ve hep birlikte o kalabalıkta, telaş ve kargaşada ya özgürlüğümüzü kazanacak ya da hayatımızı kaybedecektik. O zaman kaptan ben olacaktım, dümeni kuzeye çevirecek ve bahtımıza bir rüzgar bizi özgürlüğün toprağına sürerse sürecekti.
Muavinin adı Biddee idi. Duyduğum bir adı nadiren unutmama rağmen kaptanınkini hatırlayamıyorum. Kaptan küçük, soylu bir adamdı. Dik, sağlam ve gururlu görünüşüyle cesaret timsali gibi dururdu. Eğer hâlâ hayattaysa ve bu sayfaları okuyabilirse, geminin 1841’de Richmond’dan New Orleans’a seyahatiyle ilgili bilmediği, kendi seyir defterinde yazmayan bir şey öğrenecektir.
Hepimiz hazırdık ve sabırsızca planımızı gerçekleştirme fırsatını kolluyorduk. Ama sonra üzücü ve beklenmedik bir şey oldu: Robert hastalandı. Kısa süre sonra çiçek çıkarttığını söylediler. Gün geçtikçe durumu ağırlaşıyordu. New Orleans’a varmadan dört gün önce öldü. Denizcilerden biri onu battaniyesinin içine sıkıca bağlayıp ayaklarına da yük taktı. Sonra onu ambar ağzına yatırıp tırabzanların üstüne yerleştirdiği yüklerle havaya kaldırdı ve zavallı Robert’ın cansız bedeni körfezin beyaz sularına bırakıldı.
Hepimiz çiçek hastalığının gelmesiyle paniğe kapılmıştık. Kaptan, ambarın kireçlenmesini ve diğer gerekli önlemlerin alınmasını emretti. Robert’ın ölümü ve hastalığın varlığı beni son derece üzmüştü. Boş yere akan suya derin bir kederle baktım.
Robert’ın cenazesinden bir ya da iki akşam sonra, umutsuz düşüncelerle dolu, üst güvertenin ambar girişine yaslanmış bekliyordum ki bir denizci nazikçe neden öyle mahzun durduğumu sordu. Adamın ses tonu ve tavrı bana güven verdiği için ona cevap verdim: Çünkü ben özgür bir adamdım ve kaçırılmıştım. Bunun herhangi birinin mutsuzluğu için yeterli olduğunu söyleyip hikayemin detaylarını öğrenene dek bana sorular sormaya devam etti. Belli ki benimle çok ilgiliydi ve o dobra denizci “gemisi alabora da olsa” bana elinden gelen desteği sağlayacağına yemin etmişti. Bana kalem, mürekkep ve kağıt tedarik etmesini rica ettim. Böylece arkadaşlarıma yazabilecektim. Onları getireceğine söz verdi ama fark edilmeden bir şeyler yazmam zor olacaktı. O nöbet tutarken ve diğer denizciler uykudayken üst güverteye çıkabilsem bu iş olurdu. Hemen küçük tekne aklıma geldi. Mississippi’nin girişindeki Balize’ye yakın olduğumuzu ve mektubu bir an önce yazmam gerektiğini, yoksa fırsatı kaçıracağımı söyledi. Dolayısıyla ertesi gece kendimi tekrar teknenin altına saklamayı başardım. Saat on ikide vardiyası sona eriyordu. Üst güverteye çıktığını görüp hemen onu takip ettim. Uykulu gözleriyle bana üzerinde kalem ve kağıdın durduğu, titrek bir ışıkla aydınlanan masayı işaret etti. Ben girince ayağa kalkıp yanına oturmamı söyleyip kalemi gösterdi. Mektubu Sandy Tepesi’ndeki Henry B. Northup’a yazıyordum. Kaçırıldığımı, sonrasında da New Orleans’a giden Orleans Gemisi’ne getirildiğimi ama son durağımı kestirmemin imkansız olduğunu yazıp beni kurtarmak için bir şeyler yapmasını rica ettim. Mektubun ağzı kapatılmış ve gideceği adres yazılmıştı. Öncesinde mektubu okumuş olan Manning onu New Orleans postanesine götüreceğine söz verdi. Hızla teknenin altına koştum ve sabah olup köleler yukarı çıkıp etrafta dolanmaya başlarken fark edilmeden aralarına karıştım.
Cömert bir denizci olan iyi kalpli arkadaşım John Manning, İngiliz’di. Boston’da yaşamıştı. Uzun boylu, yapılı, yaklaşık yirmi dört yaşlarında, çiçekbozuğu ama sevgi dolu bir yüze sahip bir adamdı.
New Orleans’a varana kadar sıradan hayatımızı değiştirecek hiçbir şey olmadı. Manning’i gemi rıhtıma varıp daha sıkıca bağlanmadan kıyıya atlayıp şehre doğru hızla uzaklaşırken gördüm. Koşarken omzunun üzerinden arkasına bakarak bana gidiş amacının ne olduğunu ima eden bir harekette bulundu. Hemen döndü ve bana göz kırpıp hafifçe dirsek atarak “her şey yolunda” demeye getirdi.
Sonradan öğrendiğime göre mektup Sandy Tepesi’ne ulaşmıştı. Bay Northup, Alban’yi ziyaret edip mektubu Vali Seward’ın önüne koymuştu ama benim nerede olduğumla ilgili kesin bir bilgi vermediğinden, o zaman için özgür bırakılmama yönelik harekete geçilmemesine karar verilmişti. Net olarak nerede olduğuma dair bir bilgi ele geçirileceği düşünülerek ertelenmişti.
Rıhtıma yaklaşır yaklaşmaz mutlu ve dokunaklı bir sahne yaşandı. Postaneye doğru giden Manning gemiden atlar atlamaz iki adam gelip Arthur’a seslendi. Adamları tanıyan Arthur, sevinçten havalara uçacak gibi olmuştu. Geminin yanından atlamaması için zor zapt ediyorlardı onu. Hemen sonra bir araya geldiklerinde ellerini sıkıp uzun uzun adamlara sarıldı. Adamlar Norfolk’tan New Orleans’a onu kurtarmak için gelmişti. Ona dediklerine göre onu kaçıranlar tutuklanmış, Norfolk hapishanesine tıkılmışlardı. Adamlar bir süre kaptanla konuştuktan sonra bayram eden Arthur’la birlikte ayrıldılar.
Ama iskelede bekleyen kalabalığın içinde beni tanıyan veya umursayan kimse yoktu. Tek bir kişi bile… Tanıdık hiçbir ses kulağıma çalınmadı. Daha önce görmüş olduğum bir yüz de yoktu. Arthur kısa süre sonra ailesine tekrar kavuşacak, ona yapılan yanlışın intikamını alacaktı. Ya ben? Ben ailemi tekrar görebilecek miydim? Kalbim viran olmuştu; umutsuzca Robert’la beraber denizin dibini boylamış olmayı istedim.
Hemen sonra tüccarlar ve alıcılar gemiye çıktı. Uzun boylu, ince yüzlü, açık tenli ve hafif kambur bir adam, elinde bir kağıtla çıkageldi. Ben, Eliza ve çocukları, Harry, Lethe ile birlikte Richmond’da bize katılan birkaç kişi, Burch’un ekibi olarak bu adama teslim edilmiştik. Bu beyefendi, Theophilus Freeman idi. Elindeki kağıttan okuyup “Platt!” diye seslendi. Kimse yanıt vermedi. İsim tekrar tekrar söylendi ama yine de cevap veren olmadı. Ardından Lethe, Eliza ve Harry’nin adı okundu. Liste bitene kadar herkesin adı okunmuştu ve adı okunanlar bir adım öne çıkıyordu.
Theophilus Freeman, “Kaptan, Platt nerede?” diye sordu.
Kaptan, kimse o isme cevap vermediği için cevap veremedi.
Bu sefer kaptana beni göstererek “Şu zenciyi kim gemiye bindirmişti?” diye sordu.
Kaptan “Burch,” diye yanıtladı.
“Senin adın Platt. Bendeki tanımlamalara uyuyorsun. Neden bir adım öne çıkmıyorsun?” diye beni azarladı. Adımın bu olmadığını, daha önce hiç o isimle bana seslenen olmadığını ama bundan sonra öyle denmesine bir itirazım olmayacağını söyledim.
“Neyse, adını öğrenirim,” dedi, “ama sen de unutma!” diye de ekledi.
Bu arada Bay Theophilus Freeman, küfür konusunda çalışma arkadaşı Burch’tan hiç geri kalmıyordu. Gemide adım “Kahya” olmuştu ama Burch’un alıcıya verdiği bu Platt ismiyle ilk kez sesleniliyordu bana. Gemiden, birbirlerine zincirlerle bağlanmış kölelerin rıhtımdaki çalışmasını izliyordum. Freeman’ın köle hücresine götürülürken yanlarından geçtik. Bu hücre, Goodin’in Richmond’daki hücresine çok benziyordu. Sadece bahçe, beton duvarlar yerine ucu sivriltilmiş tahta çitlerle kapatılmıştı.
Hücrede şimdi biz dahil en az elli kişi vardı. Bahçedeki küçük evlerden birine battaniyelerimizi bıraktıktan sonra bizi çağırıp beslediler. Gece olana kadar bahçede aylak aylak dolaşmamıza izin vardı. Gece olunca da isteyen barakaya, isteyen tavan arasına, isteyen de bahçeye battaniyesini serip uyudu.
O gece gözlerimi çok az kapadım. Aklımda düşünceler uçuşuyordu. Evden yüzlerce kilometre ötede miydim? Sokaklar boyunca aptal bir yaratık gibi sürüklenmiş miydim? Acımasızca zincire vurulup dövülmüş müydüm? Bir köle sürüsüyle birlikte güdülüyor muydum? En nihayetinde de bir köle miydim? Son birkaç hafta yaşananlar gerçek miydi, yoksa uzun, sürüncemeli bir rüyanın kasvetli safhalarından mı geçiyordum? Gördüklerim hayal değildi. Bu kadar acıyı kaldıramıyordum. Sonra gecenin sessizliğinde avuçlarımı Tanrı’ya doğru kaldırıp yanımda uyuyan yoldaşlarımın içinde zavallı, terk edilmiş esirler için merhamet diledim. Özgür ve köle, hepimizin Yüce Tanrı’sına buruk bir ruhun yalvarışlarını döktüm. Bir başka esaret gününü başlatan güneş doğuncaya dek, dertlerimi kaldırabilecek kadar güç için yalvardım.