Полная версия
12 yıllık esaret
Mutfaktan dönüşümün ardından geçen yaklaşık bir saat içerisinde odama birilerinin girdiğini fark etmiştim. Birkaç kişi var gibiydi, birbirine karışan sesler duyuyordum ama kaç kişi olduğunu veya kim olduklarını bilmiyorum. Brown ve Hamilton’ın orada olup olmadığına dair ise ancak tahminde bulunabilirim. Kesin olarak hatırladığım; birilerinin bana doktora gidip ilaç almamı söylediği, benimse ceketimi ve şapkamı almadan botlarımı giyip onları uzun bir geçit veya ara yol boyunca bir sokağa kadar takip ettiğim. Sokak, Pennsylvania Caddesi’nden sağa doğru devam edince karşınıza çıkıyordu. Karşıda bir pencereden ışık geliyordu. Sanırım o an yanımda üç kişi vardı ama bir bütün olarak düşündüğümde her şey sancılı bir rüya gibi belirsiz ve bulanık. Bir doktorun odasından geldiğini düşündüğüm ve ben yaklaştıkça azalan ışık, o zamana dair şu anda hatırlayabildiğim son aydınlık anı. O andan itibaren hislerimi yitirmiştim. Ne kadar süre o halde kaldım, sadece o gece mi, yoksa devam eden günler ve gecelerde de mi, bilmiyorum ama bilincim yerine geldiğinde kendimi yalnız, tamamen karanlıkta ve zincirlenmiş buldum.
Başımdaki ağrı bir nebze olsun gitmişti ama kendimi yorgun ve zayıf hissediyordum. Sert tahtadan yapılmış bir ranzanın üzerinde ceketsiz ve şapkasız oturuyordum. Ellerim kelepçelenmişti. Bileklerim de zincirlenmişti. Zincirin bir ucu yerdeki büyük daireye, diğeriyse bileklerimdeki kelepçelere bağlıydı. Boş yere ayağa kalkmayı denedim. Öyle ıstıraplı bir uykudan sonra düşüncelerimi toplamam zaman alacaktı. Neredeydim? Bu zincirlerin anlamı neydi? Brown ve Hamilton neredeydi? Ne yapmıştım da böyle bir zindana hapsedilmeyi hak etmiştim? Anlayamıyordum. Bu yerde tek başıma uyanmamdan öncesine dair boşluklar vardı hafızamda ve ne kadar zorlasam da hiçbir şey hatırlayamıyordum. Bir hayat belirtisi, bir ses var mıdır diye dikkatle dinledim ama her hareket etmeye kalktığımda şıngırdayan zincirlerimin sesinden başka hiçbir şey ağır sessizliği bozmuyordu. Sesli şekilde konuştum ama sesim beni ürküttü. Kelepçelerin izin verdiği ölçüde ceplerimi yokladım ve ne göreyim, yalnızca özgürlüğüm değil, param ve özgür biri olduğumu gösteren belgeler de çalınmıştı! Sonradan sonraya, karanlık ve şaşkın zihnimi toplayınca kaçırılmış olduğumu anladım. Fakat inanılır bir durum değildi! Bir yanlış anlaşılma, kötü bir hata olmalıydı. Kimseye yanlış yapmamış veya yasa ihlal etmemiş, New Yorklu, özgür bir vatandaş böyle insanlık dışı bir muamele görmemeliydi. Ama durumum üzerine düşündükçe şüphelerim doğrulandı. Issız bir düşünüştü şüphesiz. Duygusuz insanda güvenin de, acımanın da bulunmadığını hissettim ve kendimi ezilenlerin Tanrısına emanet ederek başımı kelepçeli ellerimin üstüne koyup acı acı ağladım.
3. Bölüm
Acı Dolu Düşünceler – James H. Burch Williams’ın Washington’daki Köle Hücresi – Yağcı RadburnÖzgürlüğümü İfade Edişim – Tüccarın Öfkesi Tokaç ve Dokuz Kamçılı Kırbaç – Kırbaç CezasıYeni Yüzler – Ray, Williams ve Randall Küçük Emily ve Annesinin Hücreye GelişiAnnelik Hüznü – Eliza’nın HikayesiAcı içinde düşüncelere dalmış oturuyordum alçak ranzanın üzerinde; bu halde bir üç saate yakın kalmış olmalıydım. Bir horozun uzun uzun ötüşünü duydum ve ardından da at arabalarının sokaktan geçerkenki gürültüsü çalındı kulağıma, anladım ki gün ağarmıştı. Ama zindanımdan içeri hiç ışık girmiyordu. Sonra bir anda üst katımda ileri geri yürüyen ayak seslerini işittim. O zaman anladım ki bir apartmanın bodrumundayım, rutubet ve küf kokusu da şüphelerimi haklı çıkarıyordu. Yukarıdaki gürültü en az bir saat daha devam etti. Sonra dışarıdan gelen ayak seslerini duydum. Anahtar, kilidin içinde döndü. Büyük bir kapı geriye doğru açıldı; içeriye iki adamla birlikte büyük bir ışık seli girdi. Adamlardan biri büyük, güçlü, kırk yaşlarında, aralarda hafif griliklerle beraber koyu kestane rengi saçları olan biriydi. Yuvarlak bir yüzü, kırmızı bir teni, bir de zulüm ve kurnazlıktan başka bir şey ifade etmeyen oldukça kaba saba bir vücudu vardı. Yaklaşık 1,80 metre boylarındaydı. Bütün görünümüyle sinsi ve tiksindirici olduğunu söylemem gerekir. Daha sonra öğrendiğime göre Washington’da iyi tanınmış James II adında bir köle tüccarıymış. Ya o zamanlar ya da daha sonra New Orleanslı Theophilus Freeman’la iş ortağıymış. Ona eşlik edense Ebenezer Radburn adında basit bir yalakaydı. Gardiyanlık yapıyordu. Bu iki adam da hâlâ Washington’da yaşıyor olmalılar. En azından ben Ocak ayında kölelikten kurtulduktan sonra oralardan geçerken öyleydi.
Açık kapıdan içeri süzülen ışık, hapsedildiğim odayı görebilmemi sağlamıştı. Yaklaşık 3,5 metreydi ve duvarları da taştandı. Zemin, tahtayla döşenmişti. Sağlam demir örgülerle çaprazlanmış, panjuru sıkı sıkıya kapatılmış küçük de bir pencere vardı.
Demir bir kapı da bitişikteki bir hücreye veya mahzene açılıyordu; tek bir pencere veya ışığın girebileceği herhangi bir delik yoktu. Benim bulunduğum odadaki eşyalar, üstünde oturduğum tahtadan kanepe ve eski bir sobadan ibaretti. Bunun yanındaki iki hücrede ne yatak, ne battaniye, ne de başka herhangi bir şey vardı. Burch ve Radburn’ün girdiği kapıya ulaşmak için binanın arkasındaki 3-3.5 metre yüksekliğindeki aynı kalın duvarlarca çevrelenmiş başka bir binadan çıkıp bir bahçeye gitmek, oradan da merdivenleri çıkıp bir ucu kapıya çıkan koridoru geçmek gerekiyordu. Bahçe, binadan yaklaşık 9 metre arkaya uzanıyordu. Duvarın bir kısmında sıkıca demirlenmiş, binadan sokağa uzanıp dar, kapalı bir geçide açılan bir kapı vardı. O dar geçitten çıkmayı sağlayan kapı, siyahi adamın mühürlü kaderiydi. Duvar, yukarısı içe doğru yükselen ve bir tür sundurmaya benzeyen bir çatıyı destekliyordu. Çatının alt tarafında değişik, yuvarlak bir tavan arası bölümü vardı. Köleler, istenirse burada kalabiliyor veya fırtınalı havalarda fırtınadan korunmak için burayı sığınak olarak kullanabiliyorlardı. Bazı açılardan çiftçi avlusuna benziyordu ama büyük bir farkla: Dış dünya, içeride güdülen büyükbaş insanları görmesin diye inşa edilmişti burası.
Bahçenin olduğu bina iki katlıydı ve Washington’ın sokaklarından birine bakıyordu. Dıştan kendi halinde, özel bir konut görünümü veriyordu. Oraya bakan bir yabancı asla içeride dönen pislikleri hayal edemezdi. Tuhaftır, bu heybetli binadan direkt aşağıya bakınca karşınıza Başkanlık Sarayı çıkıyordu. Vatansever vekillerin özgürlük ve eşitlik naraları ile zavallı kölelerin zincirlerinin şangırtısı birbirine karışıyordu. Tam Başkanlık Sarayı’nın gölgesinde bir köle yuvası!
Benim de bir hücresinde sebebini anlamadan alıkonduğum, Washington’daki William’ın köle evi 1841 yılında tam da böyleydi.
Burch açık kapıdan girerken “Evet, evlat, şimdi nasıl hissediyorsun bakalım?” diye bana seslendi. Hasta olduğumu söyledim ve hapsedilmemin sebebini sordum. Benim onun kölesi olduğumu, beni satın aldığını ve beni New Orleans’a göndermek üzere olduğunu söyledi. Yüksek sesle ve net bir biçimde özgür bir insan olduğumu, Saratoga vatandaşı olduğumu ve orada yine özgür olan bir eşimin ve çocuklarımın olduğunu, adımın da Northup olduğunu söyledim. Bana yapılan garip muameleden ötürü feryat ettim ve özgür kaldıktan sonra bu yanlışın bedelini ödeteceğime dair tehditler savurdum. Özgür olduğumu inkar edip kesin bir dille Georgia’dan geldiğimi belirtti. Tekrar tekrar kimsenin kölesi olmadığımı, zincirlerimi bir an önce çıkarmasını söyledim. Sesimi başkaları duyabilir diye korkarak beni susturmaya çalıştı. Ama susmuyordum; her kimse onlar, esaretime neden olanları tek kelimeyle cani ilan ettim. Baktı ki beni susturamıyor, hırsla bana sövmeye başladı. Küfrederek bana yalancı bir zenci, Georgia’dan gelmiş bir kaçak olduğumu söyledi ve ancak en edepsiz hayal gücünün üretebileceği o kirli ve adi hakaretleri sıraladı.
Tüm bu süre zarfında Radburn sessizce bekliyordu. Onun işi bu insan ahırına gözcülük etmek, köle almak, onları besleyip kırbaçlamaktı. Günde bir kafaya iki şilin alıyordu. Burch ona dönüp tokacı ve dokuz kamçılı kırbacı içeri getirmesini-emretti. O da bir an ortadan kaybolduktan sonra birkaç saniye içinde bu işkence aletleriyle birlikte geri geldi. Köle dövme jargonunda tokaç olarak bilinen şey, (ya da en azından benim ilk tanıştığım şey buydu) sert tahtadan yapılmış 45-50 santimetrelik, eski bir spatulayı veya sıradan bir küreği andıran bir işkence aletiydi. Yaklaşık olarak iki avuç büyüklüğündeki düz kısmı birçok yerinden delinmişti. Dokuz kamçılı kırbaçsa birçok kolu olan büyük bir ipti. Kollar ayrılıyor, her birinin ucuna düğüm atılıyordu.
Bu iki ürpertici alet gelir gelmez ikisi de beni tutup hunharca üstümdekileri çıkardılar. Daha önce söylediğim gibi, ayaklarım yere bağlıydı. Beni yüzüm yere bakar bir şekilde kanepeye doğru sürüklerken Radburn o ağır ayağını kolumdaki zincire, bileklerimin arasına doğru koydu ve canımı acıtarak yere doğru bastırdı. Burch tokaçla beni dövmeye başladı. Çıplak bedenime darbe üstüne darbe iniyordu. Acımasız kolu yorulunca durakladı ve hâlâ özgür bir adam olma konusunda ısrar edip etmediğimi sordu. Ben ısrara devam ettikçe darbeler bir öncekinden daha hızlı ve esaslı bir şekilde yenilendi. Bir daha yorulunca aynı soruyu soruyordu ve aynı cevabı alınca zalim, çalışmasına kaldığı yerden devam ediyordu. Tüm bu süre zarfında, insan bedeninde hayat bulmuş bu şeytan, en gaddar küfürleri ediyordu. Yine de pes etmiyordum. Bütün o yabani vuruşları ağzımdan bir köle olduğum yalanını zorla çıkarmaya yetmiyordu. Delirmiş gibi tokacın kırılan tutamağını yere atıp kırbacı aldı. Bu diğerinden çok daha fazla can yakıyordu. Bütün gücümle dayanmaya çalıştım ama nafile. Biraz merhamet için dua ettim ama duama cevaben sadece lanet ve darbe geliyordu. Vahşi adamın vuruşlarının beni öldüreceğini sandım. Şu an bile o sahneyi hatırladığımda tüylerim ürperiyor. Yanıyordum. Acılarımı cehennem alevlerinden başka hiçbir şeyle kıyaslayamam.
Sonunda onun tekrar eden sorularına cevapsız kaldım. Cevap vermiyordum. Hatta neredeyse konuşamaz hale gelmiştim. Yine de kamçıyı zavallı bedenime esirgemeden indiriyordu ta ki her vuruşta yırtılmış derimin kemiklerimden sıyrıldığı görülene kadar. Ruhunda merhametin zerresi bulunan bir adam, köpeği bile böyle zalimce dövmezdi. Radburn uzun uzadıya artık beni dövmenin yersiz olduğunu, benim pişman olduğumu söyledi. Sonra Burch, uyarı mahiyetinde yumruğunu yüzüme sallayıp dişlerini sıkarak, eğer tekrar özgür olduğumu, kaçırıldığımı veya benzeri bir şey söylersem, şimdi aldığım cezanın daha sonra başıma gelecekler yanında bir hiç olacağını söyledi ve durdu. Ya benim üstemden geleceğine ya da beni öldüreceğine yemin etti. Bu avutucu sözlerle birlikte bileklerimdeki zincirler çıkartıldı ama ayaklarım hâlâ halkaya bağlıydı. Açılmış olan küçük pencerenin panjuru tekrar kapandı ve onlar çıkıp kapıyı arkalarından kitleyince yine tek başıma önceki gibi karanlıkta kaldım.
Bir veya iki saat sonra anahtar kilidin içinde tekrar dönerken yüreğim ağzıma geldi! Çok yalnız olan ve kim olursa olsun herhangi birini görmek isteyen ben şimdi bir adamın yaklaştığını duyunca korkudan titriyordum. Şimdi bir insanın yüzü, özellikle de beyaz bir insanın yüzü, bana korkunç geliyordu. Radburn içeri girip teneke tabakta buruş buruş domuz eti, bir dilim ekmek ve bir bardak su getirdi. Nasıl hissettiğimi sordu ve oldukça ciddi şekilde kamçılandığımı belirtti. Bana tekrar özgür olduğumu belirtmememi sıkı sıkı tembihledi. Oldukça kibirli ve kendinden emin, bana nasihat verdi: Bu konuda ne kadar az konuşursam benim için o kadar iyi olurmuş. Zavallı halimden etkilendiği için mi yoksa beni özgürlüklerim konusunda susturmak istediği için mi, şu an düşünmek anlamsız ama belli ki nazik görünmeye çalışıyordu. Ayak bileklerimdeki zincirin kilidini çözdü, küçük pencerenin panjurunu açtı ve beni tekrar yalnız başıma bırakıp gitti.
O an itibariyle bitkin ve perperişandım. Tüm bedenim su toplamıştı, büyük bir acıyla ve zorlukla yürüyordum. Pencereden, bitişikteki duvarın üzerindeki çatı dışında bir şey göremiyordum. Geceleyin rutubetli, sert zemine yastıksız ve battaniyesiz uzandım. Radburn aynı dakiklikle domuz eti, ekmek ve suyuyla birlikte günde iki kez gelirdi. Çok az iştahım vardı ama sürekli bir susuzlukla içim yanıyordu. Yaralarım aynı pozisyonda birkaç dakikadan fazla kalmama izin vermiyordu. Bu yüzden oturarak, ayakta durarak veya yavaş yavaş hareket ederek günlerimi ve gecelerimi geçiriyordum. Kederli ve bezgindim. Ailemi; eşimi ve çocuklarımı düşünüyordum sürekli. Uyku bastırınca rüyamda onları görürdüm: Tekrar Saratoga’daydım ve onların yüzünü görebiliyor, onların bana seslendiğini duyabiliyordum. Uykunun tatlı hülyalarından sıyrılıp acı gerçekle karşılaştığımda inleyip ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum. Yine de ümidim tam anlamıyla yok olmamıştı. Hızlıca buradan çıkıp gideceğim günleri düşlüyordum. Durumum öğrenilince adamların beni köle olarak tutmaya devam etmesi imkansız diye düşündüm. Georgia kaçağı olmadığımı öğrenen Burch elbette ki gitmeme izin verirdi. Şüphelenmeme rağmen Brown ve Hamilton’ın benim hapsedilmemde rol oynadığına inanmak istemiyordum, bunu bir türlü kabullenemiyordum. Elbette ki beni arayıp bulup esaretten kurtaracaklardı. Ne yazık! O zamanlar henüz “insanın insana gaddarlığı”nın ölçüsünü, kazanç için ne kötülüklere başvuracağını öğrenememiştim.
Takip eden birkaç günde dış kapı açılmış, bu da bahçeye çıkabilme imkanı sağlamıştı bana. Orada üç köle buldum. Birisi on yaşında bir delikanlı, diğerleri yirmi ve yirmi beş yaşlarında iki genç erkekti. Gecikmeden onlarla tanışıp isimlerini ve hikayelerini öğrendim.
En yaşlı olan Clemens Ray adında siyahi bir adamdı. Washington’da yaşamış, kiralık at arabası sürücülüğü yapmış, orada uzun süre bir ahırda çalışmıştı. Oldukça zekiydi ve içinde bulunduğu durumu tamamen benimsemişti. Güneye gitme fikri onu kahrediyordu. Burch onu üç gün önce satın almış, New Orleans pazarında satacağı vakit gelene kadar buraya yerleştirmişti. William’ın Köle Hücresi’nde olduğumu kendisinden öğrendim. Bana buranın ne tür işler için tasarlandığını anlattı. Ona üzücü hikayemin detaylarını anlattım ama ancak beni anladığını söyleyerek teselli olabiliyordu. Ayrıca bana özgürlüğüm konusunda bundan sonra sessiz olmamı tembihledi, çünkü Burch’un kişiliğini biliyor ve böyle yapmamın sadece daha fazla kırbaç cezasına neden olacağının garantisini veriyordu. İkinci büyüğün adı John Williams’tı. Washington’dan çok da uzak olmayan Virginia’da yetiştirilmişti. Burch onu bir borcun bedeli olarak satın almıştı ve kendisi sürekli olarak efendisinin onu tekrar almasını ümit ediyordu ki bu sonradan gerçekleşti. Küçük delikanlıysa hayat dolu, Randall adında bir çocuktu. Çoğu zaman bahçede oyun oynardı ama sık sık ağlayıp annesini ister, onun ne zaman geleceğini merak ederdi. Annesinin yokluğu, küçücük kalbindeki tek kedermiş gibi duruyordu. Durumunu algılayamayacak kadar küçüktü ve annesini özlemediği zamanlarda bizi küçük oyunlarıyla eğlendirirdi.
Gece olduğunda Ray, Williams ve küçük çocuk tavan arasında uyurlarken ben hücreye kitleniyordum. Sonunda hepimize atların üstünde kullanılan örtülerden verildi. Bu, takip eden on iki yıl boyunca sahip olmama izin verilen tek yatak eşyasıydı. Ray ve Williams bana New York’la ilgili bir sürü soru sorarlardı: Siyahilere orada nasıl davranılıyordu? Nasıl kimsenin zülmüne ve tahrikine uğramadan yuva kurabiliyorlardı? Özellikle Ray, özgürlükler konusunda devamlı iç çekerdi. Ama bu tarz konuşmaları Burch veya bekçi Radburn’e duyurmazdık. Bu tür arzular kırbacın sırtımızda bitmesine neden olurdu.
Burada, hayat hikayemdeki esas olayların gerçek bir ifadesi ve yaşadığım gördüğüm kadarıyla kölelik dediğimiz mefhumun bir tasviri için tanınmış, önemli yerlerden ve hâlâ hayatta olan insanlardan bahsetmem gerekir. Ben Washington’da ve çevresinde tamamen bir yabancıydım; buralarda kimseyi tanımıyordum. Burch ve Radburn dışındakilerin hepsi buradaki köle arkadaşlarımdan dinlediklerimdir. Dolayısıyla şimdi anlatacaklarımda bir yanlışlık varsa, kolaylıkla aksi iddia edilebilir.
William’ın köle hücresinde yaklaşık iki hafta kaldım. Ayrılışımdan bir gece önce acı acı ağlayan bir kadın, elini tuttuğu bir çocukla birlikte oraya getirildi. Gelenler Randall’ın annesi ve üvey kız kardeşiydi. Randall onları görünce sevinçten havalara uçmuştu. Annesinin elbisesine tırmanıyor, çocuğu öpüyor, her türlü sevinç belirtisini gösteriyordu. Anne de onu kollarıyla sarıyor, sıkıca kucaklıyor, şefkat dolu gözlerle ona bakıyor, onu tatlı sözlerle seviyordu.
Emily yedi veya sekiz yaşlarında, açık tenli ve muhteşem güzel yüzlü bir çocuktu. Saçları boyun hizasında bukle bukle oluyordu; kıyafetinin stili ve parıltısı ve genel görüntüsündeki zarafet onun zenginlik içinde yetiştirildiğini gösteriyordu. Gerçekten çok tatlı bir çocuktu. Parmaklarındaki yüzükler, kulaklarından aşağı süzülen altın süslemelerle kadın da ipekler içindeydi. Havası ve tavırları, lisanının doğruluğu ve uygunluğu, hepsi onun bir zamanlar köle seviyesinin üstünde olduğunu gösteriyordu. Kendini böyle bir yerde bulmuş olmaktan ötürü hayrete düşmüş gibi görünüyordu. Onu buraya düşüren belli ki ani ve beklenmedik bir talihsizlikti. Şikayet üstüne şikayet ederken çocuklar ve benimle birlikte hücreye tıkıldı. Dil, sürekli yakarışlarının sadece eksik bir betimlemesini verebilir. Kendini yerlere atıp çocuklarını kollarıyla sararken o kadar dokunaklı şeyler söylerdi ki bu ancak anne sevgisi ve şefkatiyle açıklanabilir. Çocuklar sadece onun yanında güvenlik ve korunma mümkünmüşçesine annelerine sıkı sıkı sokulurlardı. En sonunda da, başları annelerinin dizinde, uykuya dalarlardı. Onlar uyurken anneleri alınlarına düşen saçları geriye tarar, bütün gece onlarla konuşurdu. Onlara, kendilerini bekleyen acı dolu kaderden habersiz o zavallı masum şeylere “aşkım”, “tatlı bebeğim” gibi sözler söylerdi. Yakında onları rahatlatacak bir anneleri olmayacaktı, birbirlerinden ayrılacaklardı. Onlara ne olacaktı? Hayır, küçük Emmy’sinden ve sevgili oğlundan uzakta yaşayamazdı. Her zaman iyi ve sevgi dolu çocuklar olmuşlardı. Çocukları ondan alınırsa kahrolacağını söylerdi ama yine de biliyordu ki çocukları satmayı düşünüyorlardı ve belki de ayrılıp birbirlerini bir daha hiç göremeyeceklerdi. O perişan ve kendinden geçmiş annenin acınası ifadelerini dinlemek taştan bir kalbi eritmeye yeterdi. İsmi Eliza’ydı ve sonradan anlattığına göre hayatı şu şekildeydi:
Washington’da yaşayan Elisha Berry adındaki zengin bir adamın kölesiymiş. Sanırım onun çiftliğinde doğduğunu söylemişti. Adam yıllar önce sefahate düşkün bir hayat yaşarken eşiyle karşı karşıya gelmiş. Hatta Randall’ın doğumundan kısa bir süre sonra ayrılmışlar. Eşini ve kızını her zaman oturdukları evde bırakıp yakındaki bir arsaya yenisini dikmiş. Bu eve Eliza’yı getirmiş ve onunla yaşaması koşuluyla kendisini ve çocukları özgür bırakacağını söylemiş. Birlikte dokuz yıl yaşamışlar. Hizmetçileri varmış ve her türlü rahata ve lükse sahiplermiş. Emily o adamdanmış! Sonunda, önceki evde annesiyle kalan genç sahibesi, Bay Jacob Brooks adında biriyle evlenmiş. Sonra Berry’nin kontrolü dışında mallarının paylaşılması gündeme gelmiş. Eliza ve çocuklar Bay Brooks’un payına düşmüşler. Berryler’le yaşadıkları dokuz yıl boyunca, konumu nedeniyle hem kendisi hem de Emily, Bayan Berry’nin öfke ve hoşnutsuzluğunun hedefi olmuş. Sürekli olarak kendisine özgürlüğünün sözünü veren Bay Berry’yi ise mizaç olarak iyi kalpli bir adam olarak tanımlardı. Gücü yetseydi onu özgür bırakacağından eminmiş. Kızın mülkiyeti ve kontrolü altına geçince birlikte uzun süre yaşamayacakları belli olmuş. Eliza’nın varlığı Bayan Brooks’ta nefret uyandırmaya yetiyormuş. Ne ona, ne de güzelliğiyle göz alan üvey kız kardeşe katlanabiliyormuş!
Hücreye sokulduğu gün Brooks onu, efendisinin sözünü tutmak üzere özgürlüğünü gösteren belgeleri alma yalanıyla konaktan şehre getirmiş. Özgürlük hayalleriyle mutluluktan havalara uçan Eliza, kendini ve küçük Emily’yi en iyi kıyafetlerle kuşatmış ve adama memnuniyetle eşlik etmiş. Şehre geldikten sonra, özgür insanlar arasına katılmak yerine tüccar Burch’a teslim edilmiş. İşlenen belge bir satış senediymiş. Yılların umudu bir an içinde kaybolup gitmiş. O gün, mutluluğun zirvesinden çaresizliğin dibine düşmüş. Ağlamasına ve hücreyi yürek parçalayan iniltilerle doldurmasına şaşırmamalı.
Eliza artık yaşamıyor. Sularını ağır ağır Louisiana’nın hastalıklı ovaları arasından akıtan Red Nehri’ndeki mezarında, zavallı kölelerin bildiği tek dinlenme yerinde, yatıyor. Nasıl bütün korkularının gerçekleştiği, nasıl gece gündüz yas tutup asla bir teselli bulamadığı, nasıl tam da tahmin ettiği gibi evlat acısıyla canının yandığı hikayenin devamında görülecek.
4. Bölüm
Eliza’nın Dertleri – Ayrılık HazırlıklarıWashington Sokaklarında GidiyoruzÇok Yaşa Kolumbiya – Washington Mezarı – Clem RayVapurdaki Kahvaltı – Neşeli Kuşlar – Aquia DeresiFredericksburgh – Richmond’a VarışGoodin ve Köle Hücresi – Cincinnatili Robert – David ve EşiMary ve Lethe – Clem’in Dönüşü – Kanada’ya Nihai KaçışıOrleans Gemisi – James H. BurchEliza hücreye ilk getirildiği gece aralıklarla genç sahibesinin kocası Jacob Brooks’tan yakınıyordu. Adamın ona yapacağı alçaklığı biliyor olsaydı, onu oraya asla canlı getiremeyeceğini söylüyordu. Onu, Efendi Barry çiftlikte yokken uzaklaştırmayı seçmişler. O Eliza’ya iyi davranırmış. Onu görebilmeyi diliyor, ama artık onun bile kendisini kurtaramayacağını biliyordu. Sonra yine her şeyden habersiz dizlerinde uyuyan çocuklarını öpüp önce birine, sonra diğerine sesleniyor ve ağlıyordu. Gece böylece geçip gitti. Gün ağarıp gece tekrar yüzünü gösterdikten sonra yasına devam etti, hiçbir şekilde teselli olmadı.
Takip eden gece yarısı sularında hücre kapısı açıldı ve ellerinde fenerlerle Burch ve Radburn geldi. Burch kaba bir şekilde hemen battaniyelerimizi toplamamızı ve vapura binmek için hazırlanmamızı söyledi. Acele etmezsek geride bırakılacağımıza dair yemin etti. Çocukları sert bir şekilde sarsarak kaldırdı ve sanırım yeterince uyuduklarını söyledi. Bahçeye çıkarak Clem Ray’e seslendi ve tavan arasından çıkmasını, battaniyesini de alıp hücreye gelmesini emretti. Clem geldiğinde bizi yan yana getirdi ve birbirimize kelepçeledi; beni sol elimden, onu sağ elinden. Bir veya iki gün önce John Williams’ı efendisi tekrar yanına alarak mutlu etmişti. Clem’e ve bana yürümemiz emredildi. Arkamızdan Eliza ve çocuklar geliyordu. Önce bahçeye, oradan kapalı geçide ve en sonunda da daha önce ileri geri yürüme sesleri duyduğum üst odaya geçtik. İçerideki eşyalar bir fırın, birkaç eski sandalye ve kağıtlarla kaplı uzun bir masadan ibaretti. Beyaza boyalı bir odaydı, yerde halı yoktu ve bir tür ofisi andırıyordu. Pencerelerden birinin yanındaki paslı kılıç dikkatimi çekmişti. Burch’un sandığı oradaydı. Bir eliyle o sandığı tutarken verdiği emir üzerine ben de kelepçesiz olan elimle yardım ettim. Hücreyi terk ettiğimiz sırayla ön kapıdan sokağa çıktık.
Karanlık bir geceydi. Sessizlik hâkimdi. Pennsylvania Caddesi’nden bu tarafa düşen ışığı veya ışık yansımalarını görebiliyordum ama kimseler yoktu; avareler bile. Neredeyse kaçmaya çalışacaktım. Sonucu ne olursa olsun, ellerim kelepçeli olmasaydı kesinlikle bu şansı değerlendirirdim. Radburn arkamızda, elinde büyük bir değnekle küçükleri olabildiğince hızlı şekilde hareket ettiriyordu. Washington sokaklarından, yani temelleri yaşam hakkının devredilemezliği, özgürlük ve mutluluk arayışı üzerine atılmış olan bir devletin başkentinden böyle suspus ve ellerimiz kelepçeli geçtik! Yaşasın Kolumbiya3! Gerçekten cennet topraklar!
Vapura bindikten sonra alelacele ambara, varil ve kargo kutularının arasına fırlatıldık. Siyahi hizmetçi ışığı yaktı, bir çan sesi duyuldu, hemen sonra da motorlar çalışmaya başladı ve Potomac Irmağı’nda nereye gittiğimizi bilmeden ilerledik. Washington mezarını geçerken çan tekrar çaldı. Burch şapkasını çıkarıp şanlı hayatını bu ülkenin özgürlüğüne adamış adamın kutsal küllerinin önünde saygıyla eğildi.
O gece Randall ve küçük Emily dışında hiçbirimiz uyumadık. İlk defa Clem Ray tamamen yenik düşmüştü. Onun için güneye gitme fikri son derece ürkütücüydü. Arkadaşlarını ve gençlik anılarını, onun için değerli olan her şeyi ama her şeyi bir daha asla dönmeme ihtimaliyle birlikte terk ediyordu. O ve Eliza zalim kaderlerine lanetler okuyarak birlikte ağlaştılar. Bense oldukça zor olsa da moralimi yüksek tutmaya çabaladım. Kafamda yüzlerce kaçış planı tasarladım ve ilk fırsatta kaçmaya çalışacaktım. Bu konuda içim rahattı fakat özgür doğmuş olmam konusunda daha fazla bir şey dememeyi öğrenmiştim. Bu yalnızca beni daha zor duruma sokup özgürlük ihtimalini azaltırdı.
Sabah güneş doğduktan sonra kahvaltı için güverteye çağrıldık. Burch kelepçelerimizi çıkardıktan sonra masaya oturduk. Eliza’ya biraz içki alıp almayacağını sordu. Eliza istemedi ve nazikçe teklifi geri çevirdi. Yemek yerken hepimiz sessizdik; aramızda tek bir laf bile konuşulmuyordu. Masaya servis yapan melez bir kadın bizim durumumuzla ilgilenmiş, neşelenmemizi, yılmamamızı söylemişti. Kahvaltıdan sonra kelepçeler tekrar takıldı ve Burch geminin kıçına gitmemizi emretti. Birlikte kutuların üzerinde oturduk ve Burch yanımızdayken hiçbir şey konuşmamaya devam ettik. Zaman zaman yolcular gelip bize bakıyor sonra sessizce geri gidiyordu.