Полная версия
Hint masalları
Balna evlendiğinde, kocası ona içinde Balna yazan altın bir yüzük hediye etmişti. Sonra kız, bu yüzüğü küçük oğlunun parmağına takmıştı. Çocuk büyüyünce teyzeleri, parmağına uysun diye yüzüğü büyüttürmüştü. Mali’nin karısı delikanlıya, bu tanıdık hazineyi annesine götüreceği buketlerden birine bağlamasını önerdi. Annesi yüzüğü muhakkak tanıyacaktı. Elbette çok kolay olmayacaktı bu iş, zira zavallı Prenses sürekli nöbetçiler tarafından gözetlenmekteydi. Büyücü, Prenses’in arkadaşlarıyla iletişim kurmasından korkuyordu. Mali’nin sözde kızının her gün çiçek götürmesine izin verildiği hâlde Büyücü ya da kölelerinden biri daima odada hazır bulunuyordu. Nihayet bir gün şans yüzüne güldü ve kimsenin bakmadığı bir anda çocuk, yüzüğü bir çiçek demetine bağlamayı başararak demeti Balna’nın ayaklarına attı. Demet yere düşünce bir şakırtı sesi geldi yüzükten. Balna, sesin geldiği yere baktı ve çiçekler arasındaki yüzüğü buldu. Yüzüğü tanıyınca, oğlunun anlattığı hikâyeye, onu uzun zamandır aradığına hemen inandı. Ne yapması gerektiğini sordu. Ama onu kurtarmak için hayatını tehlikeye atmamasını istedi oğlundan. Onunla evlenmeyi reddettiği için on iki yıldır Büyücü’nün onu kulede esir tuttuğunu ve sürekli nöbetçiler tarafından gözetlendiği için kaçma şansının olmadığını anlattı.
Balna’nın oğlu çok akıllı bir çocuktu. “Korkma anneciğim. İlk yapacağımız şey, Büyücü’nün gücünün sınırlarını anlamak. Böylece kaya ve ağaçlara dönüştürerek hapsettiği babamla amcalarımı özgürlüğüne kavuşturabiliriz. On iki yıldır onunla öfkeli bir şekilde konuştun. Şimdi nazik davranmayı dene. Yıllardır yasını tuttuğun kocanı görme ümidinin kalmadığını ve onunla evlenmeye hazır olduğunu söyle. Sonra da gücünün sınırlarını anlamaya çalış. Ölümsüz mü, yoksa onu öldürmek mümkün mü öğren,” dedi.
Balna, oğlunun tavsiyesine uymaya karar verdi. Ertesi gün Punçkin’i çağırtıp onunla nazik bir şekilde konuştu.
Bu duruma çok sevinen Büyücü, düğünün mümkün olan en kısa sürede yapılmasına izin vermesini istedi.
Ama Balna evlenmeden önce biraz daha zaman istedi. Bunca zaman düşman olmuşlardı, birbirlerini tanıyıp arkadaş olmaları için zamana ihtiyacı vardı. “Hem bana söyler misiniz,” dedi, “siz ölümsüz müsünüz? Yani ölüm size dokunabilir mi? İnsani acıları hissedemeyecek denli büyük bir büyücü müsünüz?”
“Neden soruyorsunuz?” dedi Büyücü.
“Çünkü,” diye cevap verdi Balna, “karınız olacaksam, hakkınızdaki her şeyi bilmek isterim. Böylece bir tehlikeyle karşılaştığınız takdirde, üstesinden gelmeyi ve mümkünse o tehlikeyi savmayı başarabilirim.”
“Doğru söylüyorsunuz,” dedi Büyücü, “Ben başkaları gibi değilim. Buradan yüzlerce mil uzakta, gür ormanlarla kaplı ıssız bir ülke vardır. Ormanın tam ortasında palmiye ağaçları bir daire oluşturur. Dairenin ortasında ise birbiri üzerine yığılmış ve içi su dolu altı tane toprak çömlek vardır. Altıncı çömleğin altında küçük bir kafes ve kafesin içinde yeşil bir papağan bulunur. İşte benim hayatım o kuşa bağlıdır. Papağan ölürse, ben de ölürüm. Fakat papağanın yara alması bile imkânsız, zira o ülkeye ulaşmak çok güçtür. Ayrıca verdiğim emre uyarak palmiye ağaçlarının etrafını sarmış olan binlerce ifrit oraya yaklaşanı öldürür.”
Balna, Punçkin’in söylediklerini oğluna anlattı. Ama bir taraftan da papağanı bulma fikrini aklından çıkarması için oğluna yalvardı.
Ne var ki Prens, “Anneciğim, o papağanı ele geçirmezsem seni, babamı ve amcalarımı kurtaramam. Hiç korkma, hemen geri döneceğim. Bu arada Büyücü’yü kızdırma. Düğünü ertelemek için bahaneler uydur. O, bütün bu yaptıklarımızın asıl sebebini anlamadan, dönmüş olacağım.” Bu sözlerin ardından, delikanlı yola çıktı.
Uzun bir yol katettikten sonra, nihayet Büyücü’nün sözünü ettiği gür ormana ulaştı. Çok yorulduğu için bir ağacın altına oturup uyuyakaldı. Hafif bir hışırtıyla uyandı. Etrafına bakınca kocaman bir yılanın, altında oturduğu ağaçtaki kartal yuvasına doğru ilerlediğini gördü. Yuvada iki yavru kartal vardı. Prens, kuşların tehlikede olduğunu görerek yılanı öldürdü. Aynı anda havada bir hışırtı duyuldu. Yavrularına yemek aramak için avlanmakta olan iki büyük kartal yuvaya dönmüştü. Ölü yılanı ve başında dikilen Prens’i gördüler. Anne kartal, Prens’e dedi ki: “Oğlum! Yıllardır bütün yavrularımıza musallat olmuş, hepsini yemişti bu yılan. Çocuklarımızın hayatını kurtardın. Ne zaman müşkül duruma düşersen, bize haber et. Hemen imdadına koşarız. Bu yavru kartallara gelince, onları yanına al, senin hizmetkârın olsunlar.”
Prens bu duruma çok sevindi. İki kartal kanatlarını açtı. Prens de kuşların sırtına binerek gür ormanların üzerinden uçtu ve su dolu altı çömleğin bulunduğu palmiye ağaçlarına vardı. Gün ortasıydı ve hava çok sıcaktı. Ağaçların çevresindeki ifritler uyukluyordu. Ama sayıları binleri buluyordu. Onları aşıp papağanın bulunduğu yere ulaşmak çok zordu. Güçlü kanatlarını çırpan kartallar yere konunca Prens atlayıverdi. Bir anda su dolu altı çömleği devirip küçük yeşil papağanı ele geçirdi ve kaftanına sakladı. Kartalların sırtında tekrar havaya yükseldiğinde aşağıda bekleyen ifritler uyandı. Hazinelerini kaybettiklerini fark edince vahşi ve üzüntülü bir şekilde ulumaya başladılar.
Küçük kartallar büyük ağaçtaki yuvalarına dönene kadar çok uzun yol katettiler. Sonra Prens yaşlı kartallara dedi ki: “Yavrularınızı geri alın. Bana çok büyük hizmetleri dokundu. Eğer yine yardıma ihtiyacım olursa, size gelmekten çekinmeyeceğim.” Sonra yoluna yürüyerek devam edip tekrar Büyücü’nün sarayına ulaştı. Kapıda oturup papağanla oynamaya başladı. Punçkin onu gördü ve hemen yanına geldi: “Oğlum, o papağanı nerede buldun? Bana ver onu, lütfen.”
Ama Prens, “Olmaz, papağanımı size veremem. Onu çok seviyorum ben. Yıllardır benimle,” diyerek itiraz etti.
Bunun üzerine Büyücü, “Eskiden beri yanında olan bir hayvansa, onu vermek istemeyişini anlayabilirim. Peki, kaç paraya satarsın onu?” diye sordu.
“Efendim,” dedi Prens, “papağanımı satmam ben.”
Delikanlının bu cevabı Punçkin’i çok korkuttu: “Ne istersen veririm, ne istiyorsun söyle, lütfen.” Prens dedi ki: “Raja’nın kayalara ve ağaçlara dönüştürdüğün yedi oğlunu hemen serbest bırakacaksın.”
“İstediğin gibi yapacağım,” dedi Büyücü. “Yeter ki bana papağanı ver.” Büyücü, sihirli değneğini oynattı ve Balna’nın kocası ile ağabeyleri gerçek hâllerine döndüler. “Şimdi bana papağanı ver,” dedi Punçkin tekrar.
“O kadar çabuk değil, efendim,” dedi Prens. “Bu şekilde tutsak ettiğiniz herkesi, tekrar hayata döndürmenizi istiyorum.”
Büyücü hemen değneğini salladı. Ağlamaklı bir sesle “Papağanı ver bana!” diye yalvarırken bütün bahçe birden canlandı: Önceden kayalar, ağaçlar ve taşların durduğu yerde şimdi rajalar, puntlar ve serdarlar bitmişti. Yerinde duramayan atların sırtında soylu adamlar, giysileri mücevherlerle donanmış ulaklar ve silahlı hizmetçiler ortaya çıkmıştı.
“Ver şu papağanı!” diye bağırdı Punçkin. Delikanlı papağanı kavrayıp bir kanadını kopardı. Aynı anda Büyücü’nün sağ kolu koptu.
Punçkin sol kolunu uzatıp ağlıyordu: “Papağanımı ver bana!” Prens, bu kez de kuşun diğer kanadını kopardı ve Büyücü sol kolunu kaybetti.
“Papağanımı ver bana!” diye ağlayıp dizlerinin üzerine düştü. Prens, papağanın sağ bacağını çekti ve Büyücü’nün sağ bacağı koptu. Sonra kuşun sol bacağını kopardı, Büyücü böylece sol bacağından da oldu.
Kolsuz bacaksız bedeni ve başı haricinde bir şey kalmadı Büyücü’den geriye. Ama yine de gözlerini yuvarlayıp “Papağanımı ver!” diye bağırmaya devam ediyordu. “Al papağanını o zaman!” diye bağırdı delikanlı ve kuşun boynunu burup Büyücü’ye attı. Bu esnada Punçkin’in de boynu döndü, korkunç bir inlemeyle son nefesini verdi!
Sonra Balna’yı kuleden çıkardılar. Balna, oğlu ve prensler ülkelerine döndüler. Bundan sonra hep mutlu yaşadılar. Büyücünün tutsak ettiği diğer herkes de kendi yurduna döndü.
Kırık Çanak
Bir zamanlar Svabhavakripana adında bir Brahma rahibi yaşardı. İsmi, “doğuştan cimri” anlamına geliyordu. Dilenerek büyük miktarda pirinç toplamayı başarmıştı ve bunları yiyip bitirdikten sonra kalanını bir çanağa doldurmuştu. Çanağı duvardaki bir çiviye takmış, kanepesini de tam altına yerleştirmişti. Bütün gece dikkatle çanağı seyrederek kendi kendine düşündü: “Çanağım ağzına kadar dolu hakikaten. Bir kıtlık falan olsa, yüzlerce rupi kazanırdım bütün bu pirinçle. Bununla iki keçi alırdım. Altı ayda bir yavruları olurdu. Böylece bir keçi sürüsü elde ederdim. Sonra, keçileri satıp yerine inek alırdım. Yavruladıkları buzağıları satıp yerine manda alırdım. Sonra mandaları satıp kısrak alırdım. Kısraklar yavrulayınca bir sürü atım olurdu. Sonra onları da satar ve bir sürü altına sahip olurdum. Altınlarla dört kanatlı kocaman bir ev alırdım. Sonra evime bir Brahma rahibi gelir ve güzeller güzeli kızını bana verirdi. Hem de büyük bir çeyizle birlikte. Bir oğlumuz olurdu, adını Somasarman koyardım. Babasının dizine çıkacak yaşa geldiğinde, ben ahırın arkasında elimde bir kitapla otururdum. Beni kitap okurken gören oğlum, annesinin kucağından zıplayıp bana doğru koşar ve dizlerime çıkardı. Atın nalına çok yaklaştığı için çok kızar ve karıma bağırırdım: ‘Çocuğu götür buradan!’
Ama karım ev işlerine daldığından beni duymazdı. Sonra ayağa kalkıp bir tekme atardım kadına.” Bunları düşünürken havaya bir tekme attı ve duvardaki çanağı kırdı. Çanaktaki bütün pirinç üzerine savruldu, her yanı bembeyaz oldu. İşte bu yüzden beni iyi dinleyin: “Kim geleceğe dair aptalca planlar yaparsa, Somasarman’ın babası gibi bembeyaz oluverir.”
Sihirli Keman
Bir zamanlar yedi erkek kardeş ve bir kız kardeş yaşardı. Erkeklerin hepsi evliydi ama karıları yemek pişirmezdi. Bütün aile için yemek pişirme işini kız kardeş yapardı. Bu nedenle yengeleri, görümcelerine karşı öyle kin besliyordu ki günün birinde toplanıp kızcağızı yemek pişirme görevinden uzaklaştırmaya karar verdiler. Böylece evle ilgilenenler onlar olacaktı. Dediler ki: “Tarlada çalışmaya gitmiyor, bütün gün evde ama yine de yemekleri zamanında hazırlamamış.” Sonra Bonga’ya6 seslenip ondan iyi niyet ve yardım sözü aldılar ve dediler ki: “Gün ortasında, görümcemiz su getirmeye gittiğinde onun çömleğini gören su, ortadan kaybolacak, sonra tekrar ortaya çıkacak. Böylece gecikmiş olacak. Su, görümcemizin çömleğine akmasın. Bunun karşılığında kız senindir. Onu dilediğin gibi kullan.”
Öğle vakti kız, su almaya gittiğinde sular, gözlerinin önünde ortadan kayboldu. Kızcağız ağlamaya başladı. Bir süre sonra sular tekrar yükseldi. Ayak bileklerine kadar yükselince kız çömleği doldurmaya çalıştı fakat su bir türlü çömleğe girmiyordu. Kız, korkuyla ağlayıp ağabeyine seslendi:
“Ağabey! Su bileklerime kadar geldi ama çömlek dolmuyor, yardım et bana!”
Sular kızın dizlerine ulaşana dek yükseldi, kız yine ağlamaya başladı:
“Ağabey! Su dizlerime kadar geldi ama çömlek dolmuyor, yardım et bana!”
Sular, yükselmeye devam etti. Beline ulaştığında kız yine ağlayıp bağırdı:
“Ağabey! Su belime kadar geldi ama çömlek dolmuyor, yardım et bana!”
Sular hâlâ yükseliyordu, öyle ki artık kızın boynuna ulaşmıştı:
“Ağabey! Sular, boynuma kadar yükseldi ama çömlek dolmuyor, yardım et bana!”
Zamanla sular öyle yükseldi ki kızcağız boğulacağını düşündü, acı içinde bağırdı:
“Ah, ağabeyciğim! Sular artık insan boyuna yetişti. Şimdi çömlek dolmaya başladı.”
Çömlek suyla doldu. Bu esnada kız suya battı ve boğuldu. Tam o anda Bonga kendi şekline büründü ve kızı alıp götürdü.
Bir süre sonra kız, boğulduğu su kaynağının kenarında biten bir bambu ağacı şeklinde tekrar göründü. Bambu devasa bir boyuta ulaştı. İşte o zaman sık sık oradan geçen bir Yogi, ağacı görüp kendi kendine dedi ki: “Bu ağaçtan harika bir keman olur.” Bunun üzerine, bir gün baltasını getirip ağacı kesmek istedi ama tam başlamak üzereyken bambu seslendi: “Kökümü kesme, üst kısımları kes.” Ağacın üst kısımlarını kesmek için baltasını kaldırdığında ise bambu, “Tepeden kesme, kök kısmını kes,” dedi. Yogi ağacın istediği gibi kökü kesmek üzere bir kez daha hazırlandığında, bambu dedi ki: “Kökü kesme, yukarısını kes.” Yine üst kısımları kesmek istediğinde ise “Yukarıdan kesme, kökü kes,” dedi. Yogi, bir Bonga’nın onu korkutmaya çalıştığını anladı. İyice öfkelenip bambuyu kökten kesip keman yapmak üzere evine götürdü. Enstrümanın muhteşem bir sesi vardı, dinleyen herkes mest oluyordu. Yogi, dilenmeye gittiğinde bile kemanını yanından ayırmıyordu. Hoş müziğin etkisiyle her akşam evine tıka basa dolu bir cüzdanla dönüyordu.
Dolanmaya çıktığı zamanlarda Bonga kızın erkek kardeşlerinin evine uğrardı. Ev halkı, Yogi’nin kemanının sesinden çok etkilenirdi. İçlerinde ağlamaklı olanı bile vardı, zira keman acılar içinde kıvranıyor gibiydi. Kızın ağabeyleri kemanı satın almak istedi. Bu muhteşem enstrümandan ayrılmayı kabul ettiği takdirde Yogi’ye bir sene boyunca destek olmayı önerdi. Fakat kemanın kıymetini bilen Yogi, bu teklifi reddetti.
Bir zaman sonra Yogi, bir köyün reisinin evine gitti. Kemanıyla güzel ezgiler çaldıktan sonra, yiyecek bir şeyler rica etti. Yogi’ye, kemanını satması karşılığında büyük miktarda para teklif ettiler. Ama adam bu teklifi de reddetti ve kemanını satmadı. Çünkü kemanı, onun ekmek teknesi olmuştu, geçimini onunla sağlıyordu. Fikrini değiştiremeyeceklerini görünce ona yemek ve bol bol içki verdiler. Öyle çok içti ki sonunda zil zurna sarhoş oldu. O bu hâldeyken ev sahipleri kemanını alıp yerine eski kemanlarını koydular. Yogi, kendine gelince kemanını merak etti. Çalınmış olabileceğinden şüphelenerek geri istedi kemanını. Ev sahipleri bu suçlamayı reddedince Yogi, kemanını orada bırakıp gitmek zorunda kaldı. Şefin müzisyen oğlu, Yogi’nin kemanını çalmaya başladı. Onun hünerli ellerinde bu enstrüman, duyan bütün kulakları kendinden geçirecek güzellikte bir müzik yayıyordu.
Bütün ev halkı, tarlada çalıştığı sırada Bonga kız, kemanın içinden çıkıp aileye yemek hazırlardı. Kendi payını yedikten sonra şefin oğlunun yemeğini yatağının altına koyup toz olmasın diye üzerini örter, sonra da kemana geri girerdi. Her gün aynı şey yaşanınca ev halkı, tanıdıkları bir genç kızın delikanlıdan hoşlandığını ve ona olan ilgisini bu şekilde gösterdiğini düşündü. Bu yüzden, yemeğin nereden geldiğini araştırmakla uğraşmadılar. Fakat köy reisinin oğlu, rahatını bu kadar düşünen kızın kim olduğunu anlamak için nöbet tutmaya karar verdi. İçinden şöyle diyordu: “Bugün onu yakalayacağım ve güzelce pataklayacağım. Beni, bütün ailemin önünde rezil ediyor.” Ardından bir odun yığını arasına saklandı. Kısa süre sonra kız, bambu kemandan dışarı çıktı. Saçlarını tarayıp hazırlandıktan sonra her zamanki gibi pirinç pişirdi, biraz yiyip genç adamın payını yatağının altına koydu. Yine kemana girmek üzereyken delikanlı saklandığı yerden çıkıp kızı yakaladı. Bonga kız bağırdı: “Aman! Aman! Bir Dom, bir Hadi ya da evlenemeyeceğim bir kasta ait biri olabilirsin.” Genç adam dedi ki: “Hayır. Ama bugünden itibaren, ikimiz biriz artık.” Bunun üzerine tatlı bir muhabbete koyuldular. Akşam vakti diğerleri eve dönünce, kızın hem insan hem de Bonga olduğunu görüp çok sevindiler.
Zaman içinde Bonga kızın kendi ailesi çok yoksullaşmıştı. Bir keresinde, ağabeyleri köy reisinin evini ziyaret etti. Bonga kız onları hemen tanıdı ama onlar kızın kim olduğunu bilmiyorlardı. Kız onlara hemen su getirdi. Ardından pirinç pişirdi. Sonra yanlarına oturup yengelerinin yaptığı kötülükleri ağlamaklı bir sesle anlattı, ağabeylerini azarladı. Nihayet dedi ki: “Hepiniz bütün bunların farkındaydınız ama beni kurtarmak için hiçbir şey yapmadınız.” İşte, intikamını böylece almış oldu.
Zalim Turna Oyuna Gelir
Evvel zaman içinde Bodisat, bir nilüfer göletinin kenarında yetişmiş bir ağacın koruyucusu olarak bir ormanda dünyaya gelmişti.
O zamanlar, kuraklık mevsiminde malum göletin suyu çekilirdi. Bu küçük gölette bir sürü balık yaşardı. Bir turna ise bu balıklara dikmişti gözünü:
“Şu balıkları bir şekilde oyuna getirip avlamalıyım.”
Turna, suyun kenarına oturup bu işi nasıl yapacağını düşünmeye başladı.
Balıklar onu görünce sordular: “Niçin böyle düşünceli bir hâlde oturuyorsun burada?”
“Sizi düşünüyorum,” dedi turna.
“Aman efendim! Bizi neden düşünüyorsunuz?”
“Neden olacak? Gölette çok az su var. Üstelik yiyeceğiniz de pek az. Hava da öyle sıcak ki! O yüzden şöyle düşünüyordum: ‘Şu balıklar küçük dünyalarında ne yapacaklar şimdi?’”
“Evet, hakikaten haklısınız, efendim! Ne yapacağız biz?” dedi balıklar.
“Size söylediklerimi yaparsanız, sizi gagama alarak bin-bir çeşit nilüferin olduğu büyük bir gölete götürürüm, sizi oraya bırakırım,” diye cevap verdi turna.
“Bir turnanın balıkların rahatını düşünmesi, dünya kurulduğundan beri işitilmemiş şey, efendim. Sizin asıl amacınız, teker teker hepimizi mideye indirmek.”
“Aklımdan bile geçmedi öyle bir şey! Bana güvendiğiniz sürece yemem sizi. Ama bahsettiğim göletin var olmadığını düşünüyorsanız, içinizden birini yanıma verin, gelip kendisi görsün!”
Bunun üzerine ona inandılar ve içlerinden birini yanına verdiler. Bu, tek gözlü, büyük bir balıktı. Denizde ya da karada, her acil durumda akıllıca davranırdı.
Turna, balığı gölete götürüp suyu gösterdikten sonra geri getirdi, diğer balıkların yanına saldı. Balık, arkadaşlarına büyük göletin güzelliklerini anlattı.
Onu dinleyen diğer balıklar hep bir ağızdan, “Pekâla, efendim! Bizi götürebilirsiniz,” dediler.
Bunun üzerine turna, ilk olarak yaşlı ve yarı kör balığı diğer göletin kenarına götürdü. Göl kenarındaki bir varana ağacına konup bekledi. Sonra, zavallı balığı ağacın çatallarından birine fırlatıp gagasıyla vurarak öldürdü. Balığın etini yedi, kemiklerini ise ağacın dibine attı. Sonra geri dönüp bağırdı:
“Bu balığı gölete attım, başka birini gönderin.”
Bu şekilde teker teker bütün balıkları yedi. Geri döndüğünde başka balık kalmamıştı!
Ama hâlâ geride kalmış bir yengeç vardı. Turna onu da yemek istediği için seslendi:
“Sevgili yengeç, bütün balıkları alıp güzel ve büyük bir gölete bıraktım. Seni de götüreceğim!”
“Beni nasıl tutacaksın ki?”
“Bir yerini gagamla ısırır, öyle götürürüm.”
“Öyle taşırsan düşerim. Ben gelmem seninle!”
“Korkma, sımsıkı tutarım, düşmezsin!”
Sonra yengeç kendi kendine düşündü: “Eğer bu turna, balıkları bir kere yakaladıysa, asla gölete bırakmış olamaz! Beni gerçekten gölete götürse, harika olur! Ama başka bir şey yapmaya kalkarsa, boğazını kesiveririm, öldürürüm onu!” Turnaya döndü:
“Baksana, dostum! Beni sıkıca tutamazsın ama biz yengeçler, kavrayışımızla ünlüyüzdür. Kıskaçlarımla boynuna tutunmama izin verirsen, seninle seve seve gelirim.”
Turna oyuna getirildiğini fark etmedi ve teklifi kabul etti. Böylece yengeç, kıskaçlarını turnanın boynuna demirci kerpeteni gibi geçirip bağırdı: “Haydi, yola çıkalım!”
Turna, yengeci alıp büyük gölete götürdü, etrafı gösterdi. Sonra varana ağacına yöneldi.
“Amca!” diye bağırdı yengeç, “Gölet bu tarafta ama sen beni başka tarafa götürüyorsun!”
“Ah, öyle mi?” diye cevap verdi turna. “Sevgili tatlı yeğenim, bana amcacığım diyorsun. Yani seni kaldırıp oraya buraya taşıyacak bir köle olarak görüyorsun beni! Şimdi gözlerini aç da şu ötedeki varana ağacı dibinde yığılı balık kılçıklarına bir bak. O balıkların hepsini yedim, tıpkı seni de afiyetle mideme indireceğim gibi!”
“Ah! Balıklar, aptallıkları yüzünden yem oldu,” diye cevap verdi yengeç. “Ama beni yemene izin vermeyeceğim. Tam aksine, ben seni yok edeceğim. Zira o kadar aptalsın ki seni oyuna getirdiğimi anlayamadın. Ölürsek, beraber öleceğiz. Çünkü şu başını kesip yere atacağım!”
Sonra nefes nefese, gözyaşları içinde ve korkudan titreyerek yalvardı turna: “Aman Tanrım! Gerçekten de seni yemeye niyet etmemiştim. Canımı bağışla, ne olur!”
“Pekâlâ! Gölete in ve beni oraya bırak.”
Bunun üzerine, turna dönüp gölete girdi ve yengeci kenardaki çamura bıraktı. Fakat yengeç, avcı bıçağıyla bir nilüfer sapı keser gibi doğrayıverdi turnanın boynunu ve sonra da suya giriverdi!
Varana ağacında yaşayan Koruyucu Bodisata, bu tuhaf olayı görünce, ağacı alkışlarıyla salladı. Hoş bir sesle şu dizeleri dillendirdi:
“Kötüler zekâca üstün olsa da, kötülüğü yüzünden refah bulamaz.
Kurnazlığı sayesinde etrafını aldatabilir, oyunu kazanabilir ama kazancı ancak Yengeç’in avladığı Turna’nınki kadar olur!”
Âşık Leyla
Evvel zaman içinde Kral Dantal isminde çok parası, sayısız asker ve atları olan bir hükümdar vardı. Bir de Prens Mecnun adında bir oğlu vardı. Bu çocuk, vezirin oğlu Hüseyin Mahamat ile birlikte Kral Dantal’ın bahçesinde oynamayı çok severdi. Burası leziz meyveler, kokulu çiçekler ve türlü ağaçlarla kaplı kocaman bir bahçeydi. Küçük çakılarını da yanlarına alıp meyveleri keser, doya doya yerlerdi. Kral Dantal, çocuklara okuma yazma öğretmesi için bir öğretmen tutmuştu.
Zaman su gibi akıp geçmişti. Artık iki genç, delikanlı olmuştu. Bir gün Prens Mecnun babasına şöyle dedi: “Hüseyin Mahamat ile birlikte ava çıkmak istiyoruz.” Babası gitmelerine izin verince iki genç, Falana ülkesine kadar yol aldılar ve yol boyunca avlandılar ama çakallar ve kuşlardan başka bir şey bulamadılar.
Falana ülkesinin rajası, Munsuk idi ve Leyla adında siyah saçlı, kahverengi gözlü, çok güzel bir kızı vardı.
Prens Mecnun babasının krallığına geri dönmeden evvel, kızın uykuda olduğu bir gece Tanrı, insan kılığında bir melek yolladı Leyla’ya. Prens Mecnun’dan başka kimseyle evlenmemesini, bunun Tanrı’nın emri olduğunu söyledi. Leyla uyanınca meleğin ziyaretini babasına anlattı ama babası bu hikâyeye hiç önem vermedi. O zamandan sonra Leyla, “Mecnun, Mecnun. Ben Mecnun’u istiyorum,” diye sayıklar oldu. Yemek yerken bile “Mecnun, Mecnun. Ben Mecnun’u istiyorum,” diyor, ağzından başka laf çıkmıyordu. Babası bu duruma çok kızdı. “Kimdir bu Mecnun? Bilen var mı?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.
2
Doğadaki canlı ya da cansız her şeyin ruhu olduğu ve ruhlarla yönetildiği inancı (e.n.)
3
Hindistan’da dini inanış olarak dilencilik yapan ve böylelikle Tanrı’ya hizmet eden derviş topluluğu (e.n.)
4
Hindistan, Çin ve Tayvan gibi Uzak Doğu ülkelerinde geleneksel içecek ve yiyeceklere eklenerek veya çiğnenerek tüketilen, özellikle ritüellerde sıkça yer alan keyif verici bir bitki. (e.n.)
5
Mali: Hükümdar, ilk doğan erkek çocuğu. (ç.n.)
6
Kötü ruhları kullanarak insanların dileklerini bazı talepler karşılığında yaptığına inanılan bir çeşit cadı. (e.n.)