Полная версия
Hint masalları
Prens bunu duyduğuna çok üzüldü. “Bu kadar hardal tohumunu bir günde nasıl ezebilirim?” dedi kendi kendine. “Yapamazsam, Kral beni öldürecek.” Bu düşüncelerle hardal tohumlarını yaşlı kadının evine götürdü ama ne yapacağını hiç bilmiyordu. Sonunda Karıncaların Rajası geldi aklına. Onu düşünür düşünmez Karıncaların Rajası ve karıncaları ortaya çıktı. “Neden bu kadar üzgünsün?” diye sordu Karıncaların Rajası.
Prens ona hardal tohumlarını gösterdi. “Bütün bu hardal tohumlarını bir günde ezip yağını çıkarmanın bir yolu var mı? Tohumların yağını çıkarıp yarın sabah Kral’a götürmezsem beni öldürecek.”
“Üzülme,” dedi Karıncaların Rajası. “Git yat, güzelce uyu. Biz tohumları senin yerine ezeriz, yarın sabah da yağı Kral’a götürürsün.” Raja’nın oğlu yatıp uyudu ve karıncalar onun için çalışıp tohumları ezdi. Prens, tohumlardan çıkan yağı gördüğünde çok sevindi.
Ertesi sabah yağı alıp Kral’ın sarayına götürdü. Fakat Kral, “Henüz kızımla evlenemezsin. Kızımı istiyorsan önce iki ifritimle dövüşüp onları öldürmen gerek,” dedi.
Kral, uzun zaman önce iki ifrit yakalamıştı ve onlarla ne yapacağını bilemediği için bir kafese kapatmıştı. Ülkesindeki bütün insanları yiyeceğinden korktuğu için onları salmıyordu. Bu canavarları nasıl öldüreceğini de bilmiyordu. Dolayısıyla, Prenses Labam’la evlenmek isteyen bütün krallar ve prensler, bu iki ifritle dövüşmek zorunda kalmıştı. “Belki,” diyordu Kral, “ifritler ölür, ben de böylece kurtulmuş olurum.”
İfritleri öğrenince Raja’nın oğlu çok üzüldü. “Ne yapabilirim ki?” diye düşündü. “İki ifritle nasıl savaşabilirim?” Sonra arkadaşı kaplan aklına geldi. Kaplan ile karısı hemen imdadına yetişti: “Neden bu kadar üzgünsün?” Raja’nın oğlu cevap verdi: “Kral iki ifritle savaşıp onları öldürmemi istiyor. Nasıl yapacağım?”
“Hiç korkma,” dedi kaplan. “Üzülme, karımla birlikte senin için savaşırız.”
Sonra Raja’nın oğlu, çantasından muhteşem güzellikte, altın ve gümüş işlemeli, inci süslü iki kaftan çıkardı. Güzel görünmeleri için bunları kaplanlara giydirdi. Sonra da kaplanlarla birlikte Kral’ın yanına gitti: “Bu kaplanlar, ifritlerle benim adıma dövüşebilir mi?”
“Evet, dövüşebilir,” dedi Kral, ifritleri kimin öldüreceği umurunda değildi, yeter ki o iki canavar ölsün diye düşünüyordu. “Öyleyse, ifritleri çağırın,” dedi Raja’nın oğlu. “Kaplanlarım onlarla dövüşecek.” Kral, canavarları getirtti. Uzun bir mücadelenin sonucunda kaplanlar galip geldi ve ifritleri öldürdüler.
“Çok güzel,” dedi Kral, “sana kızımı vermeden evvel yapman gereken bir şey daha var. Göklerde bana ait bir kös var. Gidip onu çalmalısın. Başaramazsan, seni öldürürüm.”
Raja’nın oğlunun aklına küçük yatağı geldi. Yaşlı kadının evine gidip yatağına oturdu. “Küçük yatak!” dedi, “Göklerde Kral’ın kösü var. Ona gitmek istiyorum.” Yatak hemen uçmaya başladı ve Raja’nın oğlu kösü çaldı. Kral bunu duydu. Ama Prens aşağı indiğinde Kral kızını vermeyeceğini söyledi: “Senden istediğim üç şeyi yaptın. Ama şimdi bir şey daha yapman lazım.”
“Elimden gelirse, yaparım,” dedi Raja’nın oğlu.
Sonra Kral, sarayın yakınlarındaki bir ağacın gövdesini gösterdi. Çok ama çok kalın bir ağaç gövdesiydi. Prens’in eline sapı cilalı bir balta verdi: “Yarın sabah ağacın gövdesini bu baltayla ikiye bölmelisin.”
Raja’nın oğlu yaşlı kadının evine döndü. Çok üzgündü. Kral’ın onu bu sefer kesin öldüreceğini düşünüyordu. “Hardal tohumlarını karıncalara ezdirdim,” diye düşündü kendi kendine. “İfritleri kaplanlara öldürttüm. Küçük yatağım sayesinde gökteki kösü çalabildim. Ama şimdi ne yapacağım? Bu kalın ağaç gövdesini cilalı bir baltayla nasıl ikiye böleceğim?”
Geceleri yatağına binip Prenses’i görmeye gidiyordu. “Yarın,” dedi kıza, “baban beni öldürecek.”
“Neden?” diye sordu Prenses.
“Kalın bir ağaç gövdesini ikiye bölmemi istedi. Nasıl yapacağım?” dedi Raja’nın oğlu.
“Korkma,” dedi Prenses, “sana söylediğim gibi yaparsan ağacı kolayca ikiye ayırırsın.”
Bu sözlerin ardından kız, başından kopardığı bir saç telini Prens’e verdi: “Yarın, yanında kimse yokken ağaç gövdesine şöyle de: ‘Prenses Labam, bu saç teliyle ikiye ayrılmanı emrediyor.’ Sonra saç telini baltanın bıçak kısmına ger.”
Ertesi gün Raja’nın oğlu, Prenses’in söylediklerine harfi harfine uydu. Saç telinin gerili olduğu balta bıçağı ağacın gövdesine dokunduğu an, ağaç ikiye ayrıldı.
Kral, “Artık kızımla evlenebilirsin,” dedi. İki gencin düğünü yapıldı. Etraftaki ülkelerden rajalar ve krallar kutlamalara katıldı. Çok büyük eğlenceler düzenlendi. Birkaç gün sonra Prens, karısına dedi ki: “Haydi, babamın ülkesine gidelim.” Prenses Labam’ın babası onlara develer, atlar, hizmetçiler ve bol miktarda rupi verdi. Büyük bir sevinçle Prens’in ülkesine gittiler. Orada mutlu mesut yaşadılar.
Prens çantasını, yatağını ve sopasını hep yanında bulundurdu. Gerçi hiç kimse onunla savaşmaya gelmediği için sopayı kullanmasına gerek kalmadı.
Kuzucuk
Evvel zaman içinde mini mini bir Kuzucuk yaşardı. Sarsak bacakları üzerinde hoplayıp zıplar, çok eğlenirdi.
Bir gün büyükannesini ziyaret etmek için yola çıktı. Büyükannesinin vereceği güzel şeyleri düşünerek neşeyle zıplıyordu. Bir de ne görsün? Karşısına kocaman bir çakal çıktı. Bu leziz et parçasına bakıp dedi ki: “Kuzucuk! Kuzucuk! SENİ YİYECEĞİM!”
Fakat Kuzucuk biraz sıçramakla yetindi:
“Büyükannemin evine gideyim, yemeklerini yiyip büyüyeyim ve şişmanlayayım, o zaman beni yersin.”
Çakal bu öneriyi mantıklı bularak Kuzucuk’un gitmesine izin verdi.
Sonra bir akbabaya rastladı. Karşısındaki et parçasına aç gözlerle bakan akbaba dedi ki: “Kuzucuk! Kuzucuk! SENİ YİYECEĞİM!”
Fakat Kuzucuk yine sıçramakla yetindi:
“Büyükannemin evine gideyim, yemeklerini yiyip büyüyeyim ve şişmanlayayım, o zaman beni yersin.”
Akbaba bunu mantıklı bulup Kuzucuk’un gitmesine müsaade etti.
Derken, Kuzucuk bu kez de bir kaplanla karşılaştı. Sonra bir kurt, bir köpek ve kartal. Hepsi küçük kuzuyu görünce bağırdılar: “Kuzucuk! Kuzucuk! SENİ YİYECEĞİM!”
Bunların hepsine Kuzucuk’un cevabı ufak bir sıçrayış eşliğindeki şu sözler oldu:
“Büyükannemin evine gideyim, yemeklerini yiyip büyüyeyim ve şişmanlayayım, o zaman beni yersin.”
Nihayet büyükannesinin evine vardı ve aceleyle dedi ki: “Büyükannecim, çok yiyip şişmanlayacağıma söz verdim. Biliyorsun, sözüne sadık olmak önemlidir. O yüzden, lütfen beni ambara götür, hemen.”
Bunun üzerine büyükannesi, ne kadar iyi bir çocuk olduğunu söyleyip Kuzucuk’u ambara götürdü. Açgözlü Kuzucuk ambarda yedi gün kaldı. O kadar çok yedi ki yürüyemez hâle geldi. Büyükannesi, artık yeterince şişmanladığını ve eve gitme vaktinin geldiğini söyledi. Ama kurnaz Kuzucuk, asla eve gitmeyeceğini çünkü iyice şişmanlayıp kıvama geldiği için geri döndüğünde bütün o hayvanların onu mideye indirmek isteyeceğini söyledi.
“Sana ne yapacağını söyleyeceğim,” dedi akıllı Kuzucuk. “Ölen küçük erkek kardeşimin derisinden bir davul yapmalısın. Ben de içine oturup yuvarlana yuvarlana yolumu bulayım, zaten davul gibi şiştim, içine tam sığarım.”
Bunun üzerine büyükannesi, Kuzucuk’un kardeşinin derisinden güzel bir davul yaptı. Kuzucuk, davulun içine kıvrılıp rahatça ortasına yerleşti ve neşeyle yuvarlanmaya başladı. Çok geçmeden Kartal çıktı yoluna:
“Davulcuk! Davulcuk! Kuzucuk’u gördün mü?”
Kuzucuk sıcak yuvasında kıvrılmış hâlde cevap verdi:
“Ateşe düştü, senin de başına aynısı gelecek. Haydi Davulcuk. Tamba, tumba!”
“Çok can sıkıcı!” diye iç geçirdi Kartal, elinden kaçan taze kuzu etini pişmanlıkla düşündü.
Bu arada Kuzucuk, yuvarlanıp giderken kendi kendine gülüp şarkı söylüyordu:
“Tamba, tumba; tamba, tumba!”
Karşılaştığı her hayvan ve kuş aynı soruyu sordu:
“Davulcuk! Davulcuk! Kuzucuk’u gördün mü?”
Kurnaz Kuzucuk her birine aynı şekilde yanıt verdi:
“Ateşe düştü, senin de başına aynısı gelecek. Haydi Davulcuk. Tamba, tumba; tamba, tumba; tamba, tumba!”
Bu cevabın üzerine her hayvan ellerinden kaçırdıkları taze kuzu etini düşünüp iç geçirdi.
Sonunda Çakal, topallaya topallaya geldi. Yüzünden düşen bin parçaydı. Sordu:
“Davulcuk! Davulcuk! Kuzucuk’u gördün mü?”
Kuzucuk, küçük yuvasında rahatça kıvrılmış bir hâlde neşeyle cevap verdi:
“Ateşe düştü, senin de başına aynısı gelecek. Haydi Davulcuk. Tamba, tumba!”
Ama daha fazla ilerleyemedi; çünkü çakal, Kuzucuk’un sesini tanımıştı: “Hey! İçin dışına çıkmış, baksana! Haydi, çık dışarı!”
Sonra davulu parçalayıp Kuzucuk’u bir lokmada yutuverdi.
Punçkin
Evvel zaman içinde bir Raja yaşardı. Bu Raja’nın yedi güzel kızı vardı. Hepsi de iyi huylu kızlardı ama en küçükleri olan Balna, diğerlerinden çok daha zekiydi. Raja’nın karısı yani anneleri, kızlar henüz çocukken ölmüş ve zavallı prensesleri küçük yaşta öksüz bırakmıştı.
Raja, bakanlarıyla birlikte ülke meselelerini görüşürken, kızları her gün sırayla babalarının yemeğini pişirirdi.
O sıralarda, Prudhan ölmüş ve dul karısı ile tek kızını yalnız bırakmıştı. Her gün, Yedi Prenses babalarının yemeğini hazırladığı sırada Prudhan’ın dul karısı ve kızı gelir, ocaktan biraz ateş almak için çıra isterlerdi.
Balna kız kardeşlerine derdi ki: “Şu kadını gönderin, gönderin onu. Kendi evinde çırası yok mu? Bizimkini ne yapacak? Buraya gelmesine izin verirsek bir gün bunun acısını çekeriz.”
Fakat kız kardeşleri şöyle cevap verirdi: “Sus Balna! Ne diye şu zavallı kadınla kavga edip duruyorsun? İstiyorsa ateşten biraz alsın.” Bunun üzerine, Prudhan’ın dul karısı ocağa gidip birkaç çıra alırdı. Kimse o tarafa bakmadığı anda Raja için hazırlanmakta olan akşam yemeği tabaklarına biraz çamur atardı.
Raja kızlarına çok düşkündü. Annelerinin ölümünden beri, kendi elleriyle yemeğini hazırlayarak babalarının düşmanları tarafından zehirlenmesine engel olmaya çalışmışlardı. Bu yüzden, yemeğine çamur karıştığını görünce bunu kızlarının dikkatsizliğine verdi. Herhalde yemeğine kasten çamur atacak değillerdi. Ama bu durum devam etti. Kızlarının Raja için hazırladığı köri, her defasında çamurlu çıkıyordu. Yemeği bu şekilde berbat edilmesine karşın merhametli Raja’nın gönlü, kızlarını azarlamaya el vermiyordu.
Nihayet bir gün, saklanıp kızlarının yemek pişirmesini izlemeye karar verdi. Bu yüzden, yan odaya gidip duvardaki delikten kızlarını izledi.
Kızlarının özenle pirinç yıkayıp köri hazırladıklarını gördü. Hazırlamayı bitirdikleri yemekleri pişirmek üzere ateşin yanına koyuyorlardı. Sonra Raja, Prudhan’ın dul karısının kapıya gelip yemeğini pişirmek için birkaç çıra istediğini gördü. Balna sinirlenip kadına döndü: “Kendi evine neden çıra almıyorsun da her gün buraya gelip bizim ateşimizden istiyorsun? Sevgili kız kardeşlerim! Şu kadına daha fazla çıra vermeyin artık. Gidip kendi satın alsın.”
Sonra en büyük ablası konuştu: “Balna, bırak kadıncağız çırayla ateşini alsın. Zararı yok bize.” Ama Balna’nın buna verecek cevabı vardı: “Evimize bu kadar sık gelmesine izin verirseniz, elbet bir gün zararı dokunacak ve yaptığımız iyiliğe pişman edecektir bizi.”
Raja her şeyi izlemeye devam etti. Prudhan’ın dul karısının akşam yemeğinin yapıldığı yere geldiğini ve ateş alırken yemeklere çamur attığını gördü.
Raja bu duruma çok sinirlenip kadını yakalattı ve huzuruna getirtti. Ama dul kadın Raja’ya, onunla görüşebilmek için bu oyunu oynadığını anlattı. Öyle zekice konuştu, kurnazca sözleriyle Raja’yı öyle memnun etti ki, Raja kadını cezalandırmak yerine, onunla evlenerek Rani yani Kraliçe yaptı. Yeni eşi ve kızı sarayda yaşamaya başladı.
Yeni Rani, zavallı Yedi Prenses’ten nefret ediyordu ve sahip oldukları bütün zenginliğin kendi kızının eline geçmesi, kendi kızının sarayda tek prenses olarak yaşayabilmesi için onları saf dışı bırakmak istiyordu. Nezaketleri nedeniyle onlara minnettar olacağı yerde, prenseslere hayatı zehir etmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Onlara bir parça ekmekten başka yiyecek vermiyor, çok az su içmelerine müsaade ediyordu. Ömürleri boyunca rahat yaşamış, güzel yemek ve elbiselere alışmış zavallı prensesler perişan ve mutsuzdu. Her gün dışarı çıkıyor, annelerinin mezarı başında oturup ağlıyorlardı:
“Ah anneciğim, zavallı çocuklarının hâlini, mutsuzluğunu, üvey annemizin bizi aç bıraktığını görmüyor musun?”
Bir gün, yine böyle ağlayıp sızlandıkları sırada bir de ne olsa beğenirsiniz? Mezardan çok güzel bir greyfurt ağacı çıktı. Ağacın olgun meyvelerini yiyen kızcağızlar, böylece açlıklarını giderdiler. Bundan sonra her gün, üvey annelerinin verdiği kötü yemekleri yemek yerine, annelerinin mezarın gelip bu güzel ağacın meyveleriyle karınlarını doyurmaya başladılar.
Sonra Rani kızına dedi ki: “Nasıl oluyor anlamıyorum. Ne zaman sorsam şu kızlar yemek istemiyoruz diyorlar. Hiçbir şey yemiyorlar ama hiç hastalanmıyorlar. Hepsi senden daha sağlıklı gözüküyor. Anlamadım gitti.” Bu sözlerin ardından kızına, prensesleri gözetlemesini emretti. Onlara yiyecek veren biri var mı diye merak ediyordu.
Ertesi gün, prensesler yine annelerinin mezarına gitmiş, leziz greyfurtlardan yiyorlardı. Ama Prudhan’ın kızı onları takip etmiş ve meyve topladıklarını görmüştü.
Balna kız kardeşlerine dedi ki: “Şu kız bizi izliyor, görüyor musunuz? Haydi, onu gönderelim ya da greyfurtları saklayalım. Yoksa gidip annesine söyleyecek, bizim için fena olacak.”
Ama diğer kız kardeşler şöyle cevap verdi: “Hayır, Balna, kaba davranma. Kız, annesine söyleyecek kadar zalim olamaz. Onu da yanımıza çağıralım ve meyvelerden ikram edelim.”
Fakat greyfurttan yer yemez Prudhan’ın kızı kalkıp eve gitti ve olanları annesine anlattı: “Prenseslerin hazırladığın yemeği yememelerine hiç şaşmam çünkü annelerinin mezarı başında çok güzel bir greyfurt ağacı bitmiş. Her gün oraya gidip greyfurt yiyorlar. Ben de bir tane yedim, hayatımda tattığım en güzel meyveydi.”
Zalim Rani bunu duyunca çok sinirlendi. Ertesi gün odasından dışarı çıkmadı. Raja’ya başının çok ağrıdığını söyledi. Raja bunu duyunca çok üzüldü ve karısına şöyle dedi: “Senin için ne yapabilirim?” Karısı cevap verdi: “Başımın ağrısını geçirecek tek bir şey var. Rahmetli karının mezarı başında güzel bir greyfurt ağacı bitmiş. Onu buraya getirip kökünü ve dallarını kaynat. Sonra suyundan biraz alnıma sür. Böylece başımın ağrısı geçer.” Bunun üzerine Raja, hizmetkârlarını gönderip güzel greyfurt ağacını söktürdü. Sonra Rani’nin istediği gibi ağacı kaynattı. Ağacı kaynattıkları sudan karısının başına sürünce kadın, baş ağrısının geçtiğini ve iyileştiğini söyledi.
Ertesi gün prensesler her zamanki gibi annelerinin mezarına gittiler ama greyfurt ağacı ortalıkta yoktu. Kızlar, acı acı ağlamaya başladılar.
Rani’nin mezarı yanında küçük bir sarnıç vardı. Kızlar, ağlayıp dururken sarnıcın krema gibi bir şeyle dolduğunu gördüler. Sonra bu krema sertleşip pasta hâlini aldı. Bunu gören prensesler çok sevinip pastanın tadına baktılar ve çok beğendiler. Sonraki gün yine aynı şey oldu ve bu böylece devam etti. Her sabah prensesler annelerinin mezarına gittiklerinde küçük sarnıcın kremalı pastayla dolduğunu gördüler. Sonra zalim üvey anneleri kızına dedi ki: “Nasıl oluyor anlamıyorum. Prensesler, onlara verdiğim yemeği yemedikleri hâlde hiç süzülmüyorlar, üzgün de gözükmüyorlar. Nasıl oluyor, hiç anlamıyorum!”
Kızı, “Ben onları gözetlerim,” dedi.
Ertesi gün prensesler kremalı pastadan yediği sırada, üvey annelerinin kızı yanlarında bitti. Onu ilk gören Balna oldu: “Bakın, kardeşlerim! Şu kız yine geliyor. Sarnıcın kenarına oturalım da pastayı görmesin. Ona pastadan verirsek gidip annesine söyleyecek. Talihimiz son bulacak.”
Fakat diğer kız kardeşler Balna’nın gereksiz yere şüpheci davrandığını düşünerek tavsiyesine uymak yerine Prudhan’ın kızına pastadan verdiler. Kız da hemen eve gidip her şeyi annesine anlattı.
Prenseslerin keyfinin yerinde olduğunu öğrenen Rani, öfkeden çatlayacak gibiydi. Hizmetçilerini gönderip Raja’nın ilk karısının mezarını yıktırdı ve küçük sarnıcı, mezardan kalan taşlarla doldurttu. Bununla da yetinmeyip çok ama çok hastalanmış gibi yaptı. Sanki ölmek üzereydi. Raja bunu görünce çok üzüldü ve karısını iyileştirmek için elinden ne gelirse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Karısı, “Hayatımı kurtaracak tek bir şey var ama yapmayacağını biliyorum,” dedi. Raja cevap verdi: “Ne olursa olsun yaparım.” Kadın dedi ki: “Hayatımı kurtarmak için ilk karından olan yedi kızını öldürmeli ve kanlarından biraz alıp alnımla ellerime sürmelisin. Onların ölümü, beni yaşatacak tek şey.”
Bu sözleri duyan Raja üzüntüye boğuldu. Ama sözünü bozmaktan korktuğu için yüreğinde bir ağırlık hissiyle kızlarını bulmaya gitti.
Annelerinin mezarı başında ağlarken buldu onları.
Sonra, kızlarını öldürmeye elinin varmayacağını anlayan Raja, onlara nazikçe seslenerek birlikte ormana gitmeyi önerdi. Orada bir ateş yakıp biraz pirinç pişirdi ve kızlarına verdi. İkindi vakti iyice sıcak çöktü. Havanın verdiği rehavetle prensesler uykuya daldı. Kızlarının uyuduğunu gören Raja, oradan sıvışıp kızlarını yalnız bıraktı. Çünkü karısından korkuyordu. Kendi kendine şöyle düşündü: “Üvey anneleri tarafından öldürüleceklerine, zavallı kızlarımı bırakayım da burada ölsünler, daha iyi.”
Sonra Raja bir ceylan vurdu. Eve döndüğünde, Rani’nin alnıyla ellerine ceylanın kanından sürdü. Prenseslerin gerçekten öldüğünü sanan kadın, iyileştiğini söyledi.
Bu arada prensesler uyandı ve koca ormanın ortasında yapayalnız olduklarını görünce korkuya kapıldılar. Avazları çıktığınca bağırıp seslerini babalarına duyurmaya çalıştılar ama babaları çok uzaklardaydı ve sesleri gök gürültüsü kadar yüksek bile olsa onları işitemezdi.
Şansa bakın ki tam da o gün komşu bir ülkenin rajasının yedi genç oğlu aynı ormandan geçmekteydi. Gün boyu avlandıktan sonra eve dönüyorlardı. En genç Prens, ağabeylerine döndü: “Durun bir dakika. Bir ağlama sesi duyuyorum. Birileri bağırıyor. Siz duymuyor musunuz? Sesin geldiği tarafa gidelim, ne oluyor öğrenelim.”
Bunun üzerine Yedi Prens, atlarına binip kızların ağlayıp dövünmekte oldukları yere vardılar. Kızları gören genç prensler şaşkına döndü. Başlarına gelenleri öğrenince üzüntüleri iyiden iyiye arttı. Her birinin bu zavallı ve mahzun prenseslerden birini yanına alıp onunla evlenmesine karar verdiler.
Böylece en büyük prens, en büyük prensesi evine götürerek onunla evlendi.
İkinci prens, yine ikinci sıradaki prensesi aldı.
Üçüncü prens, üçüncü prensesle evlendi.
Dördüncüsü, dördüncü prensesle evlendi.
Beşinci prens, beşinci prensesle evlendi.
Altıncı prens, altıncı prensesi aldı.
Yedinci ve en yakışıklı prens, güzeller güzeli Balna ile evlendi.
Kendi ülkelerine döndüklerinde, Yedi Prens’in Yedi güzel Prenses ile evlenmesi sebebiyle krallıkta şenlikler düzenlendi.
Bundan bir yıl kadar sonra Balna’nın bir oğlu oldu. Amcaları ve teyzeleri, bu yumurcağı o kadar çok seviyordu ki sanki yedi anne babası vardı. Diğer prens ve prenseslerin hiç çocuğu olmadı. Bu yüzden, yedinci Prens ve Balna’nın oğlunu kendi çocukları gibi kabul ettiler.
Bir süre boyunca böylece mutlu yaşadılar; ta ki günün birinde yedinci Prens (Balna’nın kocası) ava çıkacağını söyleyene dek. Prens uzaklara gitti. Bütün ailesi onu bekledi durdu ama Prens bir daha geri dönmedi.
Bunun üzerine altı ağabeyi, kardeşlerini bulmak için yola çıktı. Ama onlar da geri dönmediler.
Yedi Prenses çok üzülüyordu çünkü iyi kalpli kocalarının öldürüldüğünden korkuyorlardı.
Bu olayın üzerinden çok geçmemişti. Balna bebeğinin beşiğini sallıyor, ablaları ise aşağıdaki odada çalışıyordu. İşte bu sırada, saray kapısına uzun ve siyah bir cübbe içinde bir adam geldi. Bir Fakir olduğunu ve dilendiğini söyledi. Hizmetçiler adama cevap verdi: “Saraya giremezsin. Raja’nın bütün oğulları gitti. Ölmüş olabileceklerini düşünüyoruz. Dul eşlerini, senin gibi dilencilerin rahatsız etmesine izin veremeyiz.” Yaşlı adam, “Fakat ben kutsal bir adamım. Beni içeri almak zorundasınız,” dedi. Bunun üzerine ahmak hizmetçiler adamı saraya aldılar ama bilmedikleri bir şey vardı: Bu adam bir Fakir değil, kötü Büyücü Punçkin idi.
Punçkin Fakir, sarayı dolaşıp güzelliklerini gördü. Nihayet, Balna’nın küçük oğlunun beşiği yanında oturduğu odaya geldi. Bu kız, Büyücü’nün bugüne dek gördüğü en güzel varlıktı. Öyle ki kızdan onunla evlenmesini istedi. Ama Balna, “Korkarım ki kocam öldü fakat oğlum çok küçük. Burada kalıp onu büyüteceğim, akıllı bir adam olduğunu göreceğim. Sonra dünyayı gezecek ve bana babasından haber getirecek. Onu bırakmak ve seninle evlenmek mi? Ağzından yel alsın!” dedi. Bu sözleri duyan Büyücü çok öfkelendi ve kızı kara bir köpekçiğe dönüştürüp çekiştirdi: “Madem kendi isteğinle gelmeyeceksin, ben seni götürmesini bilirim.” Böylece zavallı Prenses, hiçbir kaçış yolu olmadan ve başına gelenleri ablalarına duyuramadan zorla götürüldü. Punçkin, saray kapısından geçtiği esnada hizmetçiler sordu: “O küçük sevimli köpeği de nereden buldun?” Büyücü cevap verdi: “Prenseslerden biri hediye olarak verdi.” Bu cevaba inanıp başka soru sormadılar.
Çok geçmeden diğer altı prenses, yeğenlerinin ağladığını işitti. Yukarı çıktıklarında bebeği yalnız başına görünce çok şaşırdılar. Balna ortalıkta yoktu. Hizmetçilere sordular. Bir Fakir’in gelip yanında kara bir köpekçikle saraydan ayrıldığını öğrenince olanları tahmin ettiler. Her tarafa adam saldılar ama ne Fakir ne de köpekçik bulunabildi. Zavallı altı kadının elinden ne gelirdi? İyi kalpli kocalarını ve kız kardeşleri Balna’yı görmekten umudu kesip kendilerini küçük yeğenlerini büyütmeye adadılar.
Böylece zaman akıp geçti. Balna’nın oğlu on dört yaşına geldi. Sonra bir gün teyzeleri ona ailelerinin geçmişini anlattı. Anne babasıyla amcalarının başına gelenleri duyar duymaz delikanlının kalbi, onları bulma ve sağ salim bulduğu takdirde de eve getirme arzusuyla doldu. Kararını öğrenen teyzeleri çok korktu ve onu bu işten vazgeçirmeye çalıştılar. “Kocalarımızı kaybettik, kız kardeşimiz ve onun kocası da geri dönmedi. Sen bizim tutunduğumuz tek dalsın. Sen de gidersen biz ne yaparız?” dediler. Ama delikanlı, “Yalvarırım, umutsuz olmayın. Başarabilirsem, annemle babamı ve amcalarımı yanımda getireceğim,” diye cevap verdi. Böylece yola çıktı ama birkaç ay boyunca hiçbir bilgi edinemedi, arayışları sonuçsuz kaldı.
Uzun yolların ardından anne babasına dair bir haber alma umudu kalmamıştı ki taşlar, kayalar ve ağaçlarla dolu bir ülkeye vardı. Burada yüksek kuleli kocaman bir saray gördü. Hemen yanında bir Mali5’nin evi vardı.
Etrafına bakındığı esnada Mali’nin karısı onu gördü, hemen evden çıkıp dedi ki: “Sevgili çocuğum, böyle tehlikeli bir yere gelmeye nasıl cesaret ettin? Kimsin sen?” Çocuk cevap verdi: “Ben bir Raja’nın oğluyum. Babam ile amcalarımı ve de kötü bir büyücü tarafından ele geçirilmiş annemi arıyorum.”
Bunun üzerine Mali’nin karısı dedi ki: “Bu ülke ve burası, o sözünü ettiğin Büyücü’ye aittir. Her şeye kadirdir o. Biri canını sıkacak olursa, onu taşa veya ağaca çeviriverir. Bir zaman önce buraya bir Raja oğlu gelmişti. Ardından da altı ağabeyi. Sonra hepsi taş veya ağaç oldu. Üstelik bahtsız olanlar yalnız onlar değil. Zira şu kulede çok güzel bir Prenses yaşar. Ondan nefret ettiği ve onunla evlenmeyi kabul etmediği için Büyücü, güzel Prenses’i hapsetti.
Bunun üzerine Prens, “Bunlar benim anne babamla amcalarım olmalı. Nihayet onları buldum,” diye geçirdi içinden. Sonra Mali’nin karısına hikâyesini anlattı. Sözünü ettiği o talihsiz kişiler hakkında bilgi edinmek üzere orada kalmak için izin istedi. Kadın ona yardım edeceğine söz verdi. Büyücü’nün onu görüp taşa çevirmemesi için kılık değiştirmesini tavsiye etti. Prens bunu kabul etti. Böylelikle, Mali’nin karısı delikanlıya bir sari giydirdi. “Bu kim?” diye soranlara, “Kızım,” diyecekti.
Bunun üzerinden çok geçmemişti ki bir gün Büyücü, yine bahçesinde dolaşırken oyun oynayan küçük kızı gördü (tabii, kız kılığındakinin aslında delikanlı olduğundan habersizdi). Kim olduğunu sordu kıza. O da Mali’nin kızı olduğunu söyledi. Büyücü buna cevaben “Ne kadar sevimli bir kızsın. Yarın kulede yaşayan güzel kadına çiçekler götürüp benim hediyem olduğunu söyleyeceksin.”
Genç Prens, bunu duyunca çok sevindi. Hemen Mali’nin karısına haber vermek için eve koşturdu. Ona danıştıktan sonra bu kılıkta gezmesinin daha güvenli olacağına karar verdi. Annesiyle iletişim kurabilmek için iyi bir fırsat kollamalıydı. Tabii, kuledeki gerçekten de annesiyse.