
Полная версия
Kahvehane hikayeleri
Hacı yeniden dışarıya fırladı ve karısının haklı olduğunu gördü; kadının evinin arkasında akan bir dere vardı, böylcee Hacı arka kapıyı çaldı. Fakat Hanım kapıyı açmak yerine pencereye gelip bir ayna gösterdi, tersini çevirdi ve sonra gitti. Hacı evin arka kapısında bir süre oyalandı, ama başka hayat belirtisi göremeyince, daha kederli bir şekilde evine döndü. Eve girince, karısı onu şu şöyle karşıladı: “Eee, sana anlattığım gibi değil miymiş?”
“Evet” dedi Hacı. “Sen gerçekten muhteşem bir kadınsın. Maşallah! Fakat neden kapıyı açmak yerine, pencereye gelip bir aynanın önce ön yüzünü ve sonra da arka yüzünü gösterdi?”
“Hah!” derdi karısı, “Bu çok basit; kadın aynanın yüzünü tersine çevirdiğinde, yani saat on gibi gitmen gerektiğini anlatmaya çalışıyor.” Saat sonunda ona gelince Hacı aceleyle çıktı, ama karısı da peşinden çıktı; birisi sevdiğini görmeye, diğeri de polise haber vermeye gidiyordu.
Hacı ve onu baştan çıkaran kadın bahçede konuşurlarken polis onları yakaladı ve her ikisini de hapishaneye götürdüler. Hacı’nın eşi de görevini tamamlamış bir şekilde, eve döndü.
Hacı’nın karısı ertesi sabah birkaç lokum7 çöreği yaptı ve bunları hapishaneye götürdü. İçeri girmek ve ölmüşlerinin ruhuna yaptığı bu çörekleri mahkûmlara dağıtmak için izin istedi. Bu reddedilemeyecek bir istek olduğu için, kadının içeri girmesine izin verildi. Kadın kocasını baştan çıkaran kadının atıldığı hücreyi bulunca, ona, tüccar Hacı’ya bir daha kötü gözle bakmaması şartıyla, maruz kaldığı bu kara lekeyi temizleme teklifinde bulundu. Şartlar minnetle kabul edildi ve Hacı’nın eşi mahkûm kadınla yer değiştirdi.
Yargıcın önüne çıkarıldıklarında, Hacı karısını görünce şok oldu, ama akıllı bir adam olduğu için de sükûnetini korudu ve konuşma işini karısına bıraktı. Kadın hem kocasının hem de kendisinin aşağılanarak hapishaneye getirilmesini şiddetle protesto etti; çünkü onlar kanunen evliydi ve o gün bahçede sadece sohbet ediyorlardı. Şahit olarak bölgenin Bekçi’sini, İmam’ını ve birkaç da komşuyu çağırdı.
Zavallı Hacı’nın şaşkınlıktan dili tutulmuştu ve en azından bir ya da iki yıl kalacağını sandığı hapishaneden karısına “Sen gerçekten muhteşem bir kadınsın, maşallah! Maşallah!” diye diye çıktı.

HURDACI, BAHÇESİNDEKİ HAZİNEYİ NASIL BULDU?
Marmara Denizi’ne nazır ve tarihi İstanbul şehrine sınır olan kulelerin birinde, yaşlı bir hurdacı yaşar, cüruf ve işe yaramaz demir parçalarını toplayıp demircilere satarak kıt kanaat geçinirdi.
Sık sık da kendisini ekmek parası için bazen bir eşeğe nal yapmaya mecbur eden acıklı kaderine dert yanardı. Hiç şüphe yok ki, mümin bir Müslüman olarak, en azından eşeğe binebilme ayrıcalığına sahip olması gerekirdi oysa. İç dünyasındaki istekleri ise uyku saatlerinde gördüğü ve sıklıkla zenginlik ve lükse dair rüyalarla tatmin olmaktaydı. Fakat günün ilk ışıklarıyla birlikte gerçekle yüzleşmekteydi ve bu, isteklerini daha da artırıyordu.
Çoğu kez, meseleleri tersine çevirebilmek için uyku ruhunu çağırırdı, ama boşunaydı; güneşin doğmasıyla cüruf ve demir toplama işi başlardı.
Bir gece, rüyasına giren ziyaretçisine gecesini gündüze çevirmesi için yalvardı ve ruh da ona şöyle dedi: “Mısır’a git, bu isteğin sadece bu şekilde gerçekleşir.”
Bu umut verici söz gündüzleri aklından çıkmadı ve geceleri de rüyalarını süsledi. Bu düşünceyle kafasını o kadar bozmuştu ki karısı ona kapıda “Eve ekmek getirdin mi?” diye sorduğunda “Mısır’a gittin mi?” diye sorduğunu düşünerek, “Hayır, henüz gitmedim; yarın gideceğim” diye cevap veriyordu.
Sonunda, arkadaşları ve komşuları zavallı Ahmet’in, adamın adı buydu, durumundan endişe etmeye başlayınca, Allah’ın çetin bir sınava tabi tuttuğu ve aklını aldığı bir adam olduğunu düşünmeye başladıkları bir sabah, adam şöyle haykırarak evini terketti: “Gidiyorum! Gidiyorum! Bereketli topraklara gidiyorum!” Ve komşuları umutsuzluk içinde göğsünü döven karısını yatıştırmaya çalışırken, adam çekip gitti. Ahmet hemen kendisine İskenderiye’ye gittiğini söylenen bir gemiye bindi ve kaptanı oraya davet edildiği ve onu götürmeye mecbur olduğu konusunda ikna etti. Yarım akıllı ve çılgın insanlar diğerlerinden daha mübarektir ya, Ahmet böylece İskenderiye’ye götürüldü.
İskenderiye’ ye vardığında, Hacı Ahmet Konstantinapolis’te gördüğü, Mısır’a gelmesi durumunda da tadını çıkaracağı vaat edilen zenginliklerin peşinde Kahire’ye kadar karış karış gezdi. Heyhat! Hacı Ahmet insanların ona acıyıp verdikleri bir parşa kuru ekmeğe muhtaç duruma düşmüştü. Zaman geçtikçe, Hacı Ahmet’e duyulan acıma da, ona verilen kuru ekmekler de gittikçe azaldı.
Canından bezmiş ve acı çekmiş bir durumda, Allah’a onun canını alması için dua etmeye karar verdi. Piramitlere gitti ve oradaki kayalara kendisine acıyıp üzerine düşmeleri için yalvarmaya başladı. Tesadüfen, bir Türk bu duaları duydu ve ona şöyle dedi: “Neden bu kadar mutsuzsun babalık? Ruhun seni ne kadar sıkboğaz ediyor ki sen böyle, sana biçilen zamandan önce onun bedeninden çekilip alınmasını istiyorsun?”
“Evet, oğlum” dedi Hacı Ahmet. “Çok uzaklarda İstanbul’da, Allah’ın da inayetiyle, bir hurdacı olarak kendimin ve karımın geçimini sağlayabiliyordum. Ama işte şimdi buradayım, Mısır’da, yalnızım ve açlıktan ölüyorum. Karım muhtemelen çoktan açlıktan ölmüştür ve tüm bunlar gördüğüm bir rüya yüründen oldu.”
“Yazık! Çok yazık babacığım! Senin yaşındaki bir adamın evinden ve arkadaşlarından bu kadar uzak diyarlarda, hem de bir rüya yüzünden geziniyor olması çok yazık. Ben de rüyalarıma uysaydım, şimdi şu dakika İstanbul’da, bir ağacın altına gömülü olan bir hazineyi kazıyor olacaktım. Şimdi bile orada olmadığım halde hazinenin nerede olduğunu sana tarif edebilirim. Hayalimde bir duvar görüyorum, çok büyük bir duvar, çok uzun yıllar önce yapılmış bir duvar ve bu duvarı destekleyen veya destekliyormuş gibi görünen birçok köşeden oluşan kuleler var. Yuvarlak kuleler, kare kuleler ve içinde küçük kuleler olan daha başka kuleler var. İşte bu kulelerin kare olanlarından bir tanesinin içinde, yaşlı bir kadın ve yaşlı bir adam yaşıyor ve kuleye yakın büyük bir ağaç var. Her gece bu yeri rüyamda gördüğümde, yaşlı adam bana orayı kazıp hazineyi çıkarmamı söyler. Ama baba, ben ta İstanbullara kadar gidip bunun doğru olup olmadığına bakacak kadar enayi değilim. Bu sadece sıklıkla görü-düğüm bir rüya, hepsi o. Bu kadar uzağa gelerek senin ne hallere düştüğüne baksana!”
“Evet” dedi Hacı Ahmet, “Bu sadece bir rüya, ama sen onu yorumladın. Allah senden razı olsun, beni cesaretlendirdin; ben evime geri dönüyorum.”
Sonra Hacı Ahmet ve genç adam ayrıldı. İkisi de Allah’a şükrediyordu; biri çökmüş olan bir ruhu canlandırması ve cesaretlendirmesi için ona bir fırsat verdiği için, diğeri de hayattan bıktığı bir anda bir yabancı gelip, ona rüyasını yorumladığı için. Hacı aradığı hazinenin kendi bahçesinde olduğunu öğrenmek için ne diyarlar gezmişti! Sonunda hem karısını, hem de komşularını şaşırttı ve çok da değişmemiş bir adam olarak tekrar ortaya çıkıverdi. Aslında, o yine eski cüruf ve demir toplayıcısıydı.
Nerede olduğuna ve ne yaptığına dair tüm sorulara, şöyle cevap veriyordu: “Beni uzaklara bir rüya gönderdi, geriye de bir rüya getirdi.”
Ve komşular da şöyle diyordu: “Çok mübarek adammış bizim hurdacı.”
Bir gece Hacı Ahmet yardımsever bir komşudan temin ettiği kazma ve kürekle bahçesindeki ağaca gitti. Kısa bir süre kazdıktan sonra, içinde altın, gümüş ve çok değerli mücevherlerin olduğu ağır bir sandık çıktı ortaya. Hacı Ahmet sandığı tekrar yerine yerleştirdi, üzerini kapattı ve Allah’ın kadınları, özellikle de kendi karısını dili ve saçı uzun, ama aklı kısa yarattığına hayıflanarak yatağına döndü. “Heyhat!” diye düşündü, “Karıma anlatırsam, sır saklamak kadınların doğasına aykırı olduğu için, soygun yaptım diye asarlar beni.” Bu yüzden, karısının onunla birlikte katlandığı meşakkat ve zorluk dolu yılları düşündüğünde daha cömert davrandı ve karısının diğer kadınlar arasında bir istisna olup olmadığını denemeye karar verdi. Kim bilir, belki de sırrı saklardı. Onu sınamak için kendisine de, hazineye de risk oluşturmayacak bir plan hazırladı.
Yatağından çıkıp, dışarı gitti ve bir yumurta satın aldı, buldu veya çaldı, her neyse… Bu yumurtayı ertesi sabah karısına gösterdi ve ona şöyle dedi:
“Eyvah! Galiba ben diğer erkekler gibi değilim, baksana bu yumurtayı gece yumurtlamışım! Ah karıcığım, eğer komşular bunu duyarlarsa yıllardır acı çeken kocan Hacı Ahmet falakaya yatırılır, iple boğulur veya yakılarak öldürülür. Ah, ölüyorum galiba!”
Ve Hacı Ahmet başka tek kelime etmeden karısının başka birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir istisna olup olmadığını merak ederek omzunda bir çuvalla, eskimiş at, öküz ve eşek nallarını toplamak için çıkıp gitti.
Akşamleyin, bulduklarını sırtlanmış, evine yaklaşırken mübarek bir adam olarak bilinen, Hacı Ahmet diye birinin insanlık tarihinde ve hatta tavukluk tarihinde de görülmemiş bir şey yaparak bir gecede on iki yumurta birden yumurtladığı yönündeki dedikoduları duydu.
Eklemeye gerek yok, Hacı Ahmet hazineden karısına hiç söz etmedi, ama her gün çuvalıyla demir ve cüruf toplamak için dışarıya çıktı ve topladıklarını akşamları karısıyla birlikte her ayıklayışında bazen bir altın, bazen bir gümüş, en sonunda da kocaman bir değerli taş buldu.

ÇAPKIN HALİD NASIL BAŞKOMİSER OLDU?
Yıllar önce Balat’ta Çapkın Halid ve Piç Osman adlarında iki serseri yaşardı. Bu berduşlar hayatlarını kendi akıllarıyla ve de komşularının zararına yaşayıp giderdi. Fakat her zaman gittikçe artan ekmek ve içki masrafları için de dert yanmaktaydılar. Kendi çevrelerinde birkaç numara çevirdiler, ama pek işe yaramadı ve neredeyse umutlarını yitirmişlerdi ki Çapkın Halid’in aklına başarı şansı epey yüksekmiş gibi görünen bir fikir geldi. Halid Balat’ın artık bittiğini ve hayatlarını kazanmak için başka bir yere gitmeleri gerektiğini en iyi ahbabı Osman’a anlattı. Halid’in planı İstanbul’a8
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Bu yazının yazılmasında Ahmet Yaşar’ın Osmanlı Şehir Mekanları: Kahvehane Literatürü ve Lütfü Tınç’ın Osmanlı’da Kahvehane Kültürü adlı yazılarından yararlanılmıştır.
2
O zamanın Batılılarının İstanbul’a verdiği ad. (ç.n.)
3
Yazarın burada “kum” dediği, yazılmış yazıların mürekkebini kurutmak için üzerine dökülen ve çok ince, renkli bir kum olan “rıh” olmalı. (ç.n.)
4
Çubuk: Tütün içmek için kullanılan uzun ağızlık. (ç.n.)
5
“Harem” burada, “eski evlerde yabancı erkeklerin girmesine izin verilmeyen yer” anlamında kullanılmaktadır. (ç.n.)
6
O zaman bankalar bilinmediği için halk parasını ya bir yere gömer ya da çok güvendiği birilerine emanet ederdi. (ç.n.)
7
Yazarın burada kastettiği “lokma” olmalı. (ç.n.)
8
O dönemlerde “İstanbul” diye anılan yer, Topkapı Sarayı ve civarı olarak tanımlayacağımız bölgedir.