bannerbanner
Kahvehane hikayeleri
Kahvehane hikayeleri

Полная версия

Kahvehane hikayeleri

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
1 из 2

CYRUS ADLER, ALLAN RAMSAY

İSTANBUL 1898. KAHVEHANE HİKÂYELERİ


YAZARIN ÖNSÖZÜ

İstanbul’a yaptığım çeşitli ziyaretler sırasında kahvehanelerde anlatılan hikâyelerle ilgilenmeye başladım. Bu kahvehaneler genelde odadan birazcık büyük, duvarlarında cam paneller olan yerlerdir. Mobilya olaraksa cezve asacak tertibatı olan küçük bir sacayak ve kahve pişirmek için ateş bulunur. Üzerinde halı olan bir kerevet tüm duvar boyunca uzanr. Bunun üzerinde, sarıklı Türkler bacaklarını altlarına alarak oturur; nargile veya sigara tüttürür, kahvelerini yudumlarlar. Birkaçı tavla oynar ama geneli sohbetlere katılır. Önceleri bir iki kelime olarak başlayan konuşmalar sonraları genel sohbete döner. Sonunda o civarın bilge bir kişisi gelir ve herkes ona dönüp konuyu bağlamasını bekler. Bu da genellikle adamın bakış açısını tarif eden bir hikâye anlatmasıyla yapılır. Bu durumlarda anlatılan hikeyeler genellikle Arap veya Acem kökenlidir, ama Türk zihni onlara yeni bir biçim ve felsefe kazandırır. Bunlar âdetlerin, geleneklerin ve insanların düşünme yöntemlerinin niteliklerini belirtmesi açısından korunmaya değer hikâyelerdir.

Kitaptaki hikeyelereden iki tanesi Ermeniceden alınmış ve İstanbullu Doktor K. Ohannesyan’dan aktarılmıştır. Merhametli Kağan hikâyesi için de Bay George Kennan’a teşekkür borçluyum. Hikâyeler hiçbir kitaptan veya yazılı kaynaktan çevrilmemiş ve mümkün olduğunca anlatıldıkları gibi korunmalarına dikkat edilmiştir. Hikâyelerin çoğu uzun zaman süreyle İstanbul’da yaşamış ve Türkleri tanımak için bol zamana sahip olmuş Bay Allan Ramsay’den aktarılmıştır. Yine de anlatım tarzı ve kurgularda olan yanlışlardan hiçbir şekilde kendisi sorumlu değildir, her türlü günah ve vebal benim üzerime atılmalıdır.

CYRUS ADLER Cosmos Kulübü, Washington, 1 Şubat 1898

YAYIMCININ ÖNSÖZÜ1

İsminden hareketle, kahvehane ‘kahve evi’ anlamına gelmektedir, ancak ilk ortaya çıktığı tarihten itibaren sosyal ilişkileri şekillendiren ve toplumun geçirdiği toplumsal dönüşümleri yansıtan bir kamusal mekân olagelmiştir. Kahvehane tipi mekânların ilk örnekleri XVI. yüzyılın başlarında Mekke, Kahire ve Şam’da ortaya çıkmış, yüzyılın ortalarında ise İstanbul’a gelmiştir. Ancak kahvenin daha geniş bir tabanda rağbet görmesi ve kahvehanenin evrensel bir toplumsal kurum olarak yaygınlaşması İstanbul’a gelmesiyle gerçekleşmiştir. Tarihçi Peçevî’ye göre, ilk kahvehaneleri Halepli Hakem adında bir tüccar ile Şamlı Şems adında bir efendi, İstanbul Tahtakale’de 1554 tarihinde açtılar. Kahve satılan/tüketilen bir yer olarak kurulan kahvehane kısa zaman içerisinde bir tüketim mekânından ziyade gündelik hayatın tecrübe edildiği bir mekân haline geldi.

Kısa zaman içerisinde kahvehane sayısı hızla arzı, kahve içmek ve yarenlik etmek amacıyla buralarda toplanan muhtelif zümrelerden ve değişik kültür seviyelerinden insanlar, çok hızlı gelişen bir kültürel birikim ortamı, sosyalleşme mekânı, siyasî iktidar karşısında seslerini duyurabildikleri bir kamusallık meydana getirdiler. Ancak Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saray, medrese ve cami dışında, “sivil” bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, XVI. ve XVII. yüzyılların İstanbul’unda, pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı. ‘Miskinlerin buluşma mekânı ve fitne yuvası’ olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekti. 1567 yılında başta Suriçi İstanbul olmak üzere İstanbul’daki bütün kahvehaneler kapatıldı. Haza IV. Murat, bu gerekçelerle kahvehaneleri topyekûn kapatmaya yönelik şiddetli ve kapsamlı girişimlerde bulundu. Sadece Eyüp ve çevresinde 120 kahvehane kapatıldı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında ve XVII. yüzyılın ilk yarısında ‘tehlikeli yerler’ olarak görülen kahvehaneler ‘külliyen’ kapatılırken XVII. yüzyılın ortalarından itibaren otorite, ‘tehlikeyi’ önlemek için toptan kapatmak ve yıkmak yerine, yekdiğerlerine ‘ibret olsun’ babında tek tek bazı kahvehaneleri kapatarak bir tür yıldırma siyaseti takip ezi.

Ancak kahvehanelerin sayısı günden güne artmaya devam ezi. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığının son dönemlerinde İstanbul’da elli tane kahvehane bulunduğu belirtilirken, bu sayı, XVI. yüzyılın sonunda altı yüze ulaştı. XIX. yüzyılın başlarında ise 2.500’lere kadar çıktı. Hem sayı hem de itibar olarak önemi artan kahvehaneler zaman içerisinde mevcut kültürel ve toplumsal hayata dâhil olmayı başardı. Kültürün üretildiği ve tüketildiği bir mekân haline geldi. Birçok değişikliklere uğrayarak hayatiyetini devam ettirdi. Her ne kadar sadece erkek sosyalliğini barındırsa da Osmanlı şehrindeki kamusal yaşamın önemli bir kısmını oluşturdu. İlk başlarda marjinal bir yenilik olarak görülen kahvehane, çok geçmeden normalleşti ve toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayan merkezî bir konuma geldi.

İlk kahvehanelerin açıldığı yer Tahtakale’dir. Zirveyi yakalamış imparatorluğun kalbi Dersaadet’te, ticaret hayatının merkezinde açılan bu iki kahvehane büyük rağbet görür. Aslında bu rağbet İstanbul’da bu dükkânların açılmasından önce de kahve tiryakiliğinin yaygın olduğunun göstergesidir. Ancak kahvehane bir başkadır. Bu mekânda sadece kahve içilip çubuk ve nargile tüzürülmez! Kahvehanelerin farklı toplumsal işlevleri vardır. Haza bu işlevlere göre, sınıf sınıf kahvehane vardır: esnaf kahveleri, âşık kahveleri, tulumbacı kahveleri, merkezî yerlerdeki büyük kahvehaneler, kıraathaneler ve tabii mahalle kahveleri…

Mahalle kahvehanelerinin işlevini ve oluşum sürecini, Osman Nuri Ergin, çok güzel özetler: “Namaz vakitlerinden evvel camiye gelen, fakat kapısını kapalı bulanlar yahut iki namaz arasındaki vakti geçirmek isteyenlerin bir müddet oturması ve beklemesi için, ilk önce her camiin yanında birer yer tahsis edilmiş ve Hicret’in 10’uncu asrında Yemen’den kahve gelince, buralarda kahve içilmesi âdet haline gelmişti. Ve ondan dolayıdır ki adına kahvehane denmiştir.”

Bu iyi niyetli açıklama belki de işin başlangıcını gösterir; ama Osmanlı yönetimi kısa sürede fark edecektir ki kahvehaneler ve özellikle de o küçük mahalle kahveleri -ki örneğin Süheyl Ünver bunları ‘bir tür halk kulübü’ diye adlandırır- kendi otoritesi karşısında bir ‘muhalif’ güç oluşturmaktadır âdeta. Mahalle kahvesi mahalle hayatının merkezindeki caminin yanında, bu caminin cemaati için ‘sivil’ bir uzantısı gibidir.

Böylece kahvehane ilk kurulduğu tarihten başlayarak Osmanlı insanının hayatına yeni bir sosyalleşme getirmiştir. Evde, çoluk çocuğun arasında ya da camide cemaatin içinde, cami avlusunda pek konuşulamayan konular kahvehanenin kuytu köşelerindeki sedirlerde konuşulurdu.

Sohbet mahalle dedikodusuyla sınırlı kalmaz, ‘devlet katına kadar’ yükselir; siyaset yapılırdı. Yani Saray’da, o günlerin iktidar mücadeleleri içinde herkes kendine bir taraf seçerdi. Örneğin, 17. yüzyıla kadar sürüp giden yeniçeri-sipahi rekabeti ve zaman zaman patlak veren isyanlarda, şu yeniçeri ağasını ya da sipahilerin tarafını tutan şu veziri destekleyenler, kendilerine mahalle kahvelerinde taraZar ararlardı. Çoğu isyanlar da bu kahvehanelerde planlanırdı. Saray da tedbirini alırdı elbeze! Hafiye kullanılır; küçük mahalle kahvelerine dokunulmaz, ama ‘ibret olsun diye’, merkezî yerlerdeki belli başlı büyük kahvelerden birkaçı kapatılırdı. Fetva deZerlerinde bu kapatmaların örneği boldur.

‘Büyük kahvehaneler’ diye sözünü eziğimiz kahveler kentin önemli meydanları civarında, ana caddelerde bulunan, her tabakadan farklı insanların gelip gizikleri, hem ‘gediklileri’ yani sürekli müşterileri, hem de bol miktarda ‘gelgeç takımı’ müşterisi olan yerlerdi. Bunların bir kısmı ‘çayının nefaseti’ ve ‘kahvesinin kıvamı’ ile ün yapmışlardı. Şehzadebaşı semtinin kahvehaneleri çok ünlü idi. Şehzadebaşı deyince, akla Direklerarası ve tabii ki İstanbul’un Ramazan kültürü gelir. Ramazan deyince de kahvehane! Çünkü Osmanlı başkentinin Ramazan gecelerinde halk sokaklara dökülür, kahvehaneler de sahura kadar açık bulunurdu. Ramazan kahvehaneleri resimlerle süslenir ve rengârenk kâğıt fenerlerle donatılırdı. Eğer Ramazan kışa rastlamışsa, İstanbul’un özellikle çalgılı kahveleri geceleri çok şenlikli, çok canlı olurdu. Kentin hemen her semtinde böyle bir çalgılı kahve bulunurdu. Bunlara ‘semaî kahveleri’ de denirdi.

Konunun meraklısı Osman Cemal Kaygılı’ya kulak verirsek, çalgılı kahvelerde mani, semaî, koşma, destan ve kalenderîler okunduğunu; bunları okuyanlar gibi, yazan ya da düzenleyenlerin de çoğunlukla tulumbacılar olduğunu öğreniriz. Bu nedenle bu kahveler, “tulumbacı kahveleri” diye de adlandırılırdı.

Çalgıcı kahvelerde oyuncular da vardı. Oyuncular ya aralarda ya da saz söz faslı bizikten sonra oyunlarına başlarlardı. Bu oyunlar çiZetelli, köçek, ağırlama, kasap, düğün havası, bıçak oyunu ve zeybekti. Ramazan geceleri dışında da meddahlar, hikâye anlatıcılar, saz âşıkları ve şairler kimi kahvehaneleri sık sık şenlendirirlerdi. Aslında toplumsal eleştiri ve hiciv dozu da içeren Karagöz de sırf Ramazan gecelerine has bir seyir değildi. Karagöz oynatan büyük kahvehanelerden mahalle kahvesine, Tanzimat öncesi Osmanlı toplumunun nabzının kahvelerde azığını söylemek, yanlış olmaz.

Belki de bu yüzden Amadeo Preziosi’den Giovanni Brindesi’ye, İstanbul’a gelen oryantalist sanatçıların hemen hepsi mutlaka kahvehaneleri resmetmişlerdir. Bu nedenle biz de kitabımızda bu çizimlerden bazı örnekler vermeyi uygun gördük. Bugüne kadar gün ışığına çıkmamış bu “kahvehane hikayeleri”ni okurken keyif almanız, haza yer yer o kahvehanelerin çubuk, sigara ve nargile dumanı karışımlı ortamlarını hayal etmeniz dileğiyle, iyi okumalar…

Maya Kitap

KADININ FENDİ ERKEĞİ YENDİ

Konstantinopolis’te2 bir oğlu olan yaşlı ve bilge bir hoca yaşardı. Çocuk da babasının izinden gider, her gün Ayasofya camiine gidip tenha bir köşesine oturur, Fatih’in elinin damgası basılmış olan kolonun soluna yaslanır, kendini Kur’an okumaya verirdi. Onu gün boyunca otururken, vücudunu öne arkaya sallarken ve kendini kutsal Kuran’ın ayetlerini ezberlemeye çalışırken görmek mümkündü.

Müslüman medrese öğrencilerinin en büyük arzusu tüm Kur’an’ı ezbere okuyabilmekti. Kur’an’ı ezberden okurken hem bir makama uyarak okumak, hem de makamla uyumlu beden hareketleri yapmak gerekir ki bunu öğrenmek öğrencilerin yıllarını almaktadır.

Abdül adında bir genç de on dokuz yaşına ulaştığında dikkatli ve devamlı bir çalışma sonucu Kur’an’ın dörtte üçünü ezberlemeyi başarmıştı. Bu başarısıyla çok gururlandı, hırsı daha da arttı ve büyük adam olmak istediğine karar verdi.

Kararını verdiği gün camiye gitmedi, evde durdu, babasının evindeki ocakta yanan ateşi izledi. Birkaç kez babası sordu:

“Oğlum, şu ateşte ne görüyorsun?”

Genç delikanlı her seferinde aynı şekilde yanıtladı.

“Hiçbir şey baba.”

O çok gençti, göremiyordu.

En sonunda genç adam cesaretini topladı ve düşüncelerini açıkladı:

“Baba” dedi, “Ben büyük adam olmak istiyorum”

“Bu çok kolay” dedi babası “Ve büyük adam olmak için…” diye devam etti oğlan:“Önce Mekke’ye gitmeliyim. Hiçbir Müslüman din adamı, din bilgini, hatta sıradan bir adam bile hacca gitmeden dininin gereklerini yerine getiremez.”

Baba oğlunun fikirlerine sakince cevap verdi: “Mekke’ye gitmek çok kolay.”

“Nasıl, kolay?” sordu oğul. “Aksine çok zor, yolculuk çok masraflı ve benim hiç param yok.”

“Dinle, evlat” dedi baba, “Kâtip olman gerekiyor, Kardeşlerinin ve kendini düşüncelerinin yazarı olursan, böylece bir servet kazanabilirsin.”

“Fakat benim kâtip olmak için yeterli malzemem yok” dedi oğul.

“Tüm bunlar kolayca tamamlanır” dedi baba. “Dedenin mürekkep hokkası vardı, onu sana veririm. Birkaç tane de yazı kâğıdı alırım ve sana bir tezgâh açarız. Senin tüm yapman gereken sakince oturmak ve akıllı, uslu görünmektir. Böylece bir servet kazanabilirsin.”

Tavsiye gerçekten de iyiydi. Çünkü mektup yazmak o zamanlar az sayıda insanın sahip olduğu bir sanattı. Yazı yazabilme yeteneği elbette yanında düzenleme yeteneği de gerektirir. Çok az insan gerçekten iyi mektup yazabilir.

Abdül babasının verdiği tavsiyeye çok sevinmişti ve planı uygulamak için hiç vakit kaybetmedi. Dedesinin mürekkep hokkasını, babasının aldığı kâğıtları aldı, kendine bir tezgâh kurdu ve kâtiplik mesleğine başladı.

Abdül daha bir çocuktu, hiç bir şey bilmiyordu, fakat kendini çok akıllı sandığı için babasının tavsiyesinin de ötesine geçmeye karar verdi.

“Akıllı görünmek yetmez” dedi, “Daha başka ilginçliklere de sahip olmalıyım.”

Uzun uzun düşündükten sonra aklına bir fikir aklına geldi ve tezgâhının önüne uzun zamandır yaygın olan bir efsaneyi yazdı: “Erkeğin aklı kadının aklından üstündür.” İnsanlar bu yazıyı çok beğendi ve müşteriler gelmeye başladı. Genç hoca kısa zamanda birçok kuruş kazandı ve mutlu oldu.

Bu yazı bir gün bir hanımın gözüne takıldı. Abdül’ün yağız bir delikanlı olduğunu görüp yanına gitti ve şöyle dedi:

“Hocam, yazılacak zor bir mektubum var. Sizin çok akıllı olduğunuzu duydum ve buraya geldim. Bu mektubu yazmak için çok ince bir zekâya sahip olmak gerekiyor. Ayrıca, bu mektup çok uzun bir mektup ve o yazılırken ben burada, öylece dikilemem. Öğleden sonra saat üçte konağıma gelin ve mektubu yazalım.”

Hoca müşterisinin övgüleriyle şişmiş ve davetine de şaşırmıştı. Adeta büyülenmişti, kalbi deli gibi çarpıyordu ve daveti kabul ederkenki heyecanı da bir o kadar büyüktü ki konuşması güç belâ duyulabildi. Bu daveti cazip kılan getirdiği yenilikten çok daha farklı bir şeydi. Hoca hayatında ailesinin dışındaki hiçbir kadınla konuşmamıştı. Bir kadının evine davet edilmekse başlı başına bir maceraydı.

Genç hoca -aceleci genç- kararlaştırılmış saatten epey önce hokkasını, divitini, kumunu3 topladı. Heyecanlı adımlarla eve doğru yola koyuldu. Evin pencereleri kafeslerle örtülüydü, bahçe kocaman duvarlarla çevriliydi ve girişi hantal bir kapı kapıyordu. Üç kere kaldırdı ağır kapı tokmağını.

“Kim o?” diye bir ses geldi içerden.

“Kâtip”

“Tamam” dedi kapıcı. Kapı açıldı ve Hoca’ya girme izni verildi. Kapıdan doğruca evin salonuna giriliyordu.

Evin hanımı onu samimiyetle karşıladı.

“Ah hoca efendi, seni gördüğüme çok sevindim, lütfen otur.”

Hoca gergin bir şekilde yazı alet edevatını çıkardı “Bu kadar acele etme” dedi hanım. “Dinlen, bir fincan kahve iç, bir sigara yak, sonra mektubu yazarız.”

Böylece o da bir sigara yaktı, bir fincan kahve içti ve konuşmaya daldılar. Zaman aktı gitti, dakikalar saniyeler gibi, saatler dakikalar gibi geçti. Onlar muhabbet içinde konuşurken aniden kapı sert bir şekilde çaldı.

“Eyvah, Paşa geldi! Kocam!” dedi kadın. “Ne yapacağız şimdi? Eğer seni burada görürse öldürür. Çok korkuyorum.”

Hoca da korkmuştu. Kapı bir kez daha çaldı.

“Buldum!” dedi kadın Abdül’ü kolundan tutarak.”Şunun içine gir hemen” dedi, odadaki büyük bir sandığı göstererek. “Çabuk çabuk, eğer canını seviyorsan tek kelime etme. İnşallah, ben seni kurtaracağım.”

Abdül çok geç olsa da aptallığını anlamıştı. Aradığı tecrübe buydu işte, ama genç adam tehlike korkusuyla sandığa girdi, kadın sandığı kilitledi ve anahtarı aldı.

Birkaç dakika sonra Paşa içeri girdi.

“Çok yorgunum, bana bir kahve ve çubuğumu4 getir” dedi.

“İyi akşamlar Paşa Efendi” dedi kadın. “Otur, sana söyleyeceklerim var.”

“Üff!” dedi paşa” Hiç kadın muhabbeti çekemem şu anda! Ne demiş atalar: ‘Saçı uzun aklı kısa!’ Sen bana çubuğumu getir.”

“Fakat Paşa Efendi” dedi kadın. “Bugün başıma bir şey geldi.”

“Üff!” dedi Paşa, “Bir kadının başına ne gelebilir ki! Gözünü ya da tırnaklarını boyamayı unutmuşsundur ancak.”

“Hayır, Paşa Efendi. Sabırlı ol, anlatacağım. Bugün mektup yazdırmak için dışarı çıkmıştım.”

“Mektup mu?” dedi Paşa, “Kime mektup yazacaksın ki?”

“Sabırlı ol” dedi.” Sana hikâyemi anlatacağım. İşte, güzel gözlü, genç bir kâtibin tezgâhına gittim.”

“Güzel gözlü, genç bir adam mı?” haykırdı Paşa. “Kim o? Geberteceğim onu!” Ve kılıcını çekiverdi.

Sandıktaki Hoca ise her kelimeyi duyuyordu ve tir tir titremeye başladı.

“Sabırlı ol Paşa Efendi. Başıma bir şey geldi demiştim, ama sen bana inanmadın. Genç adama mektubun çok uzun olduğunu ve onu yazdırmak için sokakta bekleyemeyeceğimi söyledim. Böylece onu öğleden sonra eve çağırdım.”

“Buraya mı? Bu eve mi?” gürledi Paşa.

“Evet, Paşa Efendi “ dedi kadın. “Böylece Hoca buraya geldi, ona kahve ve sigara ikram ettim. Sonra sohbet ettik. Ve dakikalar saniyeler gibi, saatler dakikalar gibi geçti gitti. Sonra sen kapıyı çaldın. Ben de hocaya dedim ki: Eyvah, Paşa geldi! Eğer seni burada görürse öldürür!”

“Ben de öldüreceğim zaten!” diye bağırdı Paşa. “Söyle, nerede o?”

“Sakin ol Paşa Efendi” dedi kadın “Anlatacağım. Sen kapıyı tekrar çalınca o anda aklıma sandık geldi ve Hoca’yı sandığa sakladım.”

“Göster onu bana!” diye gürledi Paşa. “Kafasını koparacağım onun!”

“A, Paşa Efendi” dedi kadın. “Bu alımlı genci öldürmek için ne kadar da acelecisin! O senin elinde artık, senden kaçamaz. Onu şu sandığa koyup kilitledim ve anahtar da cebimde.”

Kadın Paşa’ya doğru yürüyüp anahtarı çıkardı ve Paşa’ya uzattı. Paşa anahtarı alırken de kadın haykırıverdi:

“Lades!”

“Off be!” dedi Paşa suratını buruşturarak. Anahtarı fırlattı ve kapıyı çarparak haremi5 terk etti.

O gittikten sonra kadın anahtarı alıp sandığı açtı ve korkudan tir tir titreyen Hoca’yı çıkardı.

“Var şimdi tezgâhına git Hoca” dedi. “O yazıyı da sök ve yerine şunu yaz: Kadının fendi erkeği yendi! Kadının zekâsı erkeğin iki katıdır; çünkü ben kadın halimle bir günde iki erkeği birden kandırdım!”


HANIM VE ADALETSİZ KADI

O zamanlar İstanbul’un bazı bölgelerinde var olan bir âdete göre, bazı adamlar ellerinde bir tahta kürek, sırtlarında sepetle sokak sokak dolaşıp “Çöpçü geldi!” diye bağırırdı.

Bir Çöpçü beş yıllık gayretli çalışmasının karşılığında, çok da önemli olmayan, 500 kuruş biriktirmişti. Parasını yanında taşımaya korkuyordu. Bu adam İstanbul kadısının çok güvenilir biri olduğunu duydu ve saklaması için parasını ona vermeye karar verdi.6

Kadıya gidip şöyle dedi: “Sen okumuş ve dürüst bir adamsın. Ben beş yıldır çalışıyorum. Fakirlerin de, zenginlerin de pisliklerini temizliyorum. 500 kuruş kadar bir dünyalık biriktirdim. Allah’ın da yardımıyla iki seneye kadar bir 100 kuruş daha biriktirirsem, o zaman inşallah memleketime dönüp karımla çocuklarıma tekrar kavuşacağım. O zamana kadar şu paramı benim için saklamayı kabul ederseniz bendenize büyük bir ihsanda bulunmuş olacaksınız.”

Kadı karşılık verdi: “Sen en doğrusunu yaptın evladım; paran saklanacak ve istediğinde sana geri verilecektir.”

Zavallı adam çok memnun oldu ve parasını bırakıp gitti. Ama bir süre sonra birkaç memleketlisinin birleşip de memlekete gideceklerini öğrenince, 500 kuruşun da şimdilik yeterli olacağını düşündü ve onlarla birlikte memlekete dönmeye karar verdi. Ayrıca “İki yıla kim öle kim kala!” dedi ve arkadaşlarına katılmaya kesin karar verdi.

Sonra kadıya gitti ve fikrini değiştirdiğini ve bir an önce memleketine dönmek istediğini söyleyerek parasını istedi. Kadı ona “Defol köpek!” diye bağırdı ve uşaklarına onu hemen dövüp dışarı atmalarını emretti. Heyhat! Zavallı Çöpçü ne yapsın! Umutsuzluk içinde ağladı ve sevdiklerini tekrar görmesi için geçirmesi gereken yılları hesaplamaya çalıştı.

Bir gün bu adamcağız bir Paşa’nın konağından çöplerini alırken öyle dertli bir iç çekti ki sesini yakınlarda olan konağın hanımı bile duydu. Hanım pencereden uzanıp niye onun böyle derinden ah çektiğini sordu. O da bunun üzerine çok dertli olduğunu, ama kendi derdiyle Hanım’ı üzmek istemediğini söyledi. Bu söz Hanım’ın çok hoşuna gidince kadın ısrar etti ve ısrarların ardından adamcağız gözyaşları içinde talihsizliğini anlattı. Hanım birkaç dakika düşündü ve ertesi gün kadıya gitmesini ve hiçbir şey olmamış gibi parasını istemesini söyledi.

Bu sırada Hanım birkaç yüz lira değerindeki bir sürü değerli ziynet eşyasını topladı ve en güvendiği hizmetçisine onunla birlikte Kadı’nın yanına gelmesini söyledi. Oraya gittiklerinde de Hanım içeri girerken kızın dışarıda kalmasını emretti. Eğer gariban çöpçünün gelip de parasını aldığını görecek olursa telaşla Kadı’nın odasına girecek ve şunları söyleyecekti: “Kocanız Mısır’dan geldi hanımım ve konakta sizi bekliyor.”

Hanım elinde ziynet eşyalarının içinde bulunduğu çantayı taşıyarak Kadı’nın yanına gitti. İçten bir selamın ardından şöyle dedi:

“Ah Kadı Efendi, yıllardır Mısır’da olan kocam oraya gidip onunla kalmamı ve bu ziynet eşyalarını da yanımda götürmemi istiyor. Ama bunlar çok değerli. Böyle tehlikeli ve uzun bir yolculukta bunları yanımda götürmekten çekiniyorum. Eğer ben dönene kadar bunların sizde kalmasına rıza gösterirseniz, ya da benim geri dönmemem durumumda, bunları benden bir yadigâr olarak kabul ederseniz, size ömür boyu duacı olurum!”

Hanım tam değerli ziynet eşyalarını göstermeye başlamıştı ki Çöpçü içeri girdi ve eğilerek konuştu: “Efendimiz, bendeniz memleketime dönmek için size verdiğim paraları geri istiyorum.”

“A, hoş geldin, hoş geldin!” dedi Kadı, “Hemen gidiyorsun ha?” Ve hemen hazinedara Çöpçü’ye 500 kuruş verilmesi için emir verdi.

“Görüyorsunuz” dedi Kadı, Hanım’a “İnsanların bana olan güveni ne derece yüksek! Makbuzsuz, şahitsiz ne zamandır bende olan paralar bile insanlar istendiği anda hemen ödeniyor.”

Tam parasını alan Çöpçü odadan çıkmıştı ki Hanım’ın hizmetçisi telaş içinde odaya daldı: “Kocanız Mısır’dan geldi hanımım ve konakta sizi bekliyor.”

Hanım çok heyecanlanmış gibi yaptı, tüm ziynet eşyaları topladı ve Kadı’ya uzun ömürler dileyerek çıkıp gitti.

Kadı donakalmıştı. Sakalını kaşırken düşünceli bir şekilde söylendi: “Allah, Allah! Kırk yıllık kadıyım, hiç böyle bir iş görmedim!”


BEDESTEN ESNAFI HACI’NIN BAŞINA GELENLER

Hacı evli bir adamdı, ama evli Türk erkekleri bile diğer kadınların albenilerine duyarsız değildir. Bir gün, muhtemelen gücü gittikçe artan resmi nikâhlı karısının etkisinin zayıf olduğu bir anda, çekici bir hanım dükkânına çeşitli baharatlar satın almaya geldi. Güzel ziyaretçisinin gitmesinin ardından Hacı onun görüntüsünü ve çekici gücünü aklından çıkaramamıştı. Besbelli ki dükkânına gelen Hanım’ın unuttuğu, içinde on iki buğday tanesi olan küçük siyah bir keseyi görünce daha da şaşırdı.

Hacı belki Hanım veya hizmetçilerinden bir tanesi kese için gelir ve bu ona Hanım’ı tekrar görme veya onun nerede yaşadığını öğrenme fırsatı verir diye o gece geç bir saate kadar dükkânında kaldı. Fakat hayal kırıklığına uğradı ve zihni iyice meşgul bir şekilde evine döndü. Karısının sorularını yanıtsız bırakarak, düşüncelere daldı ve karısı ile ziyaretçisi arasında birtakım karşılaştırmalar yaparak evinde oturdu.

Hacı günden güne kederlendi ve sonunda, karısının derdinin ne olduğunu öğrenme girişimlerine daha fazla kayıtsız kalamayarak, neler olduğunu samimi bir şekilde anlattı ve o günden beri ruhunun ziyaretçisinin kölesi olduğunu söyledi.

“Ah kocam benim” diye cevapladı karısı “Ve sen siyah kesenin içinde on iki tane buğday tanesi olmasının ne anlama geldiğini bilmiyorsun öyle mi?”

“Ne yazık ki hayır” diye cevapladı Hacı.

“Neden kocacığım, her şey gün gibi ortada. O kadın buğday pazarında, siyah kapısı olan, 12 numaralı evde yaşıyor.”

Çok heyecanlanan Hacı aceleyle fırladı, buğday pazarındaki 12 numaralı evi buldu ve hemen kapısını çaldı. Kapı açılınca bir de ne görsün: söz konusu hanımefendi ta karşısında! Fakat hanımefendi onunla konuşmak yerine, sokağa bir leğen suyu döktü ve kapıyı kapattı. Hacı onu bu kadar doğru şekilde yönlendirdiği için karısına duyduğu şükranla karışık garip duygularla, ama en çok da bu şekilde karşılanmasına şaşırmış biçimde, bir süre kapı yolunda oyalandı ve sonra evine döndü. Günlerdir karısını hiç selamlamadığı kadar hoş bir şekilde selamladı ve ona tuhaf karşılanmasını anlattı.

“Neden?” diye sordu karısı, “Sen kapıdan dışarıya atılan bir leğen suyun ne anlama geldiğini de mi bilmiyorsun yoksa?”

“Maalesef hayır” dedi Hacı.

“Vah! Vah! Bu, evin arka tarafında akan bir dere olduğunu ve senin de onunla orada buluşman gerektiği anlamına geliyor.”

На страницу:
1 из 2