
Полная версия
Hürrem
Her gün Hürrem’den mektupla bir öpücük alarak yaman bir kavuşma, bir araya gelme arzusuna kapılan Hünkâr, bekleme devresinin sonunu iple çekiyordu. Şövalyelerin işi yine savsaklamak ve yeniden süre almak istediklerini görünce, soğukkanlılığını koruyamadı, haykırdı.
“Söz artık ordunundur. Ben susuyorum, şövalye gidilerle gaziler konuşsun.”
Gaziler, düşmanla konuşmak için zaten küçük bir işaret bekliyorlardı. Hünkârın şu sözüyle o işaret verilmiş oldu ve ordu zafer yoluna atıldı. Şimdi yükseklerden aşağıya doğru bir süzülüş başlamıştı. Evvelce yerden göğe çıkar gibi imkânsızlıklar yene yene kalenin hâkim noktalarına yükselen şahbazlar, bu sefer gökten yere ağıyorlardı. Manzara, bir baş üstünde kümelenmiş bulutların kalbe doğru inişini andıracak biçimdeydi ve kale şeklinde şekillenen bu kalp, çarçabuk yıldırımlarla örülüvermiş bulunuyordu.
Ortada artık ne burç, ne hendek vardı. Türkler şehrin kapılarına dayanmışlardı ve bu kapıların gerçekten mucizeler yaratan Türk kılıcına dayanmasına imkân yoktu. Üstad-ı Azam, bu durumda yarım ilâh çalımı satan General Guyot de Marsehac’la kendi Alemdarı Hanri Mauselli’ye yalvararak onlardan bozgunu zafere çevirecek strateji harikaları bekliyordu. Türklerin sert bir hamlesi onun yalvarışlarına ve umuşlarına nihayet verdi; Generalle Alemdar, başlarında bulundukları fırkalarla beraber bir çukurun içine gömüldü. Rodos artık düşüyordu. Bunu yüksek bir noktadan heyecanla seyreden Hünkâr da, sığındığı son siperden ağlaya ağlaya olanı biteni izlemeye dalan Üstad-ı Azam da anlamıştı. Fakat beklenen hadise, umulan anda meydana gelmedi ve bin bir renkli dalgalarla kabara kabara, önüne tesadüf eden her şeyi parçalaya parçalaya yürümekte olan coşkun su, ansızın durdu. Dalgalar yine kabarıktı, lâkin yürümüyordu.
Hünkâr, şehre girmek üzere bulunan ordunun birdenbire duraladığını görünce şaşırmıştı. Yanı başında yer alıp kendisi gibi hayret içinde kalan Hasodabaşı İbrahim’e telaşla sordu.
“Ne oluyor böyle?”
İbrahim’den önce ağalardan biri cevap verdi.
“Beyaz bayrak çekildi, ordu yürüyemez artık.”
Doğru söylenmişti; taştan, demirden, kazıktan, zincirden yapılmış bütün engelleri silip süpürerek, canlı ve cansız tesadüf ettiği her şeddi söküp atarak ilerleyen Türk dilâverlerine karşı konulmayacağını anlar anlamaz, şövalyeler yer yer beyaz bayrak çekmişlerdi. Galip ordu, işte bu durumda önüne aşılmaz bir uçurum açılmış gibi hareketten kalmış, yerinde sayıyordu.
Yekpare taşlardan yapılma piramidi andıran duvarların, içi su dolu geniş hendeklerin yürümekten alıkoyamadığı bir orduyu üç beyaz bayrağın hareketsiz bırakması garip görünür. Fakat bu hâlde garabet değil büyüklük ve saygı vardı. Çünkü zaafa, acze ve yalvarışa değer veren insan kuvveti fani olmaktan çıkar, semavî ve tanrısal bir kıymet alır. Türk ordusu da Rodos kıyılarında yıkıcı, ezici, mahvedici bir coşkun sel olmaktan ansızın uzaklaşmış, her zerresinde medenî olgunluğun ışığı yanan bir hoşgörü abidesi hâline geçmişti. Cesur şövalyeler, koca bir bahadırlık tarihi ve bütün Rodos, kendilerini temsil eden üç beyaz bayrağın gölgesinde diz çökerek bu abidenin eteklerini öpüyordu.
Hünkâr, zaafa, acze ve yalvarışa karşı şefkat gösteren orduyu artık hiçbir kuvvetin yürütemeyeceğini takdir ettiği için Sadrazama bir çavuş yolladı, şövalyelerin teslim olmak hakkındaki ricalarını dinlemesini emretti. Rodos burçlarını yıkan, hendekleri aşan Türk ordusu, şimdi şövalyelerin hayatını bağışlamış oluyordu ve Sadrazam, kalelerden gelen temsilcilerle görüşürken o hoşgörüyü sürdürmeyi borç tanıyordu.
Rodos’a ilk Türk güllesi 8 Temmuz 1522’de düştü, beyaz bayraklar ise 21 Aralık 1522’de çekildi. Demek ki kale tam beş ay Türklere karşı koydu ve Türkleri yordu. Bu yüz elli gün içinde Kara Mahmut Reis gibi, Elbasan Alay Beyi Murat gibi her biri bir Rodos değerinde birkaç düzine kahraman Türk şehit olmuştu. Yeniçeri Ağası Bali Bey gibi tek damla kanının değeri yüzlerce şövalye eden yiğitler ağır yaralar almışlardı. Yakılan burçların yanında Türk şehitlerinin mezarları yükseliyordu. Harcanan para hesapsızdı; kantarlarla barut sarf olunmuş ve binlerce gülle heder edilmişti. Şövalyelerden diri kalanlar ve şehir halkından onlara uyanlar bütün bu hesapları ödemeye mahkûm bulunuyorlardı. Fakat düşmanı yenen ordu, düşmanı affetmek büyüklüğünü de gösterdi ve Rodos’u koruyanların hayatını bağışladı.
Teslim anlaşması hazırlayan Sadrazam Piri Paşa gibi o senedi imzalayan Padişah da ordunun dileğine boyun eğmek zorundaydı. Bu sebeple anlaşma, mağlupların lehine oldu ve Türk hoşgörüsü, resmî belgelerle de tespit edildi. İmza edilen belgelere göre bütün şövalyelerin eşyalarıyla beraber adadan çıkmaları için Türkler tarafından gemiler sağlanacaktı. Adada kalacak Rum ve Lâtinlerin şahıslarına, mallarına, mülklerine ve mezheplerine saygı gösterilecekti. Herhangi bir korkuya mahal vermemek için ordunun, eşiğinde bulunduğu şehir kapılarından bir mil geri çekilmesi de ayrı bir maddeyle vaat edilmişti.
Hünkâr, ada temsilcileriyle görüşme sırasında Cem Sultan’ın oğlundan bahis olunmamasını Sadrazama emretmişti. Adadan yalnız şövalyelerin çıkmasına rıza gösterdiği için Prensin nasıl olsa ele geçeceğini tahmin ediyordu. Şövalyelerse onun adını ağza almaktan tamamıyla çekinmişlerdi. Çünkü Hünkârın, amcasının oğlunu bağışlamayacağını biliyorlardı ve Şehzadeyi gizlice kaçırmaya hazırlanıyorlardı.
Ordu, siyasî konuşmalarla, senetleşmelerle ilgilenmiyordu. Fakat Rodos’ta esir hayatı yaşayan binden fazla Türk’ün hürriyete kavuşabilmesi için şövalyelerin selâmete ermesinin şart koşulduğunu duyunca, bu ilgisizlik heyecana dönüştü, müthiş bir coşkunluk yüz gösterdi. Yiğit askerler, merhamet edip de canlarını bağışladıkları mağlup şövalyelerin, mazlum Türk esirlerini beş on gün daha zincirde inletmek gibi gerçekten çirkin bir hareketi yapmaktan çekinmediklerini görüp son derece üzülmüşlerdi.
Şahbazların yerden göğe kadar hakları vardı. Çünkü Rodos’u almak emeli oradaki Türk esirlerini kurtarmak kaygısından doğduğu gibi bu uğurda aralarında binlerce kurban vermişlerdi. Yeryüzünde ancak hür olarak yaşamaya alışkın olan Türklerin, ırktaşlarından bir tekini bile esir durumunda görmeye tahammül etmelerine imkân yoktu. Ordu işte bu imkânsızlığın kudretli bir örneği olarak Rodos’a gelmiş, burçlar devirmiş, hendekler aşmış ve kurtarıcılarını bekleyen ırktaşlarına kurtuluş müjdesini muhteşem bir zaferin kucağına sarıp sunmuştu. Bu hâle rağmen, yenilenlerin şöyle hoyrat bir hâl almaları elbette isyan duygusu uyandıracaktı.
Başta yeniçerilerle sipahiler olmak üzere bütün ordu, mağlup düşmana gösterdikleri şefkati yine korumakla beraber, esir Türkleri hemen hürriyetlerine kavuşturmak için harekete geçmiş, şehre doğru yürümüştü. Hepsi silâhsızdı ve bu halleriyle mağlup düşmanı ezmek için değil, millî bir borcu yerine getirmek için hareket ettiklerini göstermek istiyorlardı. Lâkin şövalyeler, bu silâhsız yürüyüşten de telaşa düştüklerinden bütün şehir kapılarını kapamışlar ve ellerinde bulundurdukları esirleri de ayaklanmalarına meydan vermemek için Aziz Yahya Kilisesi’ne doldurmuşlardı.
Silâhsız askerlerin şehir kapılarını kırmaları beş on dakikalık bir iş oldu ve ırktaşlarına hürriyet getiren dilâverlerle bu hürriyeti sarsılmaz bir imanla bekleyen esirlerin kavuşması Tanrı’yı da sevinçten ağlatacak bir manzara oluşturdu. Kurtaranlarla kurtulanlar boyuna kucaklaşıyordu. O sırada bir sipahi, Türk’ün hiçbir yerde esir kalmayacağını bir kere daha ispat eden bu tarihî sahnenin heyecanını şehir dışına da aksettirmek istedi. Aziz Yahya Kilisesi’nin çan kulesine çıktı, gür sesle ezan okudu. Bir yeniçeri de Sen Nikola Kulesi mazgallarında bulduğu davulu çalarak manzaraya şen bir ses daha kattı ve o ezanı tarihin kulağına haykırmış oldu.
O gün Noel sabahıydı. Papa Ardiyen, Sen Piyer Kilisesi’nde kutsal dualar okuyordu. Pencere kenarından ansızın bir taş düştü. Yuvarlana yuvarlana Papanın ayağı altına geldi. Kardinaller ve kilisede bulunanlar hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yazısız bir mektuba benzeyen taşa bakıyorlardı. Papa, acı acı gülümsedi.
“Evlâtlarım,” dedi, “kilisenin dayanak noktalarından biri bugün düşmüş olacak. Bu taş, o düşüşü haber veriyor.” Ve sonra ellerini yüzüne kapayarak ilâve etti.
“Rodos için kana kana ağlayalım!”
Şövalyeler, çektikleri korkunun yersiz olduğunu anlamışlardı. Çünkü şehr ellerinde sade birer değnek olduğu hâlde giren askerler, kimsenin burnunu bile kanatmamışlardı. Bu da gayet tabiiydi. Türk, kendi dileğiyle verdiği sözden dönmez. Askerler de, evvelce bağışladıkları ve Hünkâra da bağışlattıkları canları incitmeyi hatırlarına bile getirmemişlerdi. Emelleri, esir Türkleri kurtarmaktı. Bu emele erince sevinmişler ve ezanlı, davullu bir gösteriden sonra geri dönmüşlerdi.
Bununla beraber, Hünkâr, Üstad-ı Azam’ın büyük korkular geçirdiğini düşünerek ona teselli ve güven vermek istedi. Kendisini huzuruna davet etti. Haçı kılıca eş yapmış, dini silâh kuvvetiyle yaşatmayı ülkü edinmiş bir tarikatın reisi olan Üstad-ı Azam, kendi karakterine göre kıyas yürüterek korktuğundan mı, yoksa şaşkınlığından mı bilinmez, bu davete olumlu yanıt vermekten çekinmişti. Fakat şehri değnekle işgal edip de bırakan ordunun ne kendisine, ne başkasına işkence ettiğini düşünerek akıllı davranmak yolunu tuttu, Türk ordugâhına gitti.
Hünkâr divana başkanlık ediyordu, memleket işleriyle meşgul oluyordu. Büyük otağın kapısı önünde on beş gemici, zincirler içinde titreşip duruyordu. Bunlar, Rodos halkından birkaç kişiydi. Anadolu yakasına geçmeye çalışan bedbahtlardı. Üstad-ı Azam, uzun süre onların yanında kaldı, divanın dağılmasını bekledi. Aralıksız yağan yağmura rağmen o, içine düştüğü sahneyi hayran hayran inceliyordu. Kapıcılar, çavuşlar, divana girmek nöbeti bekleyen beyler, paşalar hep yağmur altındaydı. Fakat kimse yüzünü ekşitmiyordu. Açık havada bulunuyorlarmış gibi sakin görünüyorlardı. Yağmur, piramitler üstüne düşen jaleler gibi bu demir vücutlu Türkler üzerinde hiçbir ıslaklık oluşturamıyor gibiydi. Üstad-ı Azam bu duruma ve her Türk’ün endamında beliren büyüklüğe, güzelliğe karşı derin bir imrenme seziyor ve bu imrenişin hararetiyle kış yağmurunun soğukluğunu duymaz oluyordu.
O sırada divanda heyecanlı bir tartışma yaşanıyordu. Vezirlerden bir kısmı suçlu gemicilerin üçer yüz değnek vurulmak suretiyle cezalandırılmasını, bir kısmı da küreğe konulmalarını istiyorlardı. Hünkâr, iki tarafın da fikrini anladıktan sonra kaşlarını çattı.
“Onları,” dedi, “kendi kadırgalarının serenlerine asmalı!”
Sadrazam Piri Paşa, sıkıla sıkıla fikrini ortaya attı.
“Tanrı’nın merhameti gazabından yüksektir. Efendimin de şefkati hiddetinden galip olmalıdır. Bu bedbahtlar gerçi ağır suç işlemişlerdi. Fakat bizi beş ay burada alıkoyan, binlerce askerimizi şehit eden düşmanın hayatını bağışladınız. Bunların da kuşça canlarına kıymayın.”
Hünkâr sert bir işaret yaptı.
“Lala,” dedi, “yanlış düşünüyorsun. Acze düşen düşman affolunur. Lâkin bizi acze düşürmek isteyen dost affolunmaz, olunamaz. Bu gemiciler adadan adam kaçırıyorlardı. Henüz zapt olunan bir yerden adam kaçırmak, kazanılmış zaferi küçültmeye çalışmak demektir. Asılmalı hainler!”
Süleyman’ın bu ağır hükmü niçin verdiğini divanda oturanların hepsi seziyordu. O, adadan adam kaçırmak yolunun kapanmaması hâlinde amca oğlunun da bir yol bulup savuşacağını düşündüğünden sert davranıyordu. Bununla beraber dayandığı mantık da yerindeydi. Henüz düşman vaziyetinde bulunanlara el uzatmak ve onları Anadolu’ya kaçırmak gerçekten kabul edilebilir suçlardan değildi. Piri Paşa bir söyleyip de iki dinlemişti, yersiz bir fikir yürüttüğünü anlayarak sıkılmıştı. Hünkâr,
“Düşünüp durma, Lala,” dedi. “Mahkûmları gebert, kapıda bekleyenleri de yanıma getirt.”
Üstad-ı Azam, on beş gemicinin ölüm hükmünü nasıl bir sakinlikle kabul ettiklerine de şahit oldu. Onlara, “Öleceksiniz,” diyen ağız kadar bu emri dinleyen kulaklar da titremek bilmiyorlardı. Bu, hâkimin kendini âdil bulduğu kadar mahkûmun da nefsini haksız ve suçlu gördüğünü gösteriyordu.
Üstad-ı Azam, kılıç vuruşları, kale devirişleri gibi giyinişleri, bakışları ve konuşmaları da ayrı ayrı birer büyüklük eseri olan Türklerle nasıl olup da boy ölçüşmeye yeltendiğini kendi kendine soruyor ve yaptığı işi rüyada geçmiş sanarak için için hayret geçiriyordu.
Üstad-ı Azam birkaç teşekkür kelimesi mırıldanırken, Hünkâr gerçekten şefkatli bir sesle sordu.
“Benden bir dileğiniz varsa söyleyin. Mümkün olan her yardımı yapmak, sizi memnun etmek isterim.”
L’isle Adam boynunu büktü.
“Hayatımızın bağışlanmasını dilerim.”
“Ordu zaten bu lütfu yaptı. Size kıymadı ve kıydırtmadı.”
“Teşekkür ederim, başka bir dileğim yok.”
“Öyleyse sarayına dön, yolculuğa hazırlan. Bir kılına ziyan, tek malına zarar gelmeden istediğin yere gideceksin.”
Hünkâr, az kaldı dayanamayıp soracak, amcasının oğlunun nerede olduğunu ona söyletmek isteyecekti. Fakat kendini topladı, dudaklarına kadar gelen bu soruyu dişleri arasında çiğnedi. Bununla beraber bütün adayı sıkı bir ablukaya aldırmaktan geri kalmadı. Cem Sultan’ın oğlunu kuş olsa uçurtmayacaktı. Biricik düşüncesi artık onu yakalamaktan ibaretti. Hürrem’in lâtif, zarif ve cazip hayalini bile bu emele feda ediyor, ara sıra gözünden uzaklaştırıyordu.
Üstad-ı Azam da ayak sürüyor gibi bir vaziyetteydi. Bir türlü hazırlığını tamamlamıyordu, yola çıkmıyordu. Hünkâr, onu sezdirmeden zorlamak için şehre kadar gitmekten çekinmedi ve kendisi at üstünde olduğu hâlde şövalyeler evi önünde tembel yolcuyla görüşerek gemilerin hazır bulunduğunu müjdeledi.
L’isle Adam’ın bu vaziyetten ve bu müjdeden sonra ayak sürümesine imkân kalmamıştı. O da vaziyetin nezaketini kavradı, pılı pırtı topladı, 1523 yılının birinci gününü hareket tarihi olarak belirleyip Padişaha bildirdi ve o gün dört altın vazodan ibaret olan hediyesiyle birlikte Hünkâr otağına geldi, el öpüp vedalaştı.
Üstad-ı Azam o tarihte henüz altmış yaşındaydı. Fakat son altı aylık hayat onu müthiş surette yıprattığından yetmişini aşmış gibi görünüyordu. Padişahın elini öperken titriyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Süleyman, yurdundan ebedî surette ayrılan şu mağlup düşmanın gözyaşlarından dolayı üzüldü ve iyi Rumca bilen Ahmet Paşa’ya yüzünü çevirdi.
“Bu ihtiyarı,” dedi, “gurbet illere sürdüğüm için üzgünüm. Bana değil, talihine küsmesini kendisine tatlıca anlat.”
L’isle Adam bu iltifata da teşekkür ettikten sonra otağdan çıktı, arkadaşlarıyla birleşerek kıyıya indi, gemiye binmeye hazırlandı. Padişah namına bir çavuş onu uğurlamaya memurdu. Mısır gemicilerinden Pir Ali Reis de çavuşa arkadaşlık ediyordu. Bu denizcinin oraya gönderilmesi, Cem Sultan’ın oğlunu şahsen tanımasından dolayıydı. Mısır’ın Yavuz tarafından alınmasından önce Şehzade Murat, kölemenler sarayının konuğuydu. O saray Yavuz’un hücumuyla ortadan kalkınca, derbeder Prens de çoluğuyla, çocuğuyla Rodos’a kaçmıştı. Pir Ali Reis, işte o konukluk yıllarında onu görmüş, iyiden iyiye tanımış bulunuyordu.
Cem’in oğlu hakikaten şövalyeler tarafından kaçırılmak isteniyor muydu? Hünkârın buna tam inancı vardı. Çünkü amcasının oğlunun Rodos’ta kalmak isteyeceğine asla ihtimal vermiyordu. Böyle bir hareket, göz göre göre ölümü beklemek olurdu. Hâlbuki Cem Sultan’ın oğlu, ölüme susamış bir adam değildi. Öyle olsa İstanbul’un fethi sırasında Bizans Sarayı’nda bulunan şehzade Orhan gibi davranır, kendi kendini yok ederdi. Bunu yapmadığına göre kurtuluş çareleri aradığına şüphe edilmezdi ve bu çare de şövalyelere katılıp kaçmak olabilirdi. Rodos’tan kovulan silahlı papazların galipten öç almak için bu yurtsuz prensten yararlanmak istemeleri de büyük bir ihtimal olduğundan, Sultan Süleyman ihtiyatlı davranmak gereğini duymuştu. Pir Ali Reis’i sahile yollamıştı.
Olanlar, Hünkârın doğru düşündüğünü ispat etmekte gecikmedi. Prens Murat, gerçekten kaçmak istiyordu ve şövalyeler de kendisini teşvik ettiklerinden İspanyol papazı kıyafetine girerek göçmenler kafilesine katılmıştı. İki kızıyla bir oğlu ve karısı da onunla beraberdi, kendisi gibi kılıklarını değiştirmişlerdi. Üstad-ı Azam, bu kaçma ve kaçırma işleminde önemli bir rol oynadığı hâlde, ne olur ne olmaz düşüncesiyle alarga bir vaziyet almıştı; Prens Murat takımından uzakta bulunuyor, onlarla ilgili değilmiş gibi görünüyordu. Berikiler de, bütün harp müddetince ve harpten sonraki günlerde kendi adlarının Hünkâr tarafından dile alınmamasından doğma bir ümitle, pek telaş göstermiyor, kayığa atlamak üzere sahilde sıra bekliyorlardı.
Rodos’un artık Türk vatandaşı sayılan halkı, dişili erkekli, hep birden kıyıya dökülmüş, denizin kucağında yeni bir yurt aramaya giden mağlupları seyrediyorlardı. Bu güzel adaya haksız olarak yerleşmiş ve oradan haklı olarak kovulmuş olan şövalyeler halkın yüreğinde hiç de yer tutmuş değillerdi. Onlar, doğruyu gösterip kendilerine yol açan ve fakat açılan yolda kılıçla yürüyen baskıcı bir zümreydi. Tanrı’ya dua yerine kesilmiş insanlardan küme küme kurban sunuyorlardı. Kiliseleri dindar Hıristiyanların gönül hoşluğuyla verdikleri nezirlerle, sadakalarla süslemek istemezler, korsanlık yapıp çaldıkları Türk malıyla doldurmaya savaşırlardı. Kendilerine yer veren, saygı gösteren halkıysa ancak köle gibi kullanırlardı.
Bu sebeple Rodoslular için için seviniyorlardı ve şövalyeleri Rodos’tan atan Türk pençesinde, kendilerinin de ruhlarına vurulmuş zincirleri kıran bir kurtarıcı kuvvet görüyorlardı. Kıyıya dökülüşleri işte bu kurtuluşu kutlamak ve zalimlerin denize sürülüşünü sevine sevine seyretmek içindi.
Karadan ayağını ilk çeken Üstad-ı Azam oldu. Hünkârın gönderdiği çavuş ona birkaç nazik kelime söyledikten sonra geri çekildi, şövalyelerin kayığa binmelerini seyrediyormuş gibi bir vaziyet aldı. Pir Ali Reis de aynı durumdaydı, fakat gözleri boyuna hareket ediyor, dört yanını gözetim altında bulunduruyordu. İşte bu sırada Prens Murat’ın kafilesi göründü. Murat, karısıyla çocuklarını ardına takmış olarak geliyordu. Pir Ali Reis, geniş siperli papaz başlığının altında, kiraza ağmış şahin gagasını andıran tarihî burnu daha uzaktan sezdiği için yanı başında duran çavuşa fısıldadı.
“Şehzade geliyor!”
Fatih Sultan Mehmet, taht ve tacını bırakamadığı oğluna miras olarak meşhur burnunu terk etmişti. Bu burun Cem’den Murat’a geçmiş bulunuyordu. Ne makyaj, ne başka bir şey bu mirası örtebilirdi. Prens Murat, sırtına geçirdiği papaz kıyafetine, beline sardığı zünnara, boynuna astığı haça ve taşıdığı başlığa güveniyordu. Bu kılıkla tanınmayacağını umuyordu. Başta Süleyman olmak üzere o sırada adada bulunan bütün Türklerin de kendisini hiçbir yerde görmediklerini düşünerek bu ümidini kuvvetlendiriyordu. Hâlbuki o gagamsı burun, bir kanıt gibi gerçeği haykırıp duruyordu. Nitekim Pir Ali Reis de o delili yirmi metre mesafeden okumakta güçlük çekmedi, bulunduğu yerden yavaşça ayrılarak kalabalığa karıştı ve Prensin kafilesinin arkasına düşecek surette davranarak onlara yetişip, henüz sekiz yaşında bulunan kız çocuğunun kulağına doğru eğilerek Türkçe fısıldadı.
“Nereye gidiyorsunuz, Sultanım?”
Önde giden Prens değil, karısı ve öbür çocukları da kızın kulağına böyle bir şey fısıldandığını sezmemişlerdi. Çocuksa kendi ana diliyle söylenen sözlerden tatlı bir hayrete düşüp hemen cevap vermişti.
“Başka memlekete, dostum!”
Tarihî burnun ortaya koyduğu gerçeği şu üç kelime desteklemiş oluyordu. Türkçe konuşan şu yavru, bir şövalyenin veya şövalyeler hizmetinde bulunan herhangi bir rahibin çocuğu olamazdı. Bu sebeple Pir Ali Reis hemen atıldı, Şehzade Murat’ın koluna girdi.
“Şevketli Hünkârın,” dedi, “selâmı var. ‘Papazlar ardına düşmesin, benim yanıma gelsin,’ diyor.”
O sırada çavuş da onların yanına gelmiş, Prensin eteğini öptükten sonra aynı sözleri tekrar etmiş ve bir de tavsiyede bulunmuştu.
“Sultanım, şu halkın saygısızlık göstermesinden korkarım. Sırrınız ortaya çıkmadan ben kulunu takip edin, Şevketli Hünkârın yüce gölgesine sığının. Kurtuluş orada, hayat oradadır. Şüpheye kapılıp mekânı cennet olan babanız gibi kâfiristanda rezil rüsva olmak, hele şu masumları o hâle düşürmek şanınıza yakışmasa gerek!”
Şehzade Murat hafakanlar geçiriyor, bayılmak üzere bulunuyordu. Kurtuluş yolunun eşiğinde ecelle karşılaştığını görerek ruhî bir sendeleyişe uğramış, sararıp soluyor, iki yanına sallanıp duruyordu. Karısıyla yetişkin oğluysa feryadı koparmış, kayığa binenlerin ve kıyıda kümelenenlerin gözlerini kendi üzerlerine çekecek surette haykırmaya başlamışlardı.
Saray çavuşu, işin tatsız bir biçim alacağını anladığından yüzünü ekşitti.
“Sultanım,” dedi, “sana telaş yakışır mı? Düşmanı hâline güldürürsen, babanın ruhunu ağlatırsın, Şevketli Hünkârın da gazabına uğrarsın. Mert ol, lütfedip bizimle gel.”
Murat’ın gözü denize dikilmişti; kayıklarla gemilere doğru açılan şövalyelerden yardım umuyordu. Şuurunun o sırada tamamıyla darmaduman olmasına rağmen, kayıkların geri dönmekte değil, ileriye doğru çala kürek koşmakta olduğunu sezmiş, tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Pir Ali Reis onun sezişini kuvvetlendirmekten geri kalmadı.
“Şehzadem,” dedi, “şövalyeler senden uzaklaşmak için küreklere yelken takmışa benziyorlar. Mübarek gözünü onlara dikip durmanın ne zevki var? Yürü, Şevketli Hünkârın otağına. O, seni bekliyor!”
Murat kendini bekleyen bahtın huzuruna çıkmazlık edemeyeceğini anlamış, ümitsizlikten tevekküle geçerek hüzünlü bir gülümsemeye bürünmüş, karısıyla çocuklarına teselli veriyordu.
“Ömür ne azalır, ne çoğalır. Alın yazısı da bozulmaz. Boş yere çırpınmayın, cesur olun, ardımdan gelin.”
Fakat şu kılıktayken koca bir ordunun önüne ve amcası oğlunun huzuruna çıkmaktan utanıyordu. Taşıdığı kıyafet, papalara kafa tutan babasının hatırasını da incitecek kadar kötüydü. Bu sebeple çavuşa yalvardı.
“Şehre dönüp üstümü değiştireyim. Hünkârla bu biçimde buluşmak doğru değil.”
Çavuş, kendi fikrine göre yol gösterdi.
“Hanım sultanların Pir Ali Reis’le saraya dönmesi, cenabınız ve oğlunuzunsa doğru otağı hümayuna gitmeniz gerek. Şevketli Hünkâr, kıyafetinizi mazur görür. Şövalyeler katında tören kavuğu yahut kallâvi bulunacak değildi ya. Elbet size zünnar kuşandıracaklar, siyah elbiseler giydireceklerdi. Bunun için üzülmeyin.”
Çavuş da, Pir Ali Reis de bir Şehzade huzurunda bulunduklarını unutmuyor, çok saygılı davranıyorlardı. Fakat Şehzadenin bir siyasî suçlu olduğunu da hatırlarından çıkarmıyor, saygılarını açık bir haşinlikle meze ediyorlardı. Murat, divan durur gibi görünen bu ellerin kelepçe olmakta gecikmeyeceklerini takdir ettiğinden yine tevekkül gösterdi.
“El hükmülillâh,” dedi, “kazaya rızadan gayri elimizden ne gelir!”
Ve Pir Ali Reis’le şehre dönecek olan karısına, kızlarına birkaç teselli kelimesi fısıldadı, oğlunu yanına aldı, çavuşun önüne düştü, ordugâha doğru yürümeye koyuldu.
Sultan Süleyman, Hürrem’i kendine bir kere daha unutturan heyecanlı bir telaş içinde çavuşu bekliyordu. Onun geldiğini ve Cem’in oğlunu da getirdiğini haber alınca hemen yerinden fırladı, tutsakların yanına sokulmaları emrini verdi. Üç beş saniye sonra, Fatih Sultan Mehmet’in iki ayrı babadan üremiş olan üç torunu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu.
Süleyman, evvelce de işaret ettiğimiz gibi, dedesi Beyazıt’ı değersiz bulacak kadar kıymet bilir bir adamdı. Yavuz’un oğlu olmasa kendini pek şanssız sayacaktı. Büyük amcası Cem’i de bu hissiyat dolayısıyla takdir ediyor ve hatta seviyordu. Fakat tahtın geleceği uğruna birkaç kardeşiyle bir düzine yeğenini fedadan çekinmeyen babası gibi, kendisi de aynı kaygıyla aynı cinayeti işlemek kararını vermişti.
Yalnız utanıyordu, kolu ve kanadı kırık bir adamı yok etmek kendine çok çirkin geliyordu. Hele o adamın bir felâket destanı yaratmış, adı talihsizliğe örnek olarak dillere düşmüş biçare Cem’in oğlu olması, içine bambaşka bir acıma veriyordu. Ordunun ve memleketin yapılacak cinayeti sessizce lanetleyeceğini düşününce, tahtın geleceği adına cani olmaktan uzaklaşmayı kabul etmek derecelerinde zaafa düşüyordu. Rodos’u, biraz da bu amca oğlunu yakalamak için aldığını âdeta unutmak üzereydi.
Ancak Prens Murat’ı bir papaz kıyafetinde görünce bütün bu düşünceler zihninden silindi, sinirlerine ateşli bir gerginlik geldi ve amcasının oğluna ilk hitabı bir haykırış oldu.
“Bre sütü bozuk adam, nedir bu kılık, nedir bu kıyafet?”
Ve el öpmek için ilerlemeye yeltenen Murat’ı sert bir işaretle yerinde alıkoydu.
“Düşman ayağı öpen bir ağzın elime değmesini istemem.”
Beriki can havliyle kendini müdafaaya çalışıyor, dengesiz bir ifadeyle ayetler, hadisler okuyarak halini mazur göstermeye savaşıyordu. Pek uzun süren şanssızlıklarla dolu bir ömrün acılıklarını okumakla geçirdiği anlaşılan Cem oğlu, Tanrı ağzıyla, peygamber ağzıyla konuşarak Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu söyleyen Hünkârı merhamete getirmek istiyordu. Onun bu şekilde yalvarışı Süleyman’ın acıma duygusunu harekete geçirmekten geri kalmadı, çünkü bu, bilgi sezdiren bir ağlayıştı ve ilmi seven Süleyman, ilmin gözyaşı oluşuna karşı kayıtsız kalamıyordu.