bannerbanner
Hürrem
Hürrem

Полная версия

Hürrem

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 8
* * *

Rodos Adası’nı bademe benzetirler, görünüşü de gerçekten öyledir. Fakat herhangi bir Türk için bu ada, evini bulamayıp avare kalmış bir gözbebeğine benzer. Çünkü Anadolu’nun yanı başındayken o mübarek buradan ayrı düşmüştür. İşte bu ayrılık ona, evsiz bir gözbebeği yetimliği verir. Marmaris de, bu vaziyette, bebeksiz bir göz gibidir. Adayla liman, birbirini tamamlamak için yaratılmıştır ve Marmaris, adayı bağrına basmak iştahıyla daima açık duran bir kucağı andırır.

Dört yüz on beş yıl önce de durum böyleydi. Ada, yerleşmek için muhtaç olduğu evi arayan bir gözbebeği gibi acıklı bir durumdaydı. Marmaris, bebeğini kaybetmiş bir göz gibi görünüyordu. Üsküdar’dan yürüyüşe geçip şimdi Marmaris’ten kayıkla, çektirilerle akın akın Rodos’a dökülen ordu, işte bu birbirini arzulayan ve birbirine muhtaç iki coğrafya yetimini aynı bayrak altında birleştirmek ülküsünü taşıyordu.

Anadolu’yu ezelden beri ellerinde tutan Türklerin Rodos’u da benimsemek istemeleri tarihî bir zorunluluktan doğuyordu. Anadolu’ya hiçbir zaman ayak atmalarına imkân olmayan, Kudüs’ten kovulma şövalyelerin Rodos’ta oturmalarıysa korsanlık yapmak için orayı uygun bulmalarından ileri geliyordu. O hâlde Türk ordusu hakkın silâhı, şövalyeler haksızlığın siperiydi ve o silâhın bu siperi parçalaması insanlık onurunu yükseltecek bir hadise olacaktı. Fakat hakkın güç verdiği kol kadar hırsın, çıkarların harekete geçirdiği bilek de hassastır. Ondan ötürü şövalyeler yaman davranmayı tasarlamışlardı. Adanın biricik kasabası ve kalesi olan Rodos’u aşılmaz siperlerle çevrelemişlerdi. Her siper, yekpare bir üçgen gibiydi. Bununla beraber şövalyeler, Türk gücünün taşı toza çeviren yüksekliğini de düşünmüyor değillerdi. O sebeple başlarına topladıkları kalabalığa manevî bir kuvvet aşılamak isteyerek hurafeler tarihinden destanlar düzenliyor ve bunları birer ilâhî gibi kiliselerde söylüyorlardı. Yürekleri birer istihkâm hâline koymak için uydurulan bu destanlara göre Rodos, güneşle denizin sevişmesinden doğmuştur ve daima onların koruması altında kalacaktır.

Güneş ve deniz, şüphe yok, yenilemez. Ancak on altıncı asırda Avrupa, bütün Asya ve yarı Afrika, Türklerin güneşe de denize de söz geçirebileceğine akıl erdiriyordu. Şövalyeler, kendi askerlerinin düşüncelerini de etkileyen bu gücü gidermek için, Rodos’un birçok istila ordularını geri çevirdiğini ileri sürüyordu. Kırk iki yıl evvel Mesih Paşa kumandasındaki Türk kuşatma ordusunun dönüşü de bütün bu masalları ciddileştiriyordu. Rodosluların bir kısmı o inanılmaz geri dönüşü gözleriyle görmüşler, görmeyenler de analarından, babalarından dinleyerek gerçeği öğrenmişlerdi. Bu, şövalyelerin uydurdukları hikâyelerin doğru olabileceğini zannettiren bir delildi ve halk, siperlerden ziyade o vazgeçip dönüşü düşünerek Türklerle savaşa hazırlanıyordu.

Yaylak Mustafa Paşa kumandasındaki Türk donanmasının 7 Haziran 1522’de ada önünde görünmesi üzerine şövalyelerin savaş bayrağını çekmeleri, ikinci vezir Mustafa’nın karaya asker dökmesine önem verilmemesi, hatta Sultan Süleyman’ın 8 Temmuz 1522’de muhteşem bir ordunun ardından adaya çıkmasından da telaşa düşülmemesi şövalyelerin masallarla halkı kandırmış olması yüzündendir.

Eğer adada oturanlar, Mesih Paşa’nın şövalyeler tarafından vazgeçirilerek değil, askeri yağmadan alıkoyduğu için genel bir isyana hedef olarak çekildiğini bilselerdi, kesinkes bir felâketin gafil kurbanları durumuna düşmez, şövalyelerin elinde oyuncak olup kırılmazlardı.

Gerçeğin yanlış anlatılması ve halkın da kandırılması yüzünden güzel Rodos acı günler geçirdi, Türk’ün gazabına uğrayıp temeline kadar sarsıldı.

Burada savaşın tam bir tarihçesini yapacak değiliz, yalnız romanımızla ilgili sahneleri sıralamakla yetineceğiz. Ancak Türk kılıcının, taş, mermer ve demir de olsa önüne çıkan her engeli nasıl yerle bir ettiğini anlatmış olmak için Rodos’un savunma sistemini kısaca anlatmayı gerekli buluyoruz.

Türklerin Rodos’a gelecekleri duyulur duyulmaz, şövalyelerin “Üstad-ı Azam” diye anılagelen reisleri Villiers de L’isle-Adam, bütün köyleri ateşe vermiş, kale varoşlarını yıkmış, ada halkını şehre toplamıştı. Büyük birlikler, farklı milletlere mensup şövalyeler arasından seçilmiş bir cenk erinin kumandasına verilmiş bulunuyordu. Bu yolla sekiz milletin onuru, şerefi ortaya atılmıştı. Hangi savuma hattı iyi müdafaa edilmezse bir milletin namusuna kir getirilmiş olacaktı. Şu hâlde Türk ordusunun karşısına yalnız güçlü bir kale değil, Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, İspanya’nın, İtalya’nın, Portekiz’in, Provans’ın izzetinefsi de dikilmişti. Her savunma birliğinin başında bu milletlerden birine mensup ünlü bir şövalye vardı ve bunlar, kaleyle beraber kendi milletlerinin şerefi için de savaşacaklardı.

Üstad-ı Azam Villiers de L’isle-Adam, Meryem’e bağlı zafer kilisesinin yanı başındaki galipler kapısında yer almıştı. Şehrin kuzey girişini oluşturan bu kapının solunda Alman, biraz ilerisinde de Fransız burcu bulunuyordu. İngiliz burcu şarkta, Sen-Ambrovaz Kapısı’nın yanındaydı. Güney cephesini Provans ve İtalya şövalyeleri, deniz kapısını da Portekizliler koruyorlardı. Liman zincirlerle kapalıydı ve iki büyük kulenin koruması altındaydı.

Serasker Mustafa Paşa, kuşatma için gerekli olan keşifleri yapmış, gelecek askerin barınacağı yerleri hazırlamış, fakat hücuma kalkışmamıştı. Toplar bile gelişigüzel dağıtılmıştı. Süleyman işte bu durumda adaya çıktı, yüz bir pare top atılarak selâmlandı ve Seraskerle karşılaşır karşılaşmaz birliklerin kuşatma planına göre yer almaları emrini verdi. Bu plana göre, Fransız ve Alman burçları karşısında Rumeli Beylerbeyi Ayaş, İspanya ve Portekiz burçları önünde Üçüncü Vezir Ahmet, İngiliz burcuna paralel hâlde ve merkezde Serasker Mustafa Paşalar bulunacaktı. Sol cenahta Anadolu Beylerbeyi Kasım ve bu cenah solunda Sadrazam Piri Paşalar yer almakta olup karşılarına Provans ve İtalya burçları düşüyordu. Hünkârın otağı, serasker karargâhının arkasına düşen bir tepe üzerindeydi.

Türkler Alman burcuna yirmi bir, Sen Nikola Kulesi’ne yirmi iki topla ateş açacaktı. İngiltere ve İspanya burçlarına karşı da her biri üç toptan oluşan on dört batarya yönlendirilmişti. Şövalyeler bütün ümitlerini Venedikli mühendis Gabriyel Martinengo’ya bağlamıştı. Bu adam sanatında çok ustaydı; bir yığın ilmî projelerle Girit’ten Rodos’a gelmişti. O asırda Türklerin lâğım yürütmekte ve yer altı yoluyla kale devirmekte büyük bir şöhreti vardı. Gabriyel Martinengo, işte bu şöhreti kendi zulmünce köreltecek bir alet keşfetmişti ve onu Rodos savaşlarında denemek istiyordu.

Bu mühendisten sonra şövalyelerin bel bağladıkları askerî zekâlar, topçu Generali Guyot de Marselle ve alemdar Hanri Mauselle’ydi. Şövalyeler onları mitolojik devirlerin yarı ilâh tanrıları gibi tabiatın üstünde güç sahibi tanıyorlardı ve onlar da Türkleri denize dökmeyi vaat etmiş bulunuyorlardı.

Türk ordusu ne topa ne mancınığa bel bağlamıştı. Bunların kuşatmada gerekli olduğunu bilmekle beraber bütün güvençleri kendi nefislerindeydi. Her nefer, gülleye karşı göğüs gerebilen duvarların da sırası gelince aşılacağına emindi. Onun için palalarını, yatağanlarını, kılıçlarını, baltalarını bilemişler, metrislere yan gelip uzanmışlar, hücum emrini bekliyorlardı.

Sultan Süleyman, savaş bilimi dairesinde hareket olunmasını kumandanlara bırakmış ve kaledeki casuslarla temas çareleri aramaya da Hasodabaşı İbrahim’i memur etmişti. Kendisi, hâkim bir noktaya kurulmuş olan otağından metrisleri, top yerlerini ve bilhassa kaleyi izleyerek vakit geçiriyordu.

En çok meşgul olduğu yer kaleydi. O sıra sıra duvarlar, o yüce yüce burçlar, o dizi dizi hendekler; kendisine varılması, ulaşılması ve kazanılması güç bir kadın kalbi gibi karışık, derin, geniş ve korkunç görünüyordu. Bununla beraber ordusunun şu kaleyi devireceğine imanı vardı. Bu iman ona, gururlu, lakayt ve hırçın bir kadın kalbinin de er geç elde edileceğine dair güven veriyordu.

İlk ateş emrini verdiği dakikada bütün ömrünce unutamayacağını sandığı bir heyecan duymuştu. Topların ağzından kızıl bir fırlayışla çıkıp dumanlı bir uçuşla burçlara doğru süzülen güllelerde, ateş kesilmiş gönül dileklerinin ahlara, oflara sarılarak kayıtsız güzellerin taş gibi ruhsuz yüreklerine çarpmasını andıran bir hâl seziyor ve için için titriyordu. Aşk kabul etmeyen bir kadın yüreği gibi hain bir durum taşıyan kaleyi, bazen kendi eliyle yumruklamak hevesine kapılıyor ve o vakit otağında duramayarak metrisler arasına iniyordu.

İlk çarpışmadan sonra savaş kızışmış, top düellosu cehennemi bir şiddet almıştı. Rodoslular gerçekten iyi nişan alıyorlar, Türk siperlerini altüst ediyorlardı. Süleyman, aşka benzettiği bu savaşta lehinde gelişmeler hızla gerçekleşmediği için tecellilerine sinirlenip sık sık vezirleri azarlıyor, hücum imkânlarını çarçabuk yarattırmak için korkunç titizlik gösteriyordu.

Onun boyuna sarf ettiği sert sözlerden Hasodabaşı İbrahim de bol bol hisse alıyordu. Herif, İstanbul’a bir an önce dönmek isteyen efendisinin sevgisini kaybetmemek için geceyi gündüzüne katıyor, kaledeki casuslarla bağlantı kurmaya çalışıyordu. Önceden kararlaştırılmış parolalara, işaretlere rağmen bu iş kolaylıkla yapılamadığından, İbrahim’in telaşı, Süleyman’ın da titizliği artıp duruyordu.

Nihayet bir gün kaleden ilk dost selamı alındı. Hekim Salamon, Sen Jan Kilisesi’nin çan kulesinden top ateşlerini daha etkili bir şekilde idare etmeye yarayacak işaretler vermeye başladı. Almaral da, Sultan Süleyman’a bir kadın göndermek yolunu buldu ve savunma planlarının sakat taraflarını bildirdi. Ufak tefek çarpışmalarda, kaledekilerin ara sıra sınamaya yeltendikleri çıkış hareketlerinde ele geçirilen esirlerden alınan haberler de casusların sağladığı bilgiyi kuvvetlendirdiğinden, çarpışma şekli şövalyelerin aleyhine olarak değişmeye başladı. Bu değişikliğin ilk eseri, Rodoslularca yüz batarya toptan daha kıymetli tutulan mühendis Gabriyel Martinengo’nun vurulması oldu. Casusların verdikleri haberle onun hangi mazgal deliğine gözünü dayayarak top ateşini idare ettiği öğrenildiğinden, nişancı bir Türk neferi eliyle o deliğe yağlı bir kurşun yollamış ve mühendis tam gözünden vurularak öldürülmüştü.

İcat ettiği hassas davullarla Türklerin yeraltından yürüttükleri lâğımları kolaylıkla keşfeden zeki ve cesur mühendisin ölümü şövalyelerin gözlerini açtı ve kale içinde casus bulunup bulunmadığı aranılmaya başlandı. Hekim Salamon’un böyle bir kuşkulanma ve uyanmadan haberi yoktu; yine çan kulesinden işaretler vermeye devam ediyordu. Bir gün bu vazifeyi daha cesur bir şekilde yapmak istedi, bir oka mektup sararak Türk siperlerine atmaya kalkıştı ve yakalandı.

Üstad-ı Azam ve bütün şövalyeler, Türk zaferine kılavuzluk etmeye çalışan Yahudi’yi didik didik didiklemek istiyorlardı. Fakat suç ortaklarını meydana çıkarmak için işi ağırdan alıyorlar, herifi ağır işkencelere sokup söyletmeye çalışıyorlardı. Salamon, casusluk yaparken gösterdiği cesareti işkence çekerken gösteremezdi; Almaral’ı ele verdi ve onunla birlikte parçalandı.

Her iki mahkûm da kendilerini baştan çıkarmış olan Rum kızının adını dile almamıştı. Bu sebeple casusluk yine devam edebilirdi, lâkin bir olay bu imkânı da ortadan kaldırdı.

Pek garip ve o oranda da acıklı olduğu için açıklayacağız… Bu Rum kızı, bilindiği üzere, gemi süvarilerinden Kara Mahmut’a âşıktı. Rodos’un alınmasıyla beraber onunla evlenme hülyasını taşıyordu. Kara Mahmut ise, Hâkim Salamon’la Almaral’ın parçalandıkları sırada, Piskopya Adası’ndaki Illık Hisarı’nı almakla görevlendirilmişti. Yiğit denizci, mert bir hamleyle görevini yaptı, Ilık Kalesi’ni ele geçirdi. Fakat bu sırada yaralanıp öldü. Üstad-ı Azam, bütün şövalyeleri ve halkın ileri gelenlerini Eelemonitra Kilisesi’ne toplayarak casusların nasıl ele geçirildiğini, nasıl cezalandırıldığını tebliğ ederken, Piskopya Adası’nın Türkler tarafından zapt olunduğunu da söylemiş ve nutkunu şu kelimelerle bitirmişti:

“Piskopya düştü, fakat Kara Mahmut da düşürüldü. Bu adam Türklerce bin kaleye bedel tutulurdu. Demek ki biz küçük bir palankadan mahrum kaldık, Türkler bin kale kaybetti. O hâlde acınmayalım, sevinelim. Rodos elimizde kaldıkça Piskopyaların yine bizim demek olduğunu unutmayalım!”

Kara Mahmut’un âşığı olan Rum kızı da metresliğini yaptığı İngiliz şövalyesiyle beraber bu toplantıda hazırdı. Üstadı Azam’ın nutkunu dinliyordu. O, kendisine candan bağlı olduğu Kara Mahmut’un ölümünü duyunca çıldırayazdı, müthiş bir sinir buhranına tutuldu, ağlaya ağlaya ve çırpına çırpına evine geldi. Aziz sevgilisinden yadigâr kalan iki çocuğunu kucaklayarak, “Sizin artık neniz kaldı,” diye kendilerini öpüp koklamaya koyuldu. Gözlerinde cinnet parlıyor, sözlerinde cinnet çınlıyordu.

Kadının kiliseden saçlarını yolarak çıkması, sokakları inleye inleye aşıp evine gitmesi, şüphe değilse bile dikkat uyandıracak bir durumdu. Fakat kimsenin bu hâlle ilgilenmesine vakit kalmadı. Türklerin İngiliz burcuna hücum ettikleri haberi kilisedekilerin akıllarını başlarından aldığından bu çıkış ve gidişi düşünen olmadı, herkes savaş yerine koştu.

Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesi de korku ve telaş içinde metresini unutmuştu. Koruması gereken burca gitmişti. Orada, durumu kavramaya bile zaman bulamadan bir Türk kurşunu geldi, beynini parçaladı. Şimdi Rum kızı hem Kara Mahmut’tan, hem İngiliz şövalyesinden dul kalmış oluyordu. O, burçlardan sokaklara ve sokaklardan evlere yayılan felâket haberini alır almaz büsbütün fenalaştı, tam manasıyla delirdi. Bir aşk gecesinde Kara Mahmut’un belinden alıp evinin bir köşesinde saklayageldiği hançeri yakaladı, iki çocuğunun kalbine soktu ve onların ölülerini bir yana bırakarak İngiliz burcuna koştu. Kendini erkek tanıtmak fikriyle, beyni parçalanmış âşığının mantosunu sırtına geçirdi, kılıcını eline aldı.

“Kara Mahmut’un diliyle konuşanların eliyle ölmek ve ona kavuşmak isterim!” diye haykırdı, burcun hendeklerinde pala sallayıp duran Türklerin arasına atıldı.

Bir dakika sonra o da ölmüştü. Fakat yere düştükten sonra saçlarının dağılıp açılması, gerçek kimliğini meydana çıkardı ve Türk hücumunu sendeletti. Yiğit Türkler, bir kadının kendilerine saldırmış ve kendi palalarıyla ölüp gitmiş olmasını üzerinde durulacak bir konu saymışlar, hücumu bırakarak kadının cesedi etrafında kümelenmiş ve tartışmaya koyulmuşlardı. Bu duruş, o gün için İngiliz burcunun kurtulmasına sebep oldu ve âşığına kavuşmak emeliyle ölümü göze alan kadın, şövalyelere de hizmet etmiş oldu.

Sultan Süleyman, neredeyse kesin bir zaferin elden kaçırıldığını görünce küplere binmiş, dört yanına ateş püskürmeye koyulmuştu. Kalenin günlerce, haftalarca, hatta aylarca düşmemesinde, kendi aşkının güçlüklerle karşılaşacağını temsil eden bir uğursuzluk seziyordu. Hürrem’in kalbiyle bu kale arasında bir benzerlik kurduğu ve ateş hattında hep aşkını düşündüğü için İngiliz burcunun şövalyelere bağışlanmasını bir türlü hazmedemiyordu. Bu üzüntüyle Rumeli Beylerbeyi Ayaş Paşa’yı görevden alarak hapse attı, donanmayı savaşta etkin bir şekilde kullanamayan Yaylak Mustafa’yı bir kazığa bağlatıp kepazeye çevirdi, amiralliği Behram Bey’e verdi.

Fakat İngiliz burcu önünde öldürülen Rum kızının, ele geçmiş esirlerin sorguya çekilmesi sırasında kimliği anlaşılınca o da olayı tuhaf buldu, Ayaş Paşa’yı yine yerine geçirdi, Yaylak Mustafa’yı da kazıktan çıkarttı. Yalnız eniştesini seraskerlikte bırakmadı, Mısır Valisi yaparak adadan uzaklaştırdı, kuşatmayı idare etme görevini Üçüncü Vezir Ahmet Paşa’ya yükletti.

Hekim Salamon ile Almaral’ın parçalanması, Kara Mahmut Reis’in ardınca denilecek kadar kısa bir zamanda Rum kızının ölüme kavuşması, Hünkârın kafasında bir kargaşalık yaratmıştı. Bütün bu hadiselerde kötülüğe bağlanan işlerin uğursuzluğunu gösteren bir işaret bulunuyordu. Düşüncelerini sevgili nedimine de açtı.

“Bak İbrahim,” dedi, “casusluk edenler birer birer cezalarını görüyor ve onların yüzünden bize de zarar geliyor. Zaten casus dediğin gidiler haber verebiliyorlar ama kale veremiyorlar. Bunu şu sınayışla da anladık. Şimdi gayret bize düşüyor. Göreceksin ki casuslarımız varken başarılmayacak işler şimdi kolaylıkla yürüyecektir. Bu, kulağına küpe olsun. Bir daha casus yardımına bel bağlama. Onları kullan, fakat kuvvetine güvenme!”

Hünkârın görüşü doğruydu. Salamon’dan işaret, Almaral’dan haber beklemek kumandanları serbest hareket etmekten alıkoyuyordu. Kaleyle ordu arasındaki gizli münasebet kesilince durum değişti ve savaş, Türk’e yakışan ahengi buldu. Artık her gün bir burcun temeli Türk yumruğuyla sarsılıyor ve kalede barınmak imkânı gittikçe azalıyordu.

Bununla beraber hiçbir burç henüz düşürülmemişti. Denizle güneşin çocuğu Rodos, bu kuşatmadan da kurtulmak ümidini yine kuvvetle taşıyordu. İkinci Vezir Mustafa, kolayca zapt olunacağını söylediği adadan uzaklaştığı için Padişahın sillesinden şerefini kurtarmış sayılabilirse de, onunla fikir ortağı olan Kurtoğlu, Hünkârın gözü önünde bulunuyordu ve her saniye ölüme mahkûm edilmeyi bekleyip duruyordu.

Padişahın sabırsızlık yüzünden birçok hırçınlıklar göstermesi gerçekten umulabilirdi. Fakat onun ateş hatlarında dolaşırken de küllenmeyen aşkı, bir yandan sabırsızlık doğursa bile öbür yandan ruhuna dayanma gücü aşılıyordu. Çünkü kaleyi düşürmekle kudret ve şöhret bakımından Fatih Sultan Mehmet’i geçeceğini, Hürrem’in de kalbine hâkim olacağını düşünüyordu. Kaleyi düşürmek içinse densizlik, titizlik ve terslik değil, tedbir ve tahammül gerekti. O sebeple bazen sert, bazen yumuşak davranıyordu. Gönül kıracak taşkınlıklardan uzak kalmaya çalışıyordu.

Yalnız mektup işinde son derece titizdi. Her gün İstanbul’a kâğıt yolluyordu ve her gün kâğıt bekliyordu. Anasının mektubu bir saat gecikse sinir buhranları başlıyor ve işte o vakit vezirlerin, yeniçeri ağasının, topçubaşının vaziyetleri güçleşiyordu.

Şurası kesin ki o, hastalıklı denilebilecek bir ısrarla yaratmayı başardığı sabit fikri artık makul bir şekle sokmuştu. Hürrem her zaman elindeyken yersiz bir hicrana katlanması, zevki kanıksamış bir kalbin kaprisi sayılabilirdi. Kaprisler, biraz aşermeyi andırır ve ekseriya gayrı tabii olur. Fakat Süleyman, yarı kuruntu, yarı yersiz olan aşkını şimdi mantığa da oturtma yolunu bulmuştu.

Ona bu imkânı veren, Kara Mahmut’un aşkına kendini ve iki çocuğunu feda etmiş olan kadındı. Süleyman, Hekim Salamon gibi, kançılar Almaral gibi o da bir casus olduğu için bu kadının ölümüne ilkin o kadar ilgi göstermemişti. Fakat gün geçtikçe düşüncesi değişti ve bu macerada aşkın kahredici gücünü görmeye başlayarak adeta imrenir oldu. Artık açıkça görülüyordu ki kendisinin de istediği, aradığı aşk, böyle ölümü yerinde nimet saydıracak bir bağlılıktır!

Süleyman, kendi kendine yaratıp yaşattığı aşkın nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu böylece anladıktan sonra, Hürrem’i daha fazla sever olmuştu. Çünkü kendini Kara Mahmut Reis’ten aşağı görmüyordu ve onun bir anayı evlât katili yapacak, bu katili güle güle ölüme koşturtacak kadar aşkta başarılı olmasını kıskanıp, aynı kudreti Hürrem üzerinde canlandırmak istiyordu. Genç Sultanın düşünmediği, düşünemediği nokta kaderdi. Acaba, perdeler arkasında boyuna hadiseler işleyen o gizli kuvvet, Osmanlı İmparatorunun hayatına neler takdir ediyordu? Süleyman, bunu hiç düşünmüyor ve Hürrem’e, her çılgınlığı kabul ettirecek bir aşk telkin edebilmek hülyasıyla nefsini her çılgınlığı kabule uygun bir hâle sokuyordu.

Bununla beraber yerinde kalbini kapamayı, gözünü açmayı, savaş ve devlet işleriyle samimi şekilde ilgilenmeyi ihmal etmiyordu. O korkunç savaşlar, o cehennemi top ateşleri arasında bir gün bile divan kurdurmamazlık yapmamıştı. Sabah namazı kılınır kılınmaz divan kendi gözü önünde kurulur, imparatorluğun dört yanından gelen kâğıtlar okunur, mühim davalar görülür ve yığın yığın emirler verilirdi. Bu toplantıların birinde rüşvetçiliklerinden şikâyet olunan yirmi beş kadıyı birden görevden almış ve Piri Paşa’ya bu adamları Kara Kadı gibi astırmadığının sebebini şu sözlerle açıklamıştı:

“Dedem Yıldırım merhum, bütün kadıları yakmak isteyince, mahkemeler için kâfiristandan papaz getirilmek lâzım geleceği kendisine anlatılarak emri geri aldırılmıştı. Bana da böyle bir fikir sunmanızı istemedim, heriflerin ekmeklerini ellerinden alıp canlarını bağışladım.”

Süleyman, savaş sırasında gezmekten de geri kalmıyordu. Sık sık Sen Eremo bahçesine gidiyor, Hasodabaşı İbrahim’e orada saz çaldırıyordu. Cem Sultan’ın adını taşıyan mesireyi de birçok defa ziyaret etmiş ve onun Rodos’ta bulunan oğlunu yakalarsa bu bahçeye gömdürmeyi tasarlamıştı. Aynı zamanda bayındırlık işleriyle meşgul oluyordu. Şövalyeler, eski Rodos köyünü taş taş üstünde kalmamacasına yıkmışlardı. Süleyman bu harabeden Türk zevkini temsil edecek bir mamure çıkarılmasını istedi ve Defterdar Abdüsselâm’ı görevlendirerek yapıya başlattı. Türk topları Rodos Kalesi’ni aman bilmez bir hırsla yıkarken Türk mimarları eski Rodos’u yeniden canlandırıyorlardı.

Uzun günler işte bu şekilde ve daimî savaşlarla geçip dururken bir yağmur afeti yüz gösterdi. Metrislerde değil, çadırlarda bile barınmak imkânsızlaştı. Bütün ordu bu tatsız ıslaklığın uyandırdığı hoşnutsuzlukla homurdanıyordu. Yalnız Süleyman, gökten yağmur değil de damla damla nur yağıyormuş gibi sevinç içindeydi, ruhî bayramlar geçiriyordu. Çünkü anasından son gelen mektubun yanında, “Ayaklarınızı öperim” kelimeleri vardı ve bunları Hürrem yazmıştı.

Ayağına bir taç kıymeti getiren bu sözler genç Hükümdarı gerçekten sevinç delisine çevirmişti. Hürrem’in Türkçeyi okuyup yazacak kadar öğrenmiş olması zaten kendini mutlu etmeye kâfiyken, onun ilk selâmını bir öpücükle göndermesi içine enikonu sarhoşluk getirmişti. Hep o kelimeleri tekrar ediyor ve “Ayaklarınızı öperim,” diyen dudakların tadını bulmaya çalışarak boyuna mektubun o parçasını yüzüne, gözüne sürüyordu.

O gece kasım ayının sonuydu ve muharrem ayının onuncu günü akşamına tesadüf ediyordu. Orduya, adet olduğu gibi aşure dağıtılmıştı. Şövalyeler de Sen Andre yortusunu kutlulamaya hazırlanıyor, kilise çanları boyuna çalıyordu. Süleyman, aralıksız düşen yağmurda, kendi mutluluğunu gülsuyuyla yıkayan geleneksel bir ilgi; çanların sesinde yine kendini bilerek veya bilmeyerek çağıran bir davet nidası sezdi. Hürrem’in selamını bir hamle işareti saydı ve bütün kumandanları otağına çağırarak genel saldırı emrini verdi.

“Artık,” diyordu, “yeter. Düşmana insaf bu kadar olur. Onlar bizim yavaş davranmamızı galiba kudretsizliğimize veriyorlar. Yarın bu zan giderilmeli, kaleye ne pahasına olursa olsun girilmeli.”

Siyasî hesaplar, idarî düşünceler bu şekilde bir yana bırakılıp da orduya dilediği gibi yürümek imkânı verilince tabii olan netice gecikmedi. Türk şahbazları, Tarihçi Hoca Sadettin’in bütün Frenk tarihçilerince alıntılanan tabirinde de dediği üzere, zincirden boşanmış aslanlar gibi ileri atılarak hendekleri aştı, duvarları tırmandı, burçlara yükseldi. İspanyol, İtalyan, İngiliz şövalyelerinin savunduğu siperler birer birer düşürüldü, kalenin çeşitli yerlerinde Türk bayrağı dalgalandı.

Türk gücünün Rodos semalarına astığı bu bayraklar, o yağmurlu havada, Tanrı’nın bile eşini henüz yaratmadığı birer gökkuşağı gibiydi. Şimdi yağmur, Türk gücünün büyüklüğünü toprağın göğsüne nakşetmek için süzülen tarih satırlarını andırıyordu.

Süleyman, kalenin bağrına el sunulduğunu görünce hücumu durdurdu.

“Kale,” dedi, “bizimdir. İstediğimiz anda içeri girebiliriz. Bu durumda boş yere kan dökmeyelim. Heriflere teslim olmalarını teklif edelim.”

Bu fikir yerindeydi. Çünkü bir tepeye benzetilebilecek kalenin aylardan beri eteğinde duran Türk ordusu şimdi zirveye yükselmişti ve şövalyeler ordusu tepenin öbür tarafındaki eteğine sürülmüştü. Etekten zirveye yükselen aslanların aşağı süzülmeleri kısa bir zaman işiydi ve bu süzülüşe hiçbir kuvvet engel olamazdı. Bu durumda son bir şefkat hamlesi yapmak Türklüğün hoşgörüsüne uygun düşecekti.

Ordu, kendi özündeki insanî ve medenî olgunluğa pek yakışan duraklamayı memnuniyetle kabul etti ve yeni mevzilerine yerleşerek bekleme durumuna geçti. Fakat şövalyeler, şaşkınlıktan doğma bir inatla şehri teslime yanaşmamıştı ve Cem Sultan’ın oğlu Prens Murat’ı da bir pazarlık konusu yapmak için Türk karargâhına yollamamışlardı. Bunun üzerine Süleyman şu ültimatomu gönderdi.

“Üç gün daha beklerim. İrademe uyulup da şehir kapıları orduma açılmazsa, Rodos’un insanları değil kedileri de ölüme mahkûmdur.”

Şövalyeler dilediklerini yapmak kudretini taşıyan Türklerin bu korkunç açıklaması karşısında bütün ümitlerini kaybetmişti. İliklerine kadar titremeye koyulmuşlardı, ancak diplomasi entrikaları çevirmeye yeltenmekten yine geri kalmıyorlardı. Çünkü papadan yardım bekliyorlardı. Avrupa’nın harekete geçeceğini umuyorlardı. Bu sebeple iki yüzlü davranmak yolu tutuldu, Sultan Süleyman’dan beş on gün daha süre istendi ve bu izin alınır alınmaz, henüz Türkler tarafından işgal olunmayan yerlerin savunulmasına girişildi.

Şövalyeler, Cem Sultan’ın oğlu Murat’ı Rodos Adası’yla değiştirmek istiyorlardı. Hünkârın buna razı gelmeyeceğini ve gelse bile ordunun adadan çıkmayacağını sezince fikirlerini değiştirmiş, Prensin adadan kaçırılmasının çaresini aramaya koyulmuşlardı. Gerçekleşir gibi görünen felâketin kesinleşmesi hâlinde bu prensten yararlanarak Türklerden intikam almayı tasarlıyorlardı.

На страницу:
4 из 8