
Полная версия
Afrika masalları
“Başına gelenleri biliyorum,” dedi kadın. “Uyuyakaldın. Sonra seni ikaz etmiş olduğum gibi sürünü çaldılar.”
“Hayvanları bulana kadar eve dönmem yasak,” diye ekledi çocuk tekrar ağlamaya başlayarak.
“Üzülme,” dedi kadın. “Hayvanlarını alan şefe gidip onun hizmetine girmek istediğini bildir.”
Bunun üzerine çocuk ayağa kalktı. Gece boyunca ayışığında yürüdü. Dumanlı dağların arasından geçip çayır ve kayalıklarla çevrili dolambaçlı patikalardan yürüdü, ırmakları ve çalılıkları aştı. Nihayet sabah olduğunda düşmanının yaşadığı kraala vardı. Burada babasının hayvanlarının sesini işitti.

Hemen kraala girip şefin yanına gitti, onun hizmetine girmek istediğini söyledi. Şef, delikanlıyı kendi sürüsünün çobanı yaptı. Çocuk her sabah hayvanları çayıra götürüp otlatıyor, akşamları ise sihirli şarkıyı söyleyerek onları eve götürüyordu. Böylece tek bir hayvan bile sürüden ayrılıp kaybolmuyordu. Delikanlı, şefe işte bu şekilde, ta ki büyüyüp yetişkin bir erkek olana kadar yıllarca hizmet etti. Ama babasının evine dönme arzusu hep canlı kalmıştı. Bu yüzden sürüyü geri alıp kendi kraalına dönmenin bir çaresini düşünüp duruyordu. Sonunda aradığı fırsat ortaya çıktı. İlk hasat festivali yaklaşmıştı. Kadınlar bira yapıp kraalın her köşesine sukabakları diziyordu. Kutlamaların yapılacağı gün köydeki bütün kadınlar ve erkekler yılın ilk darısını toplamaya çıktı. Çocuklar ise yemeklerin pişirileceği ateş için odun toplamaya gittiler. Böylece kraalda ihtiyar bir kadınla kralın oğlundan başka kimse kalmadı. Bu genç adam sürüden sorumluydu.
Herkes gidince bizim çoban, biraz sango otu topladı. Bu otu tüketen biri hemen sarhoş olup uykuya dalardı. Genç çoban topladığı otları güzelce ezip toz haline getirdi. Ardından akşam eğlencesi için bekletilen içi bira dolu sukabaklarının yanına gitti. Her sukabağına bu tozdan biraz kattı. Sonra herkesin geri dönmesini bekledi.
Şef ve halkı geri döndüğünde tüm kraala büyük bir neşe hâkimdi. Şef için yeşil dallardan bir kulübe yapılmıştı. İlk meyveler buraya getirildi. Sunulan her meyveden bir dal, Şef’in kollarına veya boynuna bağlandı. Ardından büyücüler şifalı otlar ve deniz suyundan hazırladıkları bir içecek getirdi. Orada bulunan diğer herkese de bu içecekten verdiler. Böylece eğlenceler başlamıştı. Herkes yeni toplanan darıdan ve taze yemişlerden yiyip bira içti. Yalnızca Kral’ın oğlu biradan hiç içmemişti. Nihayet bütün ahali uykuya daldı. Gece olup ay doğduğunda uyanık halde ne bir kadın ne de bir erkek kaldı.
Bir süre sonra Kral’ın oğlu ayağa kalkıp hayvanların bulunduğu kraalın duvarına tırmandı ve “Gel sürü, yanıma gel,” diye şarkı söyleyerek kraalın kapısını açtı. Hayvanlar hemen ayaklanıp Kral’ın oğlunun peşine takıldı. Kulübeler ve uyuyan insanların önünden geçerek kırlara çıktılar. Bu esnada kıvrık boynuzlu peri öküz yüksek sesle böğürüyordu. Onun çağrısı üzerine doğudan, batıdan ve güneyden6 hayvanlar gelip Kral’ın oğlunu takip etmeye başladı.
Kral’ın oğlu şimdi babasının evine gitmekteydi.
Sabahleyin düşmanları uyanınca sürünün kraalda olmadığını gördü. Etraftaki otlaklarda da hayvanlardan eser yoktu. Yaşlı şef, hayvanları Kral’ın oğlunun çaldığından emindi. Bütün adamlarına suçluyu yakalamaları için emir verdi. Bunun üzerine Şef’in adamları öküz derisinden kalkanlarını ve assegailerini alıp hayvanların ayak izlerini takip etmeye koyuldu. Kral’ın oğluna yetişmeleri çok uzun sürmedi zira sürü yavaş ilerliyordu. İkinci günün akşamı sürüyü gördüler. Hayvanları yakalayacaklarını düşündükleri için çok sevinmişlerdi.
Düşmanlarının hemen arkadaki dağlardan inmekte olduğunu gören Kral’ın oğlu, çok korkmuştu. Hayvanlar çok yavaş yürüdüğünden ne yapacağını bilemedi. Küçük bir ırmak boyunca uzanan dağlardan aşağı indirmişti sürüyü. Irmağın iki yanı ağaç ve uzun kamışlarla kaplıydı. Bunların arasında ise küçük iğne yastıklarını andıran sarı çiçekli kalın dikenler ve küçük meyveli yaban incirleri vardı. Ağaçların dallarından sarkan maymun ipleri kayalara ve suya değiyordu. Her yanda eğreltiotları bitmişti. Berrak sular bir göletten diğerine geçip yapraklar ve hasır otlarıyla oynayarak taşların arasından hızla akıyordu. Ağaçların arasından sızan küçük güneş ışıklarında gezinen parlak sinekler suların üstünde sallanıyordu. İşte Kral’ın oğlu sürüyü buradaki çalılıkların arasında saklamış, kendisi ise ne yapacağını düşünmek üzere büyük bir incir ağacının altındaki çimlere oturmuştu.
Ne var ki sürüyü kurtarmak için hiçbir çare gelmiyordu aklına. Akşam vakti gelip çattı, derenin üzerine düşen gölge dağ yamacına doğru ilerledi.7 K urbağalar vıraklamaya ve cırcır böcekleri ötmeye başladı. Tatarcıkların vızıldaması da işitiliyordu. Genç adam incir ağacının altında oturup düşmanlarının bulunduğu dağa bakıyordu ve sabah olduğunda onu öldürüp hayvanları alacaklarını farkındaydı.

Gece karanlığında bir yarasa kanat çırpmaktaydı. Hayvan iyice yaklaşmıştı. Genç adam başını kaldırıp baktığında bu kuşun ona yardım eden Peri olduğunu gördü. “Üzülme,” dedi kadın. “Görevin neredeyse tamamlanmak üzere. Dediklerimi yaparsan her şey yoluna girecek. Şimdi gidip beyaz bir öküz öldür ve derisini kesip on bin küçük kalkan hazırla. Ben de sana asker bulacağım.”
Bunun üzerine Kral’ın oğlu öküzü öldürüp derisini yüzdü ve tam on bin adet beyaz kalkan hazırladı.
Ardından Peri derenin kenarında yaşayan kurbağalara seslendi. O sırada tepe boyunca uzanan taşların altında oturan kurbağaların sesleri bütün vadide yankılanıyordu. “Kurbağalar!” diye bağırdı Peri, “Bu kalkanları elinize alıp Kral’ın oğlunun emrine uyacak mısınız?”
Kurbağalar, vadinin dört bir yanından haykırarak cevap verdiler: “Evet, uyacağız.”
Bunun üzerine Kral’ın oğlu kurbağaların her birine bir kalkan verdi ve gece boyunca ayışığında onlara tatbikat yaptırdı. “Hey!” dediğinde kurbağalar ayağa kalkıp haykırarak kalkanlarını uzatıyor, “Ho!” diye seslendiğinde ise yere kapanıp saklanıyorlardı.
Şafak vaktinden önce kurbağaları uzun bir sıra halinde dağ yamacına yerleştirdi. Böylece düşmanları ordusunu rahatça görebilecekti.
İlk düşman birliği görününce kurbağalar hep birlikte ayağa kalktı. Sonra kalkanlarını kaldırıp “Heey!” diye gürlemeye başladılar. Gürültüleri öyle etkili olmuştu ki düşmanları korku içinde geri çekilip Şef’in yanına döndü. “Derenin karşısında binlerce adamlık bir impi8 var,” dediler. “Kimse onlara karşı duramaz.”
Bunun üzerine Şef daha büyük bir birlik gönderdi ama bunlar da aynı bahaneyle geri döndüler.
Sonra Şef bütün ordusunu toplayıp bizzat geldi fakat binlerce beyaz kalkanı görüp savaş naralarını işitince korkudan az daha kalbi duracaktı. “Hayatımızı kaybetmektense, sürüyü kaybetmeyi yeğlerim,” diyerek ordusuyla birlikte eve döndü.
Böylelikle Kral’ın oğlu kurtuldu. Kurbağalara teşekkür edip sürüsünü topladı ve babasının kraalına gitti. Kral onu büyük bir sevinçle karşılayıp onurlandırdı. Ayrıca bir prensesle evlendirdiği oğlunu diğer bütün oğullarının şefi ilan etti. Kral’ın oğlu her gece sihirli şarkısını söylemeye devam etti. Böylece sürüsüne bir daha hiçbir zarar gelmedi.
Mağarada Yaşayan Minik Kuşlar
Bir Zulu Çocuk Masalı
Evvel zaman içinde bir dağ eteğinde büyük bir mağara vardı. Burada yüzlerce minik kuş yaşardı. Anne ve baba kuşlarla birlikte bir sürü de yavru vardı. Bu kuşlar kendilerine ait el kadar bir kulübenin bulunduğu küçük kraallarda yaşıyordu. Günlerden bir gün anne kuşlar yemek bulmak için dışarı çıktı, yavrularına ise şöyle tembih ettiler: “Biz tarlaları çapalamaya gidiyoruz. Uslu uslu oturun, kulübeleri dağıtmayın.”
Anne kuşlar yiyeceklerini yetiştirdikleri ufacık tarlalarına bakmaya gittiler. Küçücük mısırlar ve şeker kamışları, fıstık büyüklüğünde balkabakları ve çim tohumu kadar yemişler vardı tarlalarda. Evde bıraktıkları yavru kuşlar pek usluydu. Kulübeleri güzelce temizleyip topladılar. Sonra yemek pişirilen deniz kabuklarını yıkayıp küçük yapraklara su doldurdular. Bütün bu işler tamamlanınca oturup anne babalarının gelmesini beklediler.
Onlar beklerken birden mağaranın kapısına bir karatavuk geldi. Uzun, sivrice bir gagası ve çok uzun pençeleri vardı. Başını içeri sokup önce bir yana, sonra diğer yana “Firr-r-r! Fir-r-r-r!” diye bağırdı yüksek bir sesle. Bunun üzerine bütün yavru kuşlar, bu davetsiz misafirin kim olduğunu görmek için başlarını küçük kulübelerinden çıkardı.
Karatavuk dedi ki: “Yavru kuşlar! Hemen dışarı çıkmanız gerek. Çünkü bu mağara benim!”
Yavru kuşlar bu sözlere çok kızmıştı. İçlerinde en cesuru doğruca karatavuğun üzerine uçup onu uzaklaştırmak istedi ancak karatavuk, yavru kuşun boynunu gagaladı. Zavallıcığın boynundan ince bir hat halinde kömür karası kanlar aktı ve oracıkta can verdi.
Ardından karatavuk diğer yavrulara saldırdı. Bir tanesinin bacağını kırdı, bir diğerinin gözlerini çıkardı ve üçüncü kuşunsa kanadını kopardı.Hepsini iyice korkutup dağıttıktan sonra oradan uçup gitti.
O akşam anne kuşlar eve döndüğünde mağara çok sessizdi. “Neler oluyor?” diye sordular şaşkınlık içinde. “Yavrularımızın cıvıltısı, kanat sesleri neden işitilmiyor? Kesinlikle kötü bir şey olmuş olmalı.”
Yavru kuşlardan birini ölü, diğer pek çok kuşu ise yaralı halde bulduklarında acıları tarifsizdi. “Kim yaptı bütün bunları size?” diye bağırdılar. Bunun üzerine yavru kuşlar başlarına gelenleri bir bir anlattı.
“Siyah tüylü, koca gagalı kötü bir kuş yaptı bunları. İşte, yine kapıya gelmiş!”

Anne kuşlar başlarını çevirip tek vücut halinde bu haydut kuşun üzerine uçtu. Ne var ki karatavuk “Fir-r-r-r! Fir-r-r!” diye bağırıp ellerinden kaçtı ve yükseklere doğru süzüldü.
Ertesi gün karatavuk bir kez daha geldi ve kuşların küçük tarlalarını dağıttı. Tek bir mısır tanesi veya şeker kamışı bile kalmadı. Anne kuşlar perişandı. O akşam mağarayı terk edip başka bir yerde daha güvenli bir ev bulmaya karar verdiler.
Birden tırnak kadar küçük bir kuş girdi mağaraya. “Cik, cik!” diye tatlı tatlı öttü. Sonra bir dişi tavuğun yanına doğru uçarak “Sen,” dedi, “karatavuğu öldüreceksin.”
Bütün kuşlar bir ağızdan bağırıp dişi kuşun yeterince güçlü olmadığını söyledi.
“Onu sen öldüreceksin,” dedi küçük kuş. “Karatavuğun başına doğru uçarak gözlerini çıkar. İşte o zaman kolayca işini bitireceksin onun.”
Küçük tavuk cesaretini toplayıp korkmayacağına söz verdi.
Ertesi sabah karatavuk tekrar göründü. Bu kez mağarayı ele geçireceğinden şüphesi yoktu. Başını kraalın kapısına koyup o kötü sesiyle bağırdı: “Fir-r-r! Fir-r-r!”
Küçük tavuk doğruca karatavuğun başına uçtu ve o daha neler olduğunu anlayamadan gözlerini yuvalarından çıkardı. Sonra anne ve baba kuşlar saldırdı karatavuğa. Birkaç dakika içinde kötü kuş ölmüştü.
Bu olayın ardından bütün aileler huzur ve mutluluk içinde yaşadı, bir daha onları kimse rahatsız etmedi.
Işık Saçan Prenses
Bir Msuto Masalı
Bir zamanlar uzak dağların arasında yemyeşil bir vadide çok güzel bir kraal kurulmuştu. Kraalın içindeki kulübe parlak yeşil renkliydi, çatısı çim ve sazlarla örtülüydü, güzelce cilalanmış kızıl topraktan zemini ise oldukça sağlamdı. Bütün tencereler kırmızı kilden olup özenle duvarlara yerleştirilmişti. Bunların hemen yanında süt ve kaymak dolu sukabakları vardı. Yerde yeşil renkli ince hasırlar seriliydi. Yalnız bir köşesi altın renkli dağ samanından örülmüş küçük bir hasırla kaplıydı. Kulübenin etrafı yüksekçe ve tertemiz bir yeşil çitle çevriliydi. Hakikaten her şey yerli yerindeydi. O civarda bu kadar düzenli ve temiz tutulan bir başka kraal daha yoktu.
Aslında şaşılacak bir şey değildi bu zira burası büyük bir şefin karısının eviydi. Kocası yıllar önce ölmüş ve kadıncağızı üç yaşındaki Maholia adlı kızlarıyla bir başına bırakmıştı. Kadın gençliğinde çok güzel bir kadındı. Küçük kızı da büyümüş ve tıpkı annesi gibi güzel ve sevimli olmuştu. Çok iyi yetiştirilen bu kız, güzel olduğu kadar iyi huylu ve uysaldı. Annesine gelince, bir daha hiç evlenmemişti. Zaten böyle bir şey hiç uygun düşmezdi çünkü o bir zamanlar kralın karısıydı. Kraliçe sadece çocuğu için yaşıyordu artık. Anne kız birbirlerini çok seviyorlardı. Ülkedeki bütün kızlar Maholia’ya imreniyordu. Kolyeleri, bilezikleri ve boynuna sardığı halka dahil üzerindeki her şey altın ayın rengindeydi. Büyüdükçe güzelliği ve cazibesi daha çok dikkat çekmeye başladı. Öyle hoş bir kız olmuştu ki ona bakanların gözleri kamaşıyordu. İşte bu yüzden Işık Saçan Prenses diye anılıyordu.
Zaman hızla geçiyordu. Artık yetişkinliğe erişen genç kıza nice soylular talip oluyordu. Günlerce süren yolculuklarla ulaşılan diğer ülkelerde tek bir şef oğlu yoktu ki Maholia’yla evlenmek istemesin. Fakat ne Prenses ne de annesi taliplerin herhangi birini kabul etti. Maholia’nın evlenmesi akıllarından dahi geçmiyordu.
Günlerden bir gün pek kudretli bir kralın yolladığı bir elçi kapılarına geldi. Kral, oğluyla evlendirmek için güzel bir kız arıyordu. Bu amaçla görevlendirdiği danışmanları uzak yakın nice diyarı gezmiş ve hükümdarlarının kraalına onlarca genç kız getirmişti. Gelgelelim, Kral bu kızların hiçbirini oğluna münasip bulmamıştı. Bu yüzden arayışın sürdürülmesini emrederek baş indunası9 ve yanına verdiği hizmetçileri görkemli bir törenle uzak diyarlara yollamıştı. Görevleri, güzelliğiyle ün salmış prensesleri bulmaktı. Aylarca süren yolculuğun ardından induna, Işık Saçan Prenses’ten söz edildiğini işitti. Onu ziyaret etmeye karar verdi ancak bir kez daha hayal kırıklığına uğramaktan da çok korkuyordu. Fakat yeşil kraalı gördüğünde umudu arttı. Prenses onu hemen kapıda karşıladı. Genç kız, parlak güneşin altında tepeden tırnağa ışık saçıyordu. Boynunda kızıl ve altın rengi bakırdan kalın halkalar vardı. Güzel kollarını ise bileğinden dirseğine kadar bakır ve tunç bileziklerle süslemişti. Bacakları da, ince ayak bileklerinden dizlerine kadar aynı takılarla donatılmıştı. Belini saran altın boncuklu kemer arkada kalınca bir ip halinde burulmuştu, öndeki kısmı ise uzun ve ışıl ışıl bir püskül şeklinde kısa deri önlüğünün üzerine sarkıyordu. Önlüğü, altın ve bakır boncuklarla kareler halinde işlenmişti. Güzel omuzlarını yine altından dairelerle işlenmiş ve geniş kenarı ışıltılı boncuklarla çevrelenmiş bir şal örtüyordu. Enfiye kutusu olarak kullandığı sukabağı bile altın renkliydi ve çakal derisiyle kaplıydı. Genç kızın her hareketi zarafet doluydu. Gülen yüzü ve ışıl ışıl gözleri, kalbinin güzelliğini gösteriyordu.

Induna, tıpkı geceleri göklerde yükselen ay gibi ışıldayan altınlara bürünmüş bu güzel kızı görünce “İşte aylardır aradığım prenses!” dedi. “Yüce Kralımızın oğlu, işte bu kızla evlenecek!”
Induna hemen Maholia’nın annesiyle görüşmeyi talep etti. Sonra Kral’ın oğlu adına genç kızı annesinden istedi. Günlerce meseleyi tartıştılar. Kraliçe biricik evladından ayrılmak istemiyordu. Fakat induna efendisinin kudreti ve zenginliğinden, damadın cesaret ve bilgeliğinden öyle güzel bir dille söz etti ki nihayet Kraliçe kızını vermeyi kabul etti. Bunun üzerine elçi kendi ülkesine geri dönüp büyük bir neşeyle Kral’ın yanına gitti. Işık Saçan Prenses’in güzelliğini ve iyiliğini uzun uzun anlattı. Kral, şefine dinlenmesini söyledi. Bu sırada kendisi ise Kraliçe’ye düğün armağanı olarak gönderilecek büyükbaş hayvanların toplanmasıyla ilgilenecekti. Tam yüz tane semiz hayvan seçildi, sürünün başında ise bir peri öküz yürümekteydi. Kral’ın gurur kaynağı olan bu muhteşem hayvan, Işık Saçan Prenses gibi güzel bir kız için verilebilecek yegâne armağan olarak görülmüştü. İki uzun beyaz boynuzu dışında bütün vücudu kömür karasıydı. Omuzlarının arasında ise hiç sönmeyen bir ateş yanıyordu. Bu ateş, geceleri hayvanın yolunu aydınlatıp ona sihirli güçler veriyordu.
Bütün hazırlıklar tamamlanınca düğün alayı gelini almak ve armağanları kızın annesine teslim etmek için yola çıktı. Kraliçe, hediye edilen sürüyü görünce çok sevinmiş, bilhassa da peri öküzü pek beğenmişti.
“Kızım, bu öküzü yanına al,” dedi kızına. “Bu sana hediyemdir. Yolun uzun, bu hayvana binebildiğin için minnettar olacaksın.”
Ardından Kral’ın adamlarına döndü: “Kızımı yalnız bırakmayın. Başına kötü bir şey gelmesinden çok korkuyorum. Eğer onu tek başına bırakacak olursanız, hemen anlarım; zira evdeyken oturduğu köşe un gibi ufalanıp yıkılacaktır.”
Düğün alayındakiler Maholia’yı özenle koruyacaklarına, bir an bile gözlerini ondan ayırmayacaklarına samimiyetle söz verdiler. Prenses ve annesi acı acı ağlayarak vedalaştı. Ardından güzel Prenses ve emrindeki hizmetçi kızlar Kral’ın adamlarıyla beraber yola çıktı.
İki gün her şey yolunda gitti. Fakat üçüncü gün büyüklü küçüklü yüzlerce geyik çıktı karşılarına. Bunların arkasından kalabalık fil ve zürafa sürüleri belirdi. Bütün arazi av hayvanlarıyla dolmuştu. Kral’ın adamları bu manzara karşısında daha fazla dayanamayıp avlanmaya başladılar. Ömürlerinde böyle bolluk görmemişlerdi. Sonunda kızlar bile avcılara katıldı. Çok geçmeden herkes hayvanların peşindeydi. Tek başına kalan Işık Saçan Prenses, tümsek şeklindeki bir karınca yuvasının üzerinde oturmaktaydı. Yanında sadece peri öküz vardı. Tam o sırada, annesi kulübesinde oturmuş uzaklardaki kızı için endişelenirken, altın kilimin serili olduğu köşe baştan aşağı yıkılıverdi.
Bu arada düğün alayı neşeyle avlanmaktaydı. Onlar ilerledikçe daha güzel hayvanlar çıkıyordu karşılarına. Sonunda güzel Prenses tamamen akıllarından çıkmıştı. Av günlerce sürdü. Zavallı gelin oracıkta bir başına oturmaya devam etti, ta ki bir grup yamyam tarafından fark edilene kadar. Yamyamlar hemen kızı yakalayıp götürdüler. Peri öküzü götürmek için de çok çabaladılar ancak hayvan bir anda havaya sıçrayıp düşmanların arasından kurtuldu ve adeta uçarak Prenses’in annesine koşturdu.
Zavallı Kraliçe, öküzü kraal kapısında karşıladı. Kızının başına kötü bir şey geldiğini anladı. Kraliçe, önünde diz çökmüş anlattıklarını dinlerken sihirli öküz hiç kıpırdamadan duruyordu.
“Peki ama kızım şimdi nerede?” diye haykırdı Kraliçe, “Nereye götürdüler onu?”
“Bütün bildiklerim bu kadar,” dedi öküz. “Yamyamlar onu alıp götürdü. Ben de var gücümle sizin yanınıza koştum. Ama üzülmeyin, her şey yoluna girecek.”

Bu arada Kral ile oğlu müstakbel gelinin gelmesini bekliyordu. Haftalar ve aylar geçtiği halde düğün alayı ortalıkta görünmeyince korkuya kapıldılar. Büyük bir felaket yaşanmış olduğunu düşünmeye başladılar. Sonra adamları birer birer görünmeye başladı. Olanları büyük bir utançla anlattılar. Prenses’i yalnız bırakıp avlanmaya gitmişler ve kızı unutmuşlardı. Geri döndüklerinde her yeri arasalar da onu bulamamışlardı. Bunu duyan Kral hepsini idam ettirdi. Ardından bütün şeflerini toplayıp ona tavsiye vermelerini istedi. Sonunda şu karara vardılar: Damat, seçkin adamlarıyla birlikte bizzat yola çıkmalı ve gelini annesinin evinde aramalıydı.
Kraliçe onları büyük bir sevinçle karşıladı fakat kızından hiç haberleri olmadığını görünce tarifsiz bir acıya kapıldı. Sonra onlara peri öküzün nasıl geri döndüğünü ve kızının başına gelenleri anlattı.
“İçiniz rahat olsun,” dedi Prens. “Peri öküzü yanıma alacağım ve kızınızı bulmadan geri dönmeyeceğim.”
Bu sözlerin ardından Prens öküzü alıp yolculuğuna başladı. Haftalarca ve aylarca yol aldığı halde Prenses’in izini bulamadı. Günlerden bir gün parlak sarı meyvelerle kaplı bir marula ağacına10 geldi.
“Bunun şırası güzel olur,” dedi Prens. “Biraz meyvelerinden yiyeyim.”
Birkaç meyve yemişti ki ağaçtan tok bir ses geldi: “Ne istiyorsun?”
“Işık Saçan Prenses’i arıyordum,” dedi Prens. “Doğru yolda mıyım?”
“Büyük incir ağacına kadar devam et,” dedi marula ağacı.
Prens, bir ırmağın kenarında kırmızı incirlerle dolu ulu ağaca varana dek otlarla kaplı arazide ilerledi. Ağacın kökleri dahi meyvelerle kaplıydı. Yaprakları öyle sıktı ki güneş ışığı içlerinden geçemiyordu.
“Işık Saçan Prenses’i arıyorum. Doğru yolda mıyım?” diye sordu Prens.
“Büyük bir nehre varana kadar devam et,” dedi incir ağacı. “Nehrin ardında büyük bir orman vardır, işte Prenses’i o ormanda bulacaksın.”
Prens neşeyle yola devam etti ve dere boyunca ilerledi. Ertesi gün derin bir ırmağın karşısında buldu kendini. Ne var ki son hızla akan nehrin genişliğini gören genç adamın karşıya geçebileceğine inancı yoktu.
“Benim sırtıma bin,” dedi peri öküz. “Ben seni karşıya geçiririm.”
Prens, hayvanın dediğini yaptı. Sihirli öküz suya dalıp karşı kıyıya yüzdü. Sonra rüzgâr hızıyla koşarak kocaman bir ovayı aştı. Uzaklarda ormanı gördüler ve oraya doğru yol aldılar. Her saat orman daha da büyüyordu. Nihayet ormanın kenarına ulaştılar. Prens, o güne kadar hiç bu denli uzun ve kalın gövdeli ağaçlar görmemişti. Genç adam ne kadar etrafına bakınsa da bir patika bulamadı. Ağaçlar başının üzerinde birleştiğinden içeri ancak loş bir ışık sızıyordu. Her yanda uzun eğreltiotları bitmişti. Prens, arada sırada kenarları baldırıkara otlarıyla kaplı küçük çayların yanından geçiyordu. Ağaçsız bir alan bulma ümidiyle işte böylece hiç güneş görmeden saatlerce dolaştı. Nihayet biraz uzakta güneş altında parlayan bir gölet gördü. Ağaçların arasından sızan titrek ışığın rehberliğinde suya doğru ilerledi. Yaklaştığında göletin kamışlarla çevrili olduğunu gördü. Tam ortada uzunca bir kamış titriyordu. Suyun ışıltısı giderek büyüyor ve altın rengini alıyordu. Sonunda sık çalılıkların hepsini aşan Prens, bunun bir gölet olmadığını anladı. Işık Saçan Prenses, uzun çimlerin oluşturduğu bir dairenin ortasında oturmaktaydı.
Prens, genç kızı neşeyle selamladı. Böylesi bir güzellikle karşılaşmayı hiç beklemiyordu. Maholia’ya gelince, gelen delikanlının nişanlısı olduğunu hemen anlamıştı zira başka hiç kimse böyle yetenekli ve cesur olamazdı. Üstelik, peri öküz de oradaydı. Hayvanın iki omzu arasındaki ışık coşkuyla yanıyordu.
Eğreltiotlarının arasında saatlerce oturup başlarından geçenleri birbirlerine anlattılar. Kızın anlattığına göre yamyamlar Maholia’yı büyük ormanın kenarına götürmüştü zira o tarafta yer alan krallarının ülkesine doğru gidiyorlardı. Karanlık bir gecede, genç kız ellerinden kaçmayı başarmıştı. İşte o günden beri büyük çalılığın ortasında saklanarak hayatta kalmıştı. Prenses yaşadıklarını anlattıktan sonra kendi macerasını anlatma sırası Prens’e geldi. Ardından genç kıza çok güzel olduğunu ve onun için her tehlikeye atılmaya değeceğini söyledi. Bu sözler, Prenses’in tekrar tekrar işitmek istediği şeylerdi.
Doğrusu, Prenses bir anda annesini hatırlayıp “Benim için nasıl da üzülmüştür,” diye düşünmeseydi, ormandan ayrılmak akıllarına dahi gelmeyecekti.
“Peki ama seni eve nasıl götüreceğim?” diye sordu Prens. “Seni saklamam imkânsız. Öte yandan, seni yanımda görenler kıskançlığa kapılıp elimden almaya kalkışacaktır.”
“Ben size yardım edebilirim,” dedi sihirli öküz, burnunu şefkatle genç kıza sürterek. “Prenses’i çirkin ve ihtiyar bir adama dönüştüreceğim. Böylece onu kimse tanıyamayacak. Sonra rüzgâr gibi uçup ayrılacağız buradan.”
Prenses bir anda ufak tefek, ihtiyar bir adama dönüştü. Prens ile birlikte peri öküzün sırtına binip yedi gün boyunca ormanın, nehrin ve dağların üzerinden uçtular, ta ki Prenses’in annesinin yaşadığı evin kapısına varana kadar.
Nihayet tehlikeden kurtulmuşlardı. Işık Saçan Prenses ve cesur Prens evlenip kendi krallıklarında yaşamaya başladılar. Yıllarca huzur ve mutluluk içinde hüküm sürdüler. Peri öküze gelince, ömrünün sonuna dek onların sadık hizmetkârı ve akıl hocası olarak yaşadı.
Tavşan Prens
Bir Şangani Masalı
Çok uzun yıllar önce çok sıkı dost olan bir Tavşan ile Duiker11 yaşardı. Tavşan, diğer tüm hayvanlardan daha zeki ve kurnazdı. Oysa Duiker insanları pek seven masum bir antilop yavrusuydu. Bu yüzden kraaldan çok uzaklaşmazdı.
Günlerden bir gün Tavşan, Duiker’e dedi ki: “Şu ötedeki kraalda yaşayan insanlar gibi biz de kendi arazimizi çevirip darı ve sukabağı yetiştirsek olmaz mı? Toprağın verimli olduğu bir yer biliyorum.”
Duiker bunu hemen kabul etti. Böylece iki arkadaş bir toprak parçası seçtiler. Sonra toprağı çapalayıp darı, sukabağı ve fıstık ektiler. Komşu kraaldaki şefin eşlerinin böyle yaptığını görmüşlerdi. Duiker daha büyük olan toprak parçasını almıştı, ektiği darılar fevkalade uzun ve güzeldi. Sonbahar yaklaşınca Tavşan her gün eline bir çuval alıp darı ve fıstık toplamaya gidiyordu. Ne var ki kendi tarlasından toplamıyordu bu ürünleri. Bu sayede tarlası hiç bozulmadan kalmıştı. Günlerden bir gün Duiker tarlasına bakmaya gitmiş ve ekinlerinin toplanmış olduğunu gördü. Hemen Tavşan’dan şüphelenerek onu hırsızlıkla suçladı.



