bannerbanner
İskandinav Mitolojisi
İskandinav Mitolojisi

Полная версия

İskandinav Mitolojisi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

İdun – Nanna – Sif

İdun, Nanna ve Sif hakkında pek bilgi yok. İdun, Bragi’nin eşiydi ve Æsir’e ait en paha biçilmez hazineye sahipti; elmaları, onları yiyen kişiyi gençleştiriyordu. Bu elmalar olmasa Æsir, yaşlanır ve bitap düşerdi. Bu sebeple tüm tanrılar, İdun’u kaybetmekten korkardı. Hatta bir keresinde bu tanrıça Dev Thjazi tarafından kaçırıldığında büyük sıkıntıya düştüler. İdun, Brunnaker Oturağının Tanrıçası olarak da biliniyordu. Muhtemelen bu isim, Bragi ile yaşadığı yerin adından geliyor. Nep’in kızı Nanna, Balder’ın eşiydi. Onu öylesine çok seviyordu ki Balder’ın ölümü sonrasında kalbi kırıldı. Sif, Thor’un eşiydi. Daha önceleri, bilmediğimiz biriyle evlenmişti ve Thor’un üvey oğlu olduğu söylenen Ull’un annesiydi. Sif, hoş bir kadındı, marifetli cüceler tarafından şekillendirilmiş altından bir saçı vardı. “Akraba” ve “hısım” anlamına gelen ismi, tıpkı Thor’un Midgard’ın koruyucusu olarak görülmesi gibi Sif’in de evlerin koruyucusu olarak görüldüğünü gösteriyor. Sigyn, Skadi ve Gerd’den zaten daha önce bahsedildi.

Nornlar

Büyük tanrılar ve tanrıçaların hemen ardından, güçlü ilahlar ve daha aşağı derece bazı doğaüstü yaratıklar geliyor. Bunlar arasında en saygın görülenleri muhtemelen Nornlar, yani Kader Tanrıçaları’dır. Her ne kadar sayıca fazla olsalar da üç isim diğerlerinin önüne geçiyor: Urd, Verdandi ve Skuld. Bu üç Norn; Yggdrasil’in altında bulunan, iki kuğunun üzerinde yüzdüğü, Yggdrasil’in dallarının bal özü damlattığı, tanrıların kutsal toplantılarını gerçekleştirdiği ve adını Urd’dan alan Urd’un Kuyusu’nun hemen yanında yaşıyorlardı. Nornlar yalnızca insanların değil aynı zamanda Æsir’in de kaderini kontrol eder, bunun yanı sıra evrenin değişmez yasalarını yönetirlerdi. Çocuklar doğduğunda Nornların huzuruna çıkarılır, onlar da bu çocukların kaderini belirlerlerdi. Hiç kimse, Nornların izin verdiğinden daha fazla yaşayamazdı. Hem iyi hem de kötü Nornlar vardı, ama kim olduklarına bakmaksızın hepsinin hükmüne uyulmalıydı.

Dost Ruhlar – Koruyucu Ruhlar

Dost ruhlar (hamingjur) ve koruyucu ruhlar (fylgjur) Nornlara benzer. Dost ruhlar, genelde insanlara yoldaş olan ve onlara refakat eden görünmez, feminen ve doğaüstü canlılardı. Herkesin kendisine iyi şans getiren bir dost ruhu vardı. Bir başkası uğruna tehlike göze almak söz konusu olduğunda kişi, dost ruhunu tehlikeyi göze alacak kişiye ödünç verebilirdi. Bunun dışında koruyucu ruhlar ise genelde insanların önünde veya ardında yürüyen hayvanlar şeklinde görülürlerdi. Atalarımızın inancına göre her insanın bir ya da daha fazla koruyucu ruhu vardı. Hatta bazı insanlar, koruyucu ruhları görerek öncesinden kimin yaklaştığını tahmin edebiliyormuş gibi davranırlardı. Koruyucu ruhlar, genelde söz konusu kişinin karakterine uygun olarak tayin ediliyordu. Güçlü kumandanların koruyucu ruhları ayı ya da boğa şeklini alırken kurnaz kişilerin de tilki vs. şeklini alırdı. Bu tür doğaüstü varlıklara tapılmaz ya da dua edilmezdi. Bugünlere dek gelen öykülere göre bu tür doğaüstü canlılar seçtikleri kişilere kendilerini gösterirlerdi. Böylece onları gören kişiler diğer insanların kaderlerini sıradışı bir şekilde bilirlerdi. Dost ruhlar ve koruyucu ruhlara olan inanç, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra bile varlığını sürdürdü. Hatta Olaf Tryggvason ve Aziz Olaf gibi dindar Hıristiyanlar bile bu tür inançları tümüyle terk edemedi. Bu iki hami güç sınıfının sınırları zaman zaman Nornlar ile karışırdı, bu açıdan günümüzde Nornlar ile bu ruhlar arasında keskin bir ayrım yapmak pek mümkün değil.

Valkürler

Nornlarla yakından ilişkilendirilen ve insanların kaderleri üstünde etkisi olan diğer feminen varlıklar Valkürlerdi. Zafer ve savaştaki ölüm onların hükmü altındaydı. Odin, “katledilecekleri” ya da ölmeye mahkum kahramanları seçmek için Valkürleri gönderirdi21. Bu sebeple Odin’in Bakireleri olarak da anılıyorlardı. Valkürler, silahlanmış ve zırh kuşanmış güzel genç kızlardı, diyarın bir ucundan diğer ucuna havadan ve suyun üzerinden giderlerdi. Valhalla’da Æsir’e ve Odin’in salonlarındaki kahramanlara içki dağıtırlardı. İki tür Valkür sınıfı bulunuyordu: Gök Valkürleri yani asıl sınıf ve bir süre ölümlü olarak insanların arasında yaşayan ama sonradan Valhalla’da Odin’in huzuruna çıkan yarı ölümlü yarı kutsal sınıf ki bu sınıftaki Valkürler bir nevi Valhalla’ya gelen kahramanların dişi versiyonuydu. Gök Valkürleri’nin sayısını hesaplamak için çeşitli yollar izlenirdi, dokuzun katlarını kullanmak bunlardan biriydi. Genelde üçlü gruplar halinde gezdikleri düşünülürdu. En çok bahsi geçen Valkürler arasında Gondul, Skogul (Geir-Skogul yani Mızrak-Skogul olarak da geçer), Lokk, Rist, Mist, Hild ve diğerleri bulunur. Skuld da Valkürler arasında sayılırdı. Bunlar dışında, kahramanlar arasında fitne çıkaran ve yalnızca bayağı vazifelerle görevlendirilen Valkürler de vardı.

Valkürler, Nornlar, dost ruhlar, koruyucu ruhlar ve hatta Freyja gibi bazı tanrıçalar, zaman zaman Disir’in bir üyesi olarak karşımıza çıkarlar. Dís (çoğul dísir), hiç şüphesiz en başta ayrı bir tanrı sınıfını nitelemek için kullanılan bir terimdi22. Onlara tapınmak, özel bir tür kurban törenini gerektirirdi (dísablót). Kuşku yok ki bu mezhep, yalnızca kadınların dahil olduğu daha kapalı bir inançtı. Disir, evin ve ailenin huzuruyla alakalı olarak görülüyordu ve bu bakımdan bir ailenin koruyucu ruhlarından (kynfylgjur, spádísir) çok da farklı değillerdi ki bu ruhları daha önce yukarıda açıkladık. Bununla beraber aralarından biri, odak noktası haline gelmiş ve daha genel bir mezhebin tanrıçası olmuştu. Uppsala yakınlarında, Disarsal içinde tapılan tanrıça da (muhtemelen Vanadis, Freyja) bu olmalı23. Uppsala’da Disir için gerçekleştirilen kurban töreninde ayrıca bir yargı toplantısı (dísaþing) gerçekleşir, bir de pazar kurulurdu; hatta çok yakın döneme dek, şubat ayının başlarında Meryem Ana Yortusu geldiğinde, Uppsala’da kurulan pazar panayırına Distingen yani Disir’in Toplantısı denirdi.

Thorgerd Hoelgabrud ve Irpa

Büyük ailelerden birinin bünyesinde bulunan ve Disir’in soyundan geldiği düşünülen bir kişi, tanrıça mertebesine ulaşıp daha özel bir tapınma objesi haline gelebilirdi. Bu duruma örnek olarak Haloigja ailesinden gelen tanrıçalar, Thorgerd Hoelgabrud ve kız kardeşi Irpa gösterilebilir. Thorgerd, Halogaland’a ismini veren efsanevi eski kral Hoelgi’nin kızıydı. Yani Hoelgi, aslında bölgeye adını veren bir kahramandı. Kahramanın adı, bölgenin adının nereden geldiğini izah etmek için söylencenin etkisi kullanılarak türetilmişti aslında. Thorgerd Hoelgabrud, çok doğru olmasa da Horgabrud24 ve Horgatroll olarak da anılır. Daha yakın zamana ait bir efsane geleneğine göre “trol” tabiri, hiç şüphesiz Thorgerd’in Lade Earl’ü Hakon’a, Hjorungavag Muharebesi’nde sağladığı düşünülen yardımla ilişkilendiriliyor. Snorri’nin Edda’sına göre (I, 400), Thorgerd’in babasına da tapılırdı. Gömüldüğü tepe birbiri ardına konan toprak, taş, gümüş ve altın tabakalardan inşa edilmişti. “Bunlar, ona sunulan hazinelerden birkaçıydı.”

Doğanın Güçleri – Ægir

Büyük tanrılardan oluşan Æsir doğanın tüm güçlerini yönetip onları insanlığın yararına yöneltmek için çaba gösteriyorlardı, ancak doğanın hemen hemen her gücünün ya da elementinin kendine has bir tanrısallığı da mevcuttu. Doğanın gücünün ya da elementinin bir tür kişileştirmesi olan bu tanrılar, doğa etkilerini harekete geçirme yetisine sahipti, fakat bu etkileri bütünüyle kontrol edemiyorlardı. Nitekim Njord, rüzgârları yönetip yönlerini tayin edebiliyordu, ancak rüzgârı asıl harekete geçiren kişi o değildi. Bu vazife, bir kartal şeklinde gökkubbenin kuzey uçlarında oturup kanatlarını çırparak rüzgâr oluşturan Dev Ræsvelg (Hroesvelgr yani Ceset Yiyen) tarafından gerçekleştiriliyordu. Yani doğanın bu kaba güçleri kendi hallerine bırakılınca yararlı olmaktan çok zarara yol açıyorlardı, dolayısıyla atalarımızın bu doğa elementlerini genel anlamıyla “devler” olarak düşünmesi çok da şaşılacak bir durum değildi. Zira Æsir ile iyi anlaşamamak devlerin ayırt edici bir özelliğiydi ve bu yüzden sürekli olarak kontrol altında tutulmaları gerekiyordu. Bu daha ast tanrısal kişiliklerin en güçlüleri, Fornjot ve akrabalarıydı. Hikâyeye göre Fornjot’un üç oğlu vardı: Ler, Logi ve Kari. Ler denizleri, Logi ateşi, Kari ise rüzgârı yönetiyordu. Kari’nin de bir oğlu vardı, adı Jokul ya da Frosti olarak biliniyordu; Frosti’nin oğlunun ismiyse Snjo’ydu. Snjo’nun da dört çocuğu vardı: Thorri, Fonn, Drifa ve Mjoll. Hiç şüphesiz Fornjot, aslen “dev” anlamına gelen bir isimdi ve muhtemelen Dev Ymir’in en ilkel hali olarak düşünülmüştü. Kari “rüzgâr”25, Logi ise “ateş” demekti. Jokul “buz saçağı”, Frosti “don”, Snjo “kar”, Thorri “ayaz”, Fonn “kalıcı kar kütlesi”, Drifa “rüzgârla oluşan kar yığını”, Mjoll ise “çığ” anlamına geliyordu. Böylece isimler, aslında bu tanrıların hangi gücü temsil ettiklerini belirtiyordu. Bu kişilerden en öne çıkanı, Denizlerin Tanrısı Ler’di. Hatta ona daha genel olarak Ægir de deniyordu. İsimlerdeki benzerlikten dolayı Snorri, onun meskenini Kattegat’taki Læsø Adası olarak belirlemişti. Ægir, en başta Æsir ile dost değildi. Ancak onu delici bakışlarıyla tehdit eden Thor, Ægir’i her kış mevsiminde kendi salonunda tanrılara bir ziyafet vermesi için mecbur bıraktı. Daha sonra Ægir, kendisini dostça karşılayan Æsir’e iadeyi ziyaret gerçekleştirmeyi ihmal etmedi. Ægir’in ziyafetleri gerçekten de tam bir cümbüş havasında geçiyordu. Biralar sular seller gibi akıyordu, salon kandiller yerine parlak altınlarla aydınlatılıyordu, ziyaretçilere Ægir’in eli çabuk uşakları Eldir ve Fimafeng hizmet ediyordu. Buna rağmen zaman zaman Ægir’in içindeki kötülük üstünlüğü ele geçiriyordu. Kendisine emir verebileceğini sanan Thor’dan intikam almak için planlar yapıyordu. Nihayetinde bir fikir buldu: Tüm Æsir’e bira yapmaya yetecek kadar büyük bir kazan bulması için Thor’u görevlendirecekti. Bu kadar büyük bir kazana sahip olan tek kişinin Dev Hymir olduğunu biliyordu. Thor, bu kazanı ele geçirip beraberinde getirmek için birçok tehlikeye atıldı. Ægir’in eşi Ran da insanlığın başına türlü dertler açmak için her yolu deniyordu. Ran’ın bir ağı vardı, bu ağ ile sürekli olarak denizcileri okyanusun derinliklerine çekmeye çalışırdı. Ægir ve Ran’ın dokuz kızı vardı, çocukların hepsi adını çeşitli dalgalardan almıştı. Bu da zaman zaman ozanların, dalgaları Ægir ya da Ran’ın Kızları olarak adlandırmasını açıklıyor. Altın için kullanılan tabirde de Deniz Tanrısı’nın ismini görmek mümkün: “Ægir’in Ateşi”. Zira daha önce dediğimiz gibi Ægir’in ziyafet salonunda kandiller yerine altınlar kullanılıyordu.

Gece – Gündüz

Gündüz ve Gece tanrıları da dev ırkındandı. Dev Norvi’nin Nott (gece) adında, tıpkı akrabalarının kalanı gibi esmer ve siyah bir kızı vardı. Nott, önce Naglfari ile evlendi ve bu evlilikten Aud isminde bir oğlu oldu. Daha sonra Anar ile evlendi ve bu evlilikten de Jord adında bir kızı oldu ki bu kız daha sonra Odin’in eşi oldu. En sonunda da Æsir ırkından Delling ile evlendi, bu evlilikten ise Dag (gündüz) adında bir oğlu oldu. Bu çocuk, tıpkı babasının ailesi gibi açık tenli ve ışıl ışıldı. Herkesin Babası, Gece ve oğlu Gündüz’ü alarak onlara iki at ve iki araba verip göğün üstüne yerleştirdi. Gece ve Gündüz, burada değişimli olarak on iki saatlik dilimler boyunca dünyanın etrafında döneceklerdi. Gece, Rimfaxi (Hrímfaxi, “kırağı yele”) adıyla tanınan atı sürüyordu, böylece tarlalar her sabah onun dizginlerinden damlayan köpüklerle kaplanmış oluyordu. Bu ata Fjorsvartnir da deniyordu26. Gündüz ise Skinfaxi (parlak yele) adlı atı sürüyordu; dünya ve gökyüzü, bu atın yelesinden saçılan ışıkla aydınlanıyordu.

Hel

Yggdrasil’in kökünün çok çok altında, karanlık ve soğuk Niflheim’de, Loki ve Angerboda’nın kızı Hel’in27 korku veren bölgesi uzanıyordu. Hel’in vücudunun yarısı kurşun gibi bir tona, diğer yarısıysa insan teninin rengine sahipti. Hel zalim ve gaddardı, açgözlü bir avcı gibiydi ve hükmü altına bir kere giren kişileri kolay kolay bırakmazdı. Hükümdarlığını çevreleyen karanlık ve derin vadilere Cehennem Yolları deniyordu, buraya gidecek kişi önce altınla döşenmiş Gjoll Köprüsü’nün altında uzanan Gjoll (gürleyen, çağlayan) nehrini geçmeliydi. Hel’in meskeni yüksek duvarlarla çevriliydi, buraya açılan kapıya Cehennem Kapısı deniyordu. Sarayının adı Eljudnir’di. Yemeği ya da çorbası Açlık, bıçağı Kıtlık, erkek esirleri Ganglati, kadın esirleri Ganglt (iki kelime de “ağır hareket eden” anlamına geliyor), kapı eşiği Yıkıma Giden Çöküntü, koltuğu Hasta Yatağı, yatağının çarşaflarıysa Feci Talihsizlik adıyla biliniyordu. Devasa bekçi köpeği Garm’ın boynu kan içindeydi ve ağzında bir ağızlık vardı. Külrengi horozu, evrenin çöküşünü müjdelemek için ötüyordu. Niflheim’in ortasında Vergelmir kuyusu bulunuyordu, bu kuyunun içindeyse Yılan Nidhogg yatıyordu. Vergelmir’in kenarlarına Nastrand (Cesetlerin Kıyısı) adı veriliyordu, burası Niflheim’deki en korkunç noktaydı. Savaşta ölenlerin dışında kalan herkesin cehenneme gideceği söyleniyordu, ancak görünüşe göre genel inanç dahilinde, oraya giden kişiler yalnızca kötü insanlardı.

Ozanların kullandığı terimlerde Hel; sık sık Loki’nin Kızı, Kurt Fenris’in Kız Kardeşi ve daha birçok isimle kendine yer buluyor. Hell (cehennem) ve Niflhel kelimeleri ölüler diyarı için kullanılan isimlerdendi, bu da Norveççe bir ifade olan å slå ihjel (ihel) yani “cehenneme göndermek” ya da “öldürmek” ifadesinden geliyor. Hayaletler ortaya çıktığında şu cümle de sık sık duyuluyordu: “Cehennem Kapıları açıldı,” (hnigin er helgrind) zira o zamanlar ruhların cehennemden kaçması mümkündü.

Devler

Æsir ve insanlığın azılı düşmanı olan devler, vahşi ve kaba yaratıklardı ama her zaman kötü niyetli değillerdi. Hatta zaman zaman, iyi bir mizaca sahip saf varlıklar olduklarını aleni bir şekilde gösterebiliyorlardı. Muazzam cüsseleri, genelde birden fazla kafaları ve ikiden fazla elleri vardı, tenleri ve saçları da koyuydu. Dev kadınların çoğu, örneğin Gerd, güzel görünüşlüydü ama kalanlar korkunçtu; birinin kuyruğu, bir başkasının iki başı olabiliyordu. Devlerin büyük sığır sürüleri, altın boynuzlu boğaları, koyunları, atları ve köpekleri vardı. Karanlığı ve karanlık işleri seviyorlardı. Kadınları, gün ışığından kaçınırlardı ve gece vakti yollara düşerlerdi, bu yüzden onlara bazen Karanlığın Yolcuları ya da Gece Yolcuları denirdi. Eğer bir devin üzerine gün ışığı düşerse, o dev aniden taşa dönüşürdü. Devler, zaman zaman kendi aralarında dövüşürler, birbirlerine devasa kayalar fırlatırlardı ama genelde Æsir ve insanlarla savaşmakla meşgul olurlardı. Tanrılara adanmış mabetlerden nefret ederlerdi, Æsir geri çekilip yerini Tanrı’ya ve azizlere bıraktığında devler nefretlerini yeni tanrılara kustular. Hıristiyanlığın gelişinden çok sonraları bile devler, popüler inançlarda var olmaya devam ettiler, hatta devlerin kiliselere ve kilise çanlarına karşı olan düşmanlıkları birçok efsanede kendine yer buldu. Bugün bile büyük kayalıklar ve dağlarla ilgili yerel efsaneler, bu kayaların devler tarafından kiliselere fırlatıldığını öne sürüyor. İlkel dönemlerde Thor ve Odin’e düşman oldular, daha sonra ise Başmelek Mikail’le birlikte olan yüce azizlere, en çok da Aziz Olaf’a düşmandılar. Besili ve şişman siyah sığırların Dağ Trolleri ya da Jutullar’a ait olması, uzun kuyruklarını saklayamayan dev kadınlar, trollerin dağ şekline bürünüp sık sık kandırdıkları insanlığa karşı besledikleri kötü niyetler ve planladıkları hileler hakkındaki efsaneler günümüze kadar ulaşmış durumda.

Devler yetenekli yapı ustalarıydı, bilge varlıklardı ve tüm esrarengiz sanatlara hâkimlerdi. Sinirlendikleri zaman, dev damarları tutardı ve güçleri öncekine kıyasla iki kat artardı. Daha önce açıklandığı gibi devler Jotunheim’de ya da insanların meskenine yakın civarda uzanan dağlarda yaşıyorlardı. Utgard bölgesi, daha büyük bir üne sahipti ki bu bölge aslında insanlık için Midgard ne ifade ediyorsa devler için de ona karşılık geliyordu. Üstü asla buz tutmayan Iving Nehri, devler ve tanrılar arasındaki sınırı çiziyordu. Kuzeydeki buzul denizinde yapılan keşifler başladığında, Jotunheim ya da Dev Diyarı adını gerçek bir bölgeye verdi (Beyaz Deniz veya Gandvik [Trollerin Koyu] civarındaki geniş Rus bozkırlarına, daha açık olmak gerekirse Dwina Nehri’nin çevresindeki bölgelere). Dev krallar Geirroed ve erkek kardeşi Glæsisvoll Godmund burada hüküm sürüyordu. Onları ziyaret edecek kadar cüretli gezginler, emsalsiz tehlikelerle karşı karşıya kaldılar. Ne var ki Utgard’ın asıl hükümdarı, Kurnaz Utgard-Loki’ydi.

Cüceler

Aralarında tam olarak belirgin bir ayrım olmayan Cüceler ve Kara Elfler, yeryüzünün derinlerinde veyahut büyük kayaların ya da tümseklerin içinde yaşıyorlardı. Cüceler bodur yapılı çirkin yaratıklardı, Kara Elfler ise ziftten bile daha siyah olmalarıyla bilinirlerdi. Cücelerin büyük bir kısmı, antik yazında isimleriyle birlikte kendilerine yer bulmuşlardı. Voluspá’daki ek bir bölümde bu canlıların adı sırasıyla yazılmış ve uzun bir liste ortaya çıkmıştı. Listedeki kişiler arasında şefleri olarak Modsognir (ya da Motsognir) ve ondan hemen sonra gelen Durin karşımıza çıkıyor. Odin’in gökkubbedeki hazineyi korumaları için görevlendirdiği Brokk ve Dvalin’in yanı sıra Kuzey, Doğu, Güney ve Batı isimli dört cüce daha var. Cücelerin başlıca meşgalesi, herkesi geride bıraktıkları demircilikti. En eski efsanelerde dahi kendine yer bulan müthiş silahlar ve değerli mücevherlerin çoğu hünerli cücelerin eseriydi. Cüceler, hem tanrılardan hem de insanlardan nefret ediyorlardı ve onlara hizmet etmeye çok istekli değillerdi. Buna zorlanırlarsa yarattıkları nesnelere büyüyle uğursuz bir nitelik eklemeye çalışırlardı, böylece nesneye her kim sahip olacaksa pek mutlu olamazdı.

Vettir

İster iyi ister kötü olsun tüm doğaüstü varlıklar, günümüzde de hâlâ kullanılan ortak bir isimle anılıyordu: Vettir (voettir, véttir yani “ruhlar”, “periler”). İyi olanlara İyi Ruhlar (hollar voettir), kötü olanlaraysa Kötü Ruhlar (meinvoettir, úvoettir) deniyordu. İyi Ruhlar arasında, söz konusu ülkenin koruyucu perileri olan sözde Diyar Ruhları bulunuyordu. Diyar Ruhları, İzlanda’da çok rağbet görüyorlardı. En ilkel kanunnameye göre (Ulfljot’un Yasaları), Diyar Ruhları’nı korkutabilir diye pruvasında “ağzı açık ya da büyük burunlu bir hayvan” taşıyan savaş gemisinin herhangi bir İzlanda limanına demir atması yasaktı. İnsanoğlunun başına gelebilecek en talihsiz şey, Diyar Ruhları’nın düşmanlığını kazanmak olurdu. İntikam almak amacıyla ucunda hayvan kafası bulunan bir sopayı Erik Kanlı Balta’nın karşısında diken Egil Skallagrimsson da tam olarak bunu yapmıştı. Egil, Norveç’ten uzağa yelken açmadan önce kıyıdan fersah fersah ötede bir adada kıyıya çıktı. Hikâye şöyle devam ediyor: “Egil kıyıya ayak basarak adada yürüyüşe çıktı. Elinde fındık ağacından yapılmış bir sopa vardı, adanın anakaraya doğru bakan kayalık çıkıntısına doğru yöneldi. Bir at başını alıp bu sopanın ucuna sabitledi. Sonra belli sözcükleri (bir laneti) seçerek şöyle dedi: ‘Bu lanetli sopayı buraya dikiyorum, bu laneti Kral Erik ve Kraliçe Gunnhild’e çeviriyorum.’ Böyle dedikten sonra atın başını anakaraya doğru çevirdi. ‘Bu laneti bu ülkenin Diyar Ruhları’na çeviriyorum, öyle ki nihayetinde yoldan çıksınlar ve Erik ile Gunnhild’i bu diyardan sürsünler, bunu yapmadıkları sürece bir daha hiç kimse onları ya da nerede yaşadıklarını bulamasın.’ Bunun ardından sopayı bir gediğe soktu ve orada bıraktı. Sopa gibi atın başını da anakaraya doğru çevirmişti, ayrıca ettiği lanetin tüm sözcüklerini gösteren rünleri sopaya yazmıştı. Sonra gemisine binip yelken açtı.”

İyi Ruhlar arasına tüm Æsir, Vanir ve Işık Elfleri; Kötü Ruhlar arasına ise devler, cüceler ve Kara Elfler dahil edilebilir. Fakat Hıristiyanlığın gelişinden sonra ruhlar arasında bir ayrım yapılmadı, ya tümden kötü olarak kabul edildiler ya da onlara sadık olan kişinin selametini tehlikeye atacakları şüphe götürmez bir gerçek olarak görüldü. Katolik rahipler, insanların bu ruhlara olan güvenini yıkmak yerine, tüm ruh türlerine karşı nefret kusmayı içeren bir yolu tercih ettiler. Nihayetinde ilahiler, dualar ya da rahiplerin serptiği kutsal sular kullanılarak defedilen ve taşlar ya da tümsekler içindeki meskenlerinden kaçmak zorunda kalan ruhlarla ilgili bir dolu efsane türedi. Bahar mevsimi geldiğinde Yükseliş Haftası boyunca tıpkı Katolik Hıristiyanlığın hâkim olduğu diğer yerlerde olduğu gibi Kuzey’de de rahipler, törenlerle tarlalarda ve çayırlarda gezinip ellerindeki kutsal su ve haçla, dillerindeki dualar ve takdislerle ruhları işlenmiş topraklardan defetmeye çıkıyorlardı. Bu özel hafta28 boyunca birkaç alay günü29 düzenlenirdi. Bunlar dışında sabit iki alay günü daha vardı: 25 Nisan’da gerçekleştirilen “büyük gün” ve 1 Mayıs’da gerçekleştirilen “küçük gün”. Bu tür seromoniler doğrudan, ruhlara olan inancın devam etmesine olanak sağlıyordu. Hatta günümüzde bile “ruh tümsekleri” ya da hiç kimsenin dokunmaması gereken, ruhların yakın zamana kadar kendilerine sunulan yiyecekleri kabul ettikleri yerler olan “ruh ağaçları” ile alakalı gelenekler yerine getirilmeye devam ediyor.

Daha önemsiz doğaüstü yaratıklar hakkındaki yakın dönem hurafeleri arasında en yaygını elfler ve devlerle (Jutullar, Troller, Dağ Trolleri) alakalı hurafelerdi. İzlanda’daki hurafeler içinde çarpıcı bir yere sahip olan Huldre Folk30 elflere örnek olarak verilebilir. Bu elfler görünüş olarak insanlara benziyorlardı. Yeraltında ya da dağların içinde yaşıyorlardı, insanlara karşı her zaman düşmanca yaklaşmıyorlar, hatta zaman zaman sıcakkanlı ve dost canlısı olabiliyorlardı. Bu sebepten dolayı onlara Dostlar31 dendiği de oluyordu. Norveçliler arasında da Gizli Halk ya da yeraltı halkı (tümsek halkı, dağ halkı) ile ilgili birçok hikâye bulunuyor, bunlardan en öne çıkanı ise Dağ Hanımı Huldre hakkında olanlar. Huldre, çoğu zaman kötü niyetli olsa da bazen insanlara karşı dostça bir tavır sergilediği de olurdu, örneğin bir çobana göründüğünde onunla konuştuğu veya dans ettiği görülürdü. Dağ hanımı, karşıdan bakıldığında çok güzeldi, mavi önlüğü ve beyaz keten başlığı da bu güzelliğe güzellik katıyordu. Arkadan bakıldığında ise korkunçtu, sırtının içi tıpkı bir oyuk gibi boştu ve hiç saklayamadığı bir kuyruğu vardı. Besili sığırlardan oluşan kocaman bir sürüye ve bu sürüyü güden köpeklere (huldre köpeklere) sahipti. Güzel şarkılar söyleyip güzel enstrüman çalardı ama şarkılarına her zaman bir melankoli hâkimdi. Ezgilere “Dağ Hanımı’nın Çalgıları” adı veriliyordu.

Yeraltı insanları, birbirlerinden çocuk sahibi olamıyorlardı. Bu sebeple genç erkekleri ve kadınları kendileriyle evlenmeleri için kandırmaya çalışırlardı. Ayrıca insan çocuklarını çalmak gibi kötü bir huyları da vardı, beşikteki bebeği kendi çocuklarıyla değiştirirlerdi. Bu çocuklara değiştirilmiş peri bebekler32 deniyordu.

Nix ve Su Ruhu diye adlandırılan ruhlar da vardı. Bu ruhlar genelde nehirlerde, göllerde ve kötü yaratıkların bulunduğu düşünülen bazı bölgelerde yaşarlardı. Örneğin Telemark’da yerel kayıtlara göre Nix, her sene bir insan kurban istiyor ve gece çöktükten sonra su kenarına yaklaşanları aşağı çekerek boğuyordu. Bu Su Ruhları, kural gereği art niyetsiz ve arkadaş canlısıydı. Keman çalma konusunda ustalardı, hatta bu ruhları sanat öğretmeleri için ikna etmek mümkündü. Sonsuz kurtuluşa dair bir ümitleri olmadığından genelde hüzün dolu canlılardı, ancak birisi kefaletlerini ödeme konusunda söz verdiğinde çok mutlu olurlardı. Keman çalmayı öğrettikleri zaman genelde ilahi kurtuluş talep ederlerdi. Nix’in inlediği ya da sızlandığı duyulursa bu birinin boğulmak üzere olduğuna dair bir işaret olarak kabul görüyordu. Nix, farklı farklı kılıklarla ortaya çıkma yetisine sahipti; bazen uzun saçlı yakışıklı bir genç, bazen bir cüce, bazen de gri sakallı bir yaşlı olabilirdi.

Okyanustaysa Deniz Adamı ve Denizkızı yaşıyordu. Onlar da hoş şarkılar söyleyip güzelce çalgı çalıyorlar, insanları yaşadıkları yere çekiyorlardı. Gelecekteki olayları görme yetisine sahiplerdi. Vücutlarının üst kısmı insan vücudunu, alt kısımları ise bir balığınkini andırıyordu. Denizkızları, yüzgeçli kuyruklarını sakladıkları sürece çok güzel görünüyorlardı.

Brownie (modern Norveççede Nisse) ruhlar arasında kendine has bir yere sahipti. Brownie, kırmızı şapkası ve gri kıyafetleriyle küçük bir çocuk ya da küçük bir adam gibi görünüyordu. Alnı her zaman ter içindeydi ve başparmakları da yoktu. Çiftlik binalarında dolaşır, kendisine ne kadar iyi davranılırsa çiftlik işlerine o kadar yardımcı olurdu. Öte yandan ev sahipleri tarafından gücendirilirse, onların başına büyük dertler açma kabiliyeti de vardı. Eğer Brownie yaşadığı yerden memnunsa seyise atları beslemesi için bir el atar, inekleri sağan kıza yardımcı olur, hatta yaşadığı çiftliği geçindirmek için komşulardan hem saman hem yemek çalardı. Ancak memnun değilse sığırları lanetler, yemeği çürütür ve evin başına türlü türlü uğursuzluklar getirirdi. Farklı çiftliklerden iki Brownie’nin saman çalarken birbirleriyle karşılaştıkları da olurdu, işte o zaman saman saplarıyla ateşli bir dövüş başlardı muhtemelen. İhtiyatlı köylüler, Noel Arifesi’nde Brownie için Noel pudingi ayırmayı ihmal etmezlerdi.

На страницу:
3 из 5