Полная версия
Gönül
“Ne dersiniz?” diye sordu. “Benim yüzümden mi böyle olmuştur, yoksa o dediği hayat görüşü müdür nedir, onun yüzünden mi böyle oldu? Lütfen bir şey gizlemeden açıkça söyleyin.”
Hiçbir şeyi gizleme niyetinde değildim. Bununla beraber şayet orada benim bilmediğim bir şeylerin olduğunu varsayarsak, cevaplarım hanımefendiyi tatmin edemezdi. Orada benim bilmediğim bir şeylerin olduğuna inanıyordum.
“Bilemiyorum.”
O an, hanımefendinin yüzünde, şaşırdığı zaman görülen o mahzun ifade belirdi. Hemen sözüme devam ettim.
“Fakat şu kadarından sizi temin ederim ki hocamın sizi sevmemesi söz konusu değildir. Ben bizzat hocamın kendisinden duyduklarımı size aktarmaktayım. Ne de olsa kendisi yalan söyleyecek biri değildir.”
Hanımefendi hiçbir şey demedi. Neden sonra şöyle devam etti:
“Aslında aklıma gelen bir şeyler var ama…”
“Hocamın bu hale gelmesinin sebebine dair mi?”
“Evet. Sebep bu diyebilsek, o zaman benim sorumluluğum ortadan kalkar. Bu kadarı bile içimi fazlasıyla rahatlatırdı ama…”
“Nedir peki bu?”
Hanımefendi tereddüt içinde dizinin üstüne koyduğu ellerine bakıyordu.
“Bir anlam çıkarabilmeniz umuduyla anlatıyorum.”
“Elimden gelecekse bir anlam çıkarmaya çalışırım.”
“Bak her şeyi anlatamam ama. Anlatırsam azar işitirim. Sadece azar yemeyeceğim kadarını söylüyorum.”
Heyecandan nutkum tutulmuştu.
“Hocanın henüz üniversite yıllarında arasının çok iyi olduğu bir arkadaşı vardı. O şahıs üniversiteden mezun olmasına çok az bir zaman kala öldü. Aniden öldü.”
Hanımefendi sanki kulağıma fısıldıyormuş gibi kısık bir sesle, “Açıkçası alışılmadık bir ölümdü bu,” dedi. Burada “Neden ama?” diye sormadan edemeyeceğim bir tarzda söylemişti bunu.
“Daha fazla bir şey söyleyemem. Lakin olanlar, bu vakadan sonra oldu. Hocanın azar azar değişmesi… O şahıs neden öldü bilemiyorum. Hoca da bilmiyordur belki. Fakat bundan sonra değişti diye düşünmek hiç de akıl dışı değil.”
“O şahsın mezarı mı Zōşigaya’daki?”
“Yasak olduğu için onu da söyleyemem. Ama bir tanıdığını kaybetti diye bir insanın böyle değişmesi mi gerekiyor? Bunu bilmeyi o kadar çok istiyorum ki! İşte o yüzden bu konuda size danışmak istedim.”
Benim görüşüm, bunun bir sebep olamayacağı yönündeydi.
20
Yakalayabildiğim gerçekler ölçüsünde hanımefendiyi teselliye çalıştım. Hanımefendi de tarafımdan teselli edilmiş olmak istiyor gibi görünüyordu. Aynı mesele üzerinde sonu gelmez konuşmalarımız böylece devam etti. Ancak meselenin aslına erememiştim.
Aslında hanımefendinin huzursuzluğu da havada süzülen sis perdesi misali bu şüphelerden geliyordu. Olayın aslına gelince hanımefendinin de bilemediği birçok şey vardı. Bildiklerini de bana açık açık söyleyemiyordu. İşte bu şartlar altında, teselli eden şahsım ve teselli edilen hanımefendi, yani ikimiz birlikte dalgalar üstünde çırpınıyorduk. Hanımefendi can havliyle kollarını çırpıyor ve benim mesnetsiz görüşlerime tutunmaya çalışıyordu.
Saat on civarı hocamın ayak sesleri eşikte duyulduğunda hanımefendi, birden o âna kadar olanların hepsini unutmuşçasına, önünde oturan beni bırakıp ayağa kalktı. Böylece kafesli kapıyı açmakta olan hocamı karşılama vaziyeti almış oldu. Yalnız kalınca hanımefendinin arkasından ben de gittim. Sadece hizmetçi kız uyuyakalmış olacak ki hemen çıkıp gelemedi.
Hocam her zamankinden iyi görünüyordu. Fakat hanımefendi daha da iyi görünüyordu. Hanımefendinin güzel gözlerinde daha önce biriken yaşların parıltısı ile sonradan simasını bürüyen o kasvetli ifadedeki bu olağandışı değişimi dikkatle seyrediyordum. Eğer bu bir numara değilse (öyle olduğunu düşünmüyordum) hanımefendinin o âna kadarki tavırlarını bir çeşit duygusallık oyunuyla beni makaraya aldığı bir muzipliğe de yorabilirdim. Şu kesin ki o zaman gönlümde hanımefendiye o kadar da eleştirel gözlerle bakacak bir istek belirmemişti. Bilakis, yüzünde güller açmasıyla rahatlamış oldum. Eğer öyleyse artık o kadar endişe etmeye gerek yokmuş diye düşündüm.
Hocam gülerek, “Haydi geçmiş olsun. Hırsız gelmedi mi?” diye bana sordu. Sonra da ekledi: “Gelmediği için hevesiniz kaçmadı umarım.”
Dönüşte hanımefendi, “Kusura bakmayın sizi de rahatsız ettik,” diyerek başıyla selam verdi. Bu söyleyiş tarzında “Meşgul bir zamanınızda boş yere vaktinizi çaldık”tan ziyade “Zahmet edip gelmenize rağmen hırsız gelmediği için boşu boşuna rahatsız ettik” manasında bir şaka seziliyordu.
Hanımefendi bunları söylerken az önce çıkardığı alafranga kurabiyelerinden arda kalanları kâğıda sarıp elime tutuşturdu. Bunu cebime koyup gelen geçeni az ve gece soğuğu sinmiş sokağa dönüp renkli şehre doğru aceleyle yol aldım.
O akşamdan hatırladıklarımı derleyip buraya ayrıntılı bir şekilde yazdım. Bunu yazmam icap ettiği için yazmış oldum ama doğruyu söylemek gerekirse, hanımefendiden kurabiyeleri alıp eve dönerken, o akşam konuşulanları pek o kadar ciddiye almayan bir ruh halindeydim. Ertesi gün öğle yemeği için okuldan eve dönüp akşam masanın üstüne koyduğum kurabiye paketini görünce, hemen içinden çikolata kaplı kızıl kahve kurabiyeleri çıkarıp atıştırdım. Yerken de her şey bir yana o iki kişinin yeryüzünde mutlu bir çift olarak yaşadıklarının idrakiyle kurabiyelerin tadına varmıştım.
Güz bitip de kış gelene kadar hususi bir olay vuku bulmadı. Hocamın evine gidiş gelişlerimde fırsat buldukça hanımefendiden çamaşırlarımı yıkayıp kimonomu dikmesini rica ederdim. Henüz içlik denen şeyi giymezken gömleğin üstüne siyah kollu giymeye başlayışım da o zamanlara rastlar.
Çocuğu olmayan hanımefendi o kadarlık bir şeyin zahmet bir yana, kendisi için bir eğlencelik ve en nihayetinde sağlığına da iyi gelen bir uğraş olduğu gibi şeyler söylüyordu.
“Bu el dokuması kumaştan değil mi? Böyle güzel dokumalı bir kimonoyu daha önce hiç dikmemiştim. Hem pek bir zormuş bunu dikmesi. Hiç iğne geçiremem ki buna. Sizin yüzünüzden iki iğnem kırıldı.”
“Böyle bir şikâyette bulunurken dahi hanımefendinin yüzünde pek öyle bunu angarya görüyor gibi bir ifade de yoktu.”
21
Kış gelince aniden eve gitmem icap etti. Annemden gelen mektupta babamın hastalığının gidişatının pek de iyi olmadığı yazmakta, halihazırda telaşa gerek olmasa da yaşı da epey ilerlediğinden, mümkünse bir zamanını ayarlayıp memlekete gitmem istenmekteydi.
Babam böbreklerinden hastaydı. Orta yaş üstü kişilerde de sık sık görüldüğü üzere, babamdaki bu hastalık müzmindi. Buna rağmen hem kendisinin hem de ev halkının, biraz dikkat edilirse hastalığın kötüye çevirmeyeceğine dair tam bir inançları vardı. Şimdilerde babam misafir gelen eşe dosta sırf iyi beslenmesi sayesinde bir şekilde bugünlere kadar yaşayıp geldiğini söylüyordu. Aynı babam, annemin mektubuna bakılırsa, bahçeye çıkıp bir şeylerle uğraşırken fenalaşmış ve sırtüstü yığılıvermişti. Ev halkı bunun hafif derece bir beyin kanaması olduğu şeklinde yanlış bir kanıya varıp ona göre müdahale etmişlerdi. Sonrasında doktorun işin pek öyle olmadığı, muhtemelen müzmin hastalığının bir neticesi olduğu şeklindeki teşhisini duyunca, ilk defa düşüp bayılmak ile böbrek hastalığı arasında bir ilişki olabileceği üzerine düşünmeye başlamışlar.
Kış tatilinin başlamasına biraz daha vardı. Dönem bitene kadar beklememin bir mahzuru olmasa gerek diye düşünüp bir iki gün harekete geçmedim. Derken bu bir iki gün içinde babamın yataktaki hali ve annemin telaşlı yüzü durmadan gözümün önüne gelir oldu. Her defasında yüreğimde garip bir acı hissedince sonunda memlekete gitmeye karar verdim. Memleketten yol parasını alma işlemleriyle vakit kaybetmemek için vedalaşma vesilesiyle hocamın evine kadar gidip, yol parasını da kısa zamanda geri ödeyeceğimi belirterek kendilerinden temin etmeye karar verdim.
Hocam hafiften bir nezle geçirdiğinden, misafir odasına geçmek zahmetli olur diye beni kütüphaneye buyur etti. Kütüphanenin penceresinden kış geleli beri ender görülüp kendini özleten narin güneş ışığı giriyor ve masanın ayaklarını parlatıyordu. Hocam yılın o günlerinde evin en iyi köşesi olan bu odanın ortasına büyük bir maltız koymuş, üçayağın üstüne yerleştirdiği çaydanlıktan çıkan su buharıyla nefesini rahatlatmak niyetindeydi.
“Büyük hastalık neyse de, az bir soğuk algınlığı gibisi daha can sıkıcı, değil mi?” diyen hocam, acı bir gülümsemeyle yüzüme bakıyordu.
Hocamın adamakıllı hasta denecek kadar hasta olmuşluğu yoktu. Sözlerini duyunca gülesim geldi.
“Ben de soğuk algınlığı kadarına katlanabilirim ama ondan ötesi bana uzak dursun. Sizin için de aynı olsa gerek. Başınıza geldiğinde anlarsınız.”
“Belki de öyledir. Hasta olacaksam ölümcül olanını yeğlerim.”
Hocamın söylediklerini pek o kadar ciddiye almamıştım. Hemen annemden gelen mektup konusunu açıp borç para talep ettim.
“Öyleyse durum ciddi. O kadarı elimizin altında olsa gerek. Verelim de onunla yola çıkın.”
Hocam, hanımefendiyi çağırıp gereken meblağı önüme koydurdu. Parayı kendi çay takımı dolabı gibi bir şeyin çekmecesinden getiren hanımefendi, beyaz kâğıdın üzerine paraları narince koyup “İnsan ister istemez endişeleniyor, değil mi?” dedi.
Hocam, “Sık sık baygınlık geçiriyor muymuş?” diye sordu.
“Mektupta hiçbir şey yazmıyor. Bu şey sık sık tekrar etmeye mi meyillidir?”
“Öyle.”
Hocam, hanımefendinin annesinin de babamınkiyle aynı hastalıktan öldüğü konusunu ilk defa açmış oldu.
“Her hâlükârda durumu kötü olmalı,” dedim.
“Öyle vesselam. Mümkün olsa da onun yerinde ben olsaydım. Mide bulantıları var mıymış?”
“Pek söz etmediğine göre, bulantıları hemen hemen hiç olmasa gerek.”
Hanımefendi, “Bulantı gelmiyorsa henüz durumu iyidir,” dedi.
O günün akşamı buharlı trenle Tokyo’dan ayrıldım.
22
Babamın durumu düşündüğüm kadar kötü çıkmadı. Ancak eve vardığımda, hasta yatağında bağdaş kurmuş bir vaziyette, “Millet endişelenmesin diye dişimi sıkıp böyle yatmaya devam ediyorum. Artık kalksam da sakıncası yok,” diyordu. Fakat aradan bir gün geçmişti ki annemin durdurmasına aldırmayıp nihayet yatağını kaldırttı. Annem istemeye istemeye yorganı katlarken, “Babanın sen gelince birden gücü yerine geldi,” dedi. Ben de babamın bu tavrını kendini olduğundan iyi gösterme uğraşı olarak görüyordum.
Abim, Kyūşū29 gibi uzak bir yerde bir işle meşguldü. Yani çok hususi bir durum haricinde, işlerinden başını kaldırıp anne babasının yüzünü görecek hali yoktu. Ablam başka bir ile gelin gitmişti. Bu yüzden de acilen yetişip gelecek bir durumda değildi. Anlaşılan, üç kardeş içinde en müsait olanı talebe olmam sebebiyle sadece bendim.
Annemin buyruğuna uyup, okulun derslerini bir yana bırakarak tatilden önce dönüp gelmemden babam büyük bir memnuniyet duymuştu. “Bu kadarcık bir hastalık için okulunu ihmal ettirmekle ayıp ettik. Annen mektupta işi iyice velveleye vermiş, hiç iyi olmadı bu.”
Babam böyle diyordu. Demekle de kalmayıp şimdiye kadar serili duran hasta yatağını kaldırtıp her zamanki gibi dinç bir görüntü çiziyordu.
“Sakın ha durumu iyice hafife alıp hastalığı tekrar azdırma.”
Babam uyarılarımı memnuniyetle karşılamakla birlikte pek ciddiye almıyordu.
“Bir şeycikler olmaz. Böyle her zamanki gibi kendime dikkat etsem yeter.”
Doğrusu babam iyi görünüyordu. Evde rahatça dolaşıyor, nefes nefese kalmadığı gibi kendini kaybettiği de olmuyordu. Bir tek benzinin rengi normal insanınkine nazaran gayet kötüydü ama bu da yeni çıkan bir şey olmadığından, biz de pek endişeleniyor değildik.
Hocama mektup gönderip borç para için teşekkürlerimi ilettim. Borcumu Tokyo’ya döneceğim yılbaşı zamanı ödeyeceğimi söyleyip o vakte kadar beklemelerini rica ettim. Bu arada babamın hastalığının düşündüğüm kadar ağır olmadığını bildirdim. Göründüğü üzere endişelenecek bir şey yoktu, baş dönmesi olmadığı gibi bulantı ve benzeri belirtilerden hiçbiri de yoktu. Son olarak da nezaketen kısaca hocamın soğuk algınlığının ne durumda olduğunu sordum. Hastalığını pek ciddiye almıyordum.
Bu mektubu gönderirken hocamdan cevap gelir diye bir beklentim yoktu. Gönderdikten sonra anne babama hocamdan bahsederken, gözümün önüne hocamın kütüphanesi geliyordu.
Annem, “Tokyo’ya dönüşünde hocana şiitake mantarı30 götür,” dedi.
“Tamam da, hocam kurutulmuş şiitakeyi yer mi acaba?”
“Çok lezzetli olmasa da nefret edeni de yok.”
Hocam ile şiitake mantarını bir arada düşünmek bana garip geldi.
Hocamdan cevap gelmesi beni biraz şaşırttı. Özellikle de öylesine yazılmış gibi görünmesi şaşırtmıştı aslında. “Hocam sadece nezaketen bir cevap buyurmuş,” diye düşündüm. Öyle düşününce de bu basit mektup, benim için oldukça büyük bir sevinç kaynağı oldu. Elbette bunda hocamdan aldığım ilk mektup olmasının da payı vardı.
“İlk” deyince hocamla yazışmalarımız devam etmiş gibi anlaşılabilir ama işin aslının öyle olmadığını burada belirtmek isterim. Hocamın ömrü boyunca, kendisinden sadece ve sadece iki mektup aldım. Bunlardan ilki şimdi bahsettiğim bu basit mektuptu; ikincisi ise hocamın ölmeden önce özellikle bana hitaben yazdığı oldukça uzun bir mektuptu.
Hastalığının tabiatı gereği babamın fazla hareketten kaçınması icap ettiğinden, hasta yatağını kaldırmamız sonrası da hemen hemen hiç dışarı çıkmıyordu. Bir keresinde havanın oldukça yumuşak olduğu bir günün öğleden sonrası bahçeye indiği oldu ama o zaman da tedbiri elden bırakmayarak ben babamın koluna girmiş vaziyette yanında bulundum. Endişeyle babamın elini omzuma almaya çalışsam da babam tebessüm ederek buna yanaşmıyordu.
23
Sıkıcı bir rakip olan babamla bol bol şōgi31 oynuyorduk. Her ikimiz de tembel tabiatlı olduğumuzdan, kotatsunun32 dibine sokulmuş halde oturduk, oyun tahtasını yorganın üzerine yerleştirip sadece hamle yapmak için ellerimizi yorgandan dışarı çıkarıyorduk.
Kimi zaman alınan pullar kayboluyor, bir sonraki oyuna kadar ikimizin de bundan haberi olmuyordu. Bir keresinde bunlardan birini annemin küller arasında bulup maşayla tutup çıkardığı ilginç bir hadise de geçti başımızdan.
“Go’nun33 sehpası çok yüksek, hem de ayaklı olduğundan kotatsunun üstüne koyulamıyor. Bu açıdan bakınca şōgi sehpası daha iyi. Bak rahatça oynayabiliyoruz. Tembel adam için çok iyi. Hadi bir el daha çevirelim!”
Babam kazanınca muhakkak, “Hadi bir el daha çevirelim,” diyordu. Gel gör ki ben kaybedince de bir daha oynayalım diyordu. Yani kaybetse de kazansa da kotatsunun yanı başında şōgi oynamaktan büyük zevk alan biriydi.
Başlarda her zaman tecrübe edemediğim emekli işi bu eğlencelik, benim de epey hoşuma gitmişti. Lakin gitgide, gençliğimden olsa gerek bu kadarı bana yetmemeye başladı. Kimi zaman altın pul ya da mızrak pulunu tuttuğum, yumruğumu başımın üstüne uzatarak iyice bir esnediğim oluyordu.
Tokyo’yu düşünüyordum. Derken yerinden çıkacakmışçasına delice atmaya başlayan kalbimin gümleyişlerini duyuyordum. Gariptir ki bu gümleyişin şiddetini hocamın gücünden aldığı yönünde tuhaf bir hissiyat besliyordum.
İçimden şöyle bir babam ile hocamı karşılaştırdım. Her ikisi de âlem içinde yaşıyor mu ölü mü farkına varılmayacak kadar sessiz sakin insanlardı.
İnsanların gözünde kendilerine bir not biçilecek olsa bu sıfır olurdu. Ne var ki ha bire canı şōgi oynamak isteyen babam, basit bir eğlence arkadaşı olarak bile beni tatmin etmiyordu. Önceleri kendisine eğlence için gidip geldiğimi hatırlamadığım hocamın ise kafamda bir eğlence ilişkisiyle ortaya çıkacak samimiyetten çok öte bir tesiri vardı. Buna sadece kafa demek fazlaca soğuk bir ifade şekli olacağından gönül diyelim. Tüm vücuduma hocamın kudreti sinmiş ve can damarlarımda hocamın hayatı akıyor gibiydi desem, o zamanki hissiyatım için abartı sayılmaz. Babam benim öz babam iken, hocamın, söylemeye bile gerek yok, tamamen bir yabancı olduğu yönündeki su götürmez gerçek hakkında, bile bile kafa yorup da sanki ilk defa büyük bir keşifte bulunmuşum gibi şaşırdığım oluyordu.
Artık yapacak bir şey olmamasından sıkılmaya başlayınca, önceleri hep el üstünde olan ben, yavaş yavaş anne babamın gözünde bayağılaşmaya başladım. Bu yaz tatilinde memleketine dönen herkesin muhakkak az çok tecrübe ettiği bir duygudur. Eve ayak bastığınız bir hafta müddetince, eliniz sıcak sudan soğuk suya konmezken, bu eşiği aşınca artık evdeki heyecan kayboluverir ve en nihayetinde olsanız da olmasanız da fark etmezmiş gibi bir muameleyle karşılaşırsınız. İşte ben o eşiği aşmıştım. Dahası memlekete dönerken beraberimde anneme de babama da yabancı bir şeyler getirmiştim. Eskilerin tabiriyle Konfüçyüs’ün evine Hıristiyan havası getirmek misali, beraberimde getirdiğim şey evin havasına uymuyordu. Elbette bunu gizlemekteydim.
Ne var ki her ne kadar açığa vurmayayım desem de bu bir şekilde anne babamın gözünden kaçmıyordu. Keyfim kaçmıştı. Hemen Tokyo’ya dönmek istedim.
Şükür ki babamın sağlığı vaziyetini muhafaza ediyor, en ufak bir kötüleşme belirtisi göstermiyordu. Ne olur ne olmaz diye uzaklardan iyi bir doktor çağırıp muayene de ettirmiştik ki benim zaten bildiğim hususlar haricinde bir vakaya rastlanmamıştı. Kış tatilinin bitiminden hemen önce dönmeye karar verdim. Gariptir ki hem annem hem de babam buna karşı çıktılar.
Annem, “Ne dönmesiymiş, daha çok erken değil mi?” dedi. Babam da, “Dört beş gün daha kalsan yetişirsin,” dedi.
Karar verdiğim dönüş tarihini kabul ettirememiştim.
24
Tokyo’ya döndüğümde kapılardaki matsukazariler34 çoktan kaldırılmıştı. Esen soğuk rüzgâra teslim olmuş şehirde, nereye baksam yılbaşı havasından eser yoktu.
Hemen hocamın evine borcumu ödemeye gittim. Hediyelik şiitake mantarını da götürdüm. Ancak öylece vermek biraz garip kaçacağından, “Bunu annem size vermemi söyledi,” diye açıkça söyleyerek hanımefendinin önüne koydum. Şiitake yeni bir şekerleme bohçasının içindeydi. Kibarca şükranlarını sunan hanımefendi yan odaya geçerken, bu bohçayı eline alınca hafifliğine şaşırmış olacak, “Bu nasıl bir şekerleme acaba?” diye sordu.
Hanımefendinin böyle samimiyken çocukça bir uçarılık görünürdü yüzünde hep. Her ikisi de babamın hastalığı konusundaki sorularını tekrarladıkları sırada hocam şunları söylemişti:
“Anlaşıldı. Söylediklerine bakılırsa şimdilik telaş edilecek bir şey yok ama hastalık hastalıktır. Her an teyakkuz halinde olmak lazım.”
Hocam, böbrek rahatsızlığı konusunda benim bilmediğim birçok şey biliyordu.
“Hastalığa müptela olan kişinin bunu fark etmeden normal bir yaşam sürdürmesi bu hastalığın özelliğidir. Bir subay tanıdığım vardı; sonunda bu dertten gitti ama ölümü sanki yalan gibi oldu. İşte yanında yatan hanımının başında durmasını gerektirecek bir zaman bile söz konusu olmadı. Gece yarısı biraz rahatsızlandığını söyleyerek hanımını uyandırdığı olmuş o kadar. O günün sabahı çoktan ölmüşmüş. Lakin hanımı kocasını uyuyor zannettiğini söylemişti.”
O vakte kadar bende iyimser bir hava hâkimken şimdi birden içimi huzursuzluk kaplamıştı.
“Benim babam da öyle mi olacak? Olmayacak da diyemeyiz değil mi?”
“Doktor ne diyor?”
“İyileşmez diyor. Fakat hastanın endişe etmesini gerektirecek bir şey olmadığını söylüyor.”
“İyi o zaman. Doktor öyle diyorsa… Benim bahsettiğim kişi hiç fark etmemişti hastalığını. Ayrıca hayli kaba bir asker hayatı vardı.”
Biraz içim rahatlamıştı. Ruh halimdeki değişikliği dikkatlice gözlemleyen hocam şöyle devam etti:
“Lakin insan dediğin sağlıklısıyla, hastasıyla zayıf bir varlık. Kim bilir ne zaman, ne sebeple ve ne şekilde geliverecek ölüm.”
“Siz de mi öyle düşünüyorsunuz?”
“Ne kadar sağlıklı da olsam, ben bile böyle düşünmeden edemiyorum tabii.”
Hocamın dudaklarında hafiften bir gülümseyişin gölgesi belirdi.
“Sessiz sedasız öleni var. Tabii bir şekilde… Bir de apansızın ölenler var ya! Gayri tabii bir vahşet eseri…”
“Gayri tabii vahşetten kastınız nedir?”
“Onun mahiyeti bana da malum değil ama bir ihtimal, intihar edenlerin çoğu bu gayri tabii vahşetten istifade ediyor olmalılar.”
“O zaman öldürülmek de böyle gayri tabii bir vahşetin eseri olsa gerek.”
“Bak öldürülmeyi düşünmemiştim ama düşününce makul geliyor.”
O sohbetten sonra eve döndüm. Döndükten sonra da babamın hastalığı pek o kadar aklımda değildi. Hocamın bahsettiği tabii ölüm, gayri tabii bir vahşet neticesi ölüm tabirleri, sadece o gün akılda kalacak geçici laflardan öteye geçmemiş, sonrasında aklımda hiç yer etmemişti. O güne kadar kaç kere el atayım dediysem de bir türlü girişemediğim bitirme tezini artık yavaş yavaş yazmaya başlamak gerek diye düşünmeye başladım.
25
O yılın Haziran ayında mezun olmam gerektiğinden, mevzuat gereği Nisan sonuna kadar bitirme tezimi tamamlamam gerekiyordu. İki, üç, dört diye kalan zamanı parmaklarımla sayınca, hesaplamalarımın tutacağından şüphelenmeye başladım. Etrafımdakiler kaynak toplamakla, not yazmakla oldukça meşgul görünürken ben daha hiçbir şeye dokunmamıştım. Yılbaşı geçsin de sonra etraflıca işe koyulurum diye karar vermiştim sadece. Karar verdiğim gibi de işe başladım. Derken birden elim kolum bağlandı. O vakte kadar bu büyük mesele hakkında basit ana hatlardan ötesini tasarlayamamıştım. Başımı ellerimin arasına alıp kara kara düşünmeye başladım.
Daha sonra tez konumun alanını daralttım. Ortaya koyacağım düşünceleri sistematik bir şekilde özetleme ihtiyacı doğmaması için sadece kitaplarda olan bilgileri sıralayıp azar azar sonuç kısmı ekleme yoluna gittim. Seçtiğim konu hocamın ihtisas alanıyla da yakından ilişkiliydi. Evvelinde, bu konunun seçimi hakkında hocamın görüşünü sorduğumda, “Neden olmasın,” demişti. Telaştan elim ayağıma dolanınca, doğruca hocama gidip okumam gereken kaynakları sordum. Hocam tüm bildiklerini seri bir şekilde bana aktardıktan sonra, “Gerekli kitaplardan iki üç tanesini ödünç vereyim,” dedi. Ne var ki hocam bu noktada beni biraz bile yönlendirme sorumluluğu almaya yanaşmıyordu.
“Son zamanlarda pek kitap okumadığımdan yeni gelişmeler hakkında bilgim yok. Okuldaki hocalarına sorsan daha iyi olur.” Hocamın bir zamanlar tam bir kitap kurduyken, sonrasında nedendir bilinmez eski ilgisini kaybediverdiği hakkında hanımefendiden duyduklarım o an birden hatırıma geldi. Tez konusunu bir kenara bırakıp öylesine bir konuya geçtim.
“Hocam neden eskisi kadar kitaplara ilgi duymaz oldunuz?”
“Şudur diyebileceğim bir sebebi yok ama… Nihayetinde ne kadar kitap okusam da pek öyle bir yerlere gelemeyeceğimi düşündüğümden olsa gerek. Bir de…”
“Daha başka bir sebebi mi var?”
“Ayrı bir sebep denecek kadar büyük bir şey değil ama önceleri insanlar karşısında bir şey sorulduğunda bilmiyorum demeyi ayıp bilip bundan sakınırdım, sonradan bunun pek öyle utanç verici bir şey olmadığına yönelik bir intiba edindiğimden, öyle durmadan kitap okuma arzusunu kaybetmiş olmalıyım. Yani uzun lafın kısası bizden geçti artık.”
Hocam nispeten sakin bir tavırla söylemişti bunları. Topluma sırtını dönmüş bir adamın acılarını tatmamış biri olarak benim buna diyeceğim pek bir şey yoktu. Aklımda hocamın yaşı geçmiş olmasa da muhteşem biri olmadığı yönünde bir intiba edinerek evimin yolunu tuttum.
Ondan sonra ise var gücümle tezime girişmiş, bir ruh hastası gibi gözlerim kıpkırmızı kesilene kadar çalışır olmuştum. Benden bir yıl önce mezun olmuş bir arkadaşıma sorular sorup çeşitli konularda görüşünü aldığım zamanlarda, birisinin teslim süresinin son günü araba tutup güç bela yetişebildiğinden bahsetti.
Başka birisi de saat beşi on dakika geçe teslim ettiği için neredeyse reddedilecekken bölüm başkanının ihsanıyla tezini kabul ettirebilmiş. Telaşlanmakla beraber kendime çekidüzen de vermiştim.
Her gün masa başında gücüm yettiği kadar çalışmaya devam ettim. Kimi zaman da loş kütüphanenin yüksek rafları arasında dolaşıp duruyordum.
Gözlerim bir hazine avcısı misali, kitap ciltlerindeki altın yaldızlı harfleri tarıyordu. Erik ağaçlarının çiçek açmasıyla birlikte soğuk rüzgârlar yavaş yavaş yönlerini güneye çevirdiler. Az bir zaman geçmişti ki kulağıma kiraz ağacının çiçek açtığına dair söylentiler gelmeye başladı. Oysa benim gözlerim sadece önüne bakan yarış atları gibi tezimden başka bir şey görmüyordu. Nisan ayının sonu gelip de en nihayetinde tezimi vaktinde bitirene kadar hocamın eşiğinden adımımı atmadım.
26
İşimin bitmesi, yae kirazının35 çiçeklerinin dökülüp dallarındaki yaprakların yeşererek büyümeye yüz tuttuğu yaz başlarına rastladı. Kafesinden kurtulmuş bir kuş misali gökyüzünün enginliklerine özgürce kanat çırpmaya başlamıştım. Hemen hocamın evine gittim. Kararmış portakal dalı çitlerinin üstlerini bir alev misali filizlerin sarışını, kurumuş nar ağacı köklerinden parlak kızıl kahve yaprakların yumuşakça gün ışığını aksettirmesini yol boyunca seyrettim.
Dünyaya geleli beri ilk defa böyle ender bir manzara görüyormuşum hissine kapılmıştım. Hocam sevinçli yüzümü görünce, “Demek tezini bitirdin sonunda. Hadi geçmiş olsun bakalım,” dedi.