Полная версия
Gönül
Bu bir umutsuzluk mu, yakınma mı yoksa ıstırap mıydı anlayamadım ama insanda diyecek söz bırakmayacak kadar kuvvetli bir ifade olduğundan, bundan öte bir şeyler söyleyecek cesareti kendimde bulamadım.
Hanımefendiyle yaptığımız konuşma döndü dolaştı, hocama geldi.
“Hocam acaba neden evlerindeki tefekkür ve çalışmalarıyla yetiniyor ve dünyaya karışıp bir meslekle meşgul olmuyorlar?”
“Onun gibi birisi için mümkün değil. Böyle bir şeyden nefret edecektir.”
“Bunun aşağı bir şey olduğunu mu düşünmektedirler acaba?”
“Öyle düşünüp düşünmeyeceği kadın başıma benim anlayacağım bir şey değil ama herhalde böyle bir mana çıkartılamasa gerek. Bir şeyler yapmak istiyor ama yapamıyor belki de. Acı bir şey.”
“Fakat hocam sağlıklı ve bedenen herhangi bir rahatsızlığı yok gibi görünüyor, değil mi?”
“Sağlıklı birisidir. Herhangi bir rahatsızlığı yok.”
“Öyleyse acaba neden bir meşgalesi olamıyor?”
“Bilemezsiniz. Bu kadarını anlıyor olsaydım kendisi hakkında böyle endişe duyar mıydım? Anlaşılamadığından bu kadar acı veriyor ya.”
Hanımefendi gayet acıklı bir tarzda konuşuyordu. Fakat dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Dışarıdan bakıldığında ben daha kasvetli duruyordum. Ciddi bir yüz ifadesi takınıp sükût etmiştim. Derken hanımefendi sanki birden bir şey hatırlamışçasına tekrar konuşmaya başladı.
“Gençken öyle birisi değildi. Gençken tümden farklıydı. Sonra tamamen değişiverdi.”
“Genç derken ne kadar zaman öncesini kastediyorsunuz?”
“Öğrencilik yıllarını.”
“Öğrencilik yıllarından beri hocamla tanışıyor muydunuz?”
Birden hanımefendinin yüzü hafifçe kızardı.
12
Hanımefendi bir Tokyoluydu. Bunu vaktinde hem hocamdan hem de hanımefendinin kendisinden birkaç kere duymuştum. Hanımefendi “İşin doğrusu ben melez sayılırım,” demişti. Babası Tottori18 gibi bir yerden gelmesine karşın, annesi ta Edo19 zamanının İçigaya’sında20 doğduğundan, hanımefendi şakayla karışık böyle bir şey söylemişti. Bu arada hocamın memleketi tamamen başka bir yer, Niigata’ydı21. Bu sebeple şayet hanımefendinin hocamı talebelik yıllarından tanıdığını kabul edersek, bunun hemşerilikle alakalı bir şey olmadığı açıktı. Lakin yüzü hafifçe kızaran hanımefendi, bu konuda daha fazla konuşmak istemiyor gibi göründüğünden, ben de soru sormaya devam etmedim.
Hocamla karşılaşmamdan vefatına kadar hocamın birçok mesele karşısındaki düşünce ve hissiyatına tanıklık ettimse de kendisinden evlilik dönemine dair hemen hemen hiçbir şey duymak nasip olmadı. Kimi zaman bunu iyiye yorardım. Bir büyüğüm olarak benim gibi genç biriyle aşk hayatı hakkında konuşmaktan bilerek uzak durduğunu düşünüyordum. Kimi zaman da bunu kötüye yorduğum oluyordu. Hem hocam hem de hanımefendinin, eski neslin adabına göre yetiştiklerinden, öyle aşk meşk meselelerinde içlerini dürüstçe dökecek cesarete sahip olmamaları da muhtemeldi. Elbette bu iki düşüncem de varsayımdan öteye geçemiyordu. Kurguladığım her iki senaryoda da aralarında şaşaalı bir duygusallığın vuku bulduğu varsayımı hâkimdi.
Bu tahminimde yanılmış da sayılmazdım. Fakat ben bu aşkın sadece bir bölümünü hayal etmekten öteye gidememiştim. Hocamın güzel aşkının altında korkunç bir trajedi yatmaktaydı. Bu trajedinin hocama nasıl bir ıstırap verdiğinden hanımefendi bihaberdi. Hanımefendinin halen bu gerçekten haberi yok. Hocam bu sırrını, hanımefendiye açmadan mezara kadar götürdü. Hocam, hanımefendinin saadetini bozmadan önce kendi canına kıymış oldu.
Şimdilik bu trajedi hakkında bir şey söylememeyi yeğlerim. Bu trajediden doğan aşk hikâyeleri ise yukarıda ifade ettiklerimden ibarettir. Her ikisi de bana hemen hemen hiçbir şey söylemediler.
Hanımefendi mütevazılığından, hocam ise daha derin bir sebepten ötürü…
Ancak hafızamda yer etmiş bir olay var. Bir gün hocamla açan çiçekleri görmeye Ueno’ya22 gitmiştik. Orada birbirlerine çok yakışan güzel bir çift gördük. Kiraz çiçekleri altında sarmaş dolaş yürüyorlardı. Fırsat bu fırsat, çiçekleri bırakıp bu çifte yönelmiş birçok göz vardı etrafta.
Hocam, “Yeni evlenmiş olmalılar,” dedi.
Ben de, “Araları iyi gözüküyor değil mi?” dedim.
Hocam tebessüm bile etmemişti. Gidiş yönünü çifti görüş alanı dışında bırakacak bir tarafa çevirdi. Sonra bana sordu:
“Sen hiç âşık oldun mu?”
“Olmadım,” dedim.
“Âşık olmak istemez misin?”
Cevap vermedim.
“İstemeyecek değilsin, öyle ya!”
“Evet.”
“Az önce o kız ve erkeğe alaylı gözlerle baktın değil mi? Bu alaylı bakışların altında aşkı arzulamana rağmen, kendine bir eş bulamamanın verdiği huzursuzluk yatıyor olsa gerek.”
“Size öyle mi göründü?”
“Öyle göründü. Aşka doymuş birisinden daha yumuşak bir ses çıkar çünkü. Ama… Ama sen, aşk suçtur. Anlıyor musun?”
Birden şaşırıp kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim.
13
Kalabalığın ortasındaydık. Kalabalıkta herkes mutlu görünüyordu. Kalabalığı geçip de etrafta ne çiçek ne de insanın olduğu orman yerine varana kadar, bu konuyu tekrar açacak fırsat olmadı.
O anda birden “Aşk suç mudur?” diye sordum.
“Suçtur elbette,” derken hocamın ifade tarzı az önceki gibi sertti.
“Neden ki?”
“Nedenini anlarsın yakında. Yok, yok yakında değil, artık anlamış olmalısın. Senin gönlün uzun zamandır amansız bir aşk arayışında değil mi?”
Şöyle bir içimi yokladım. Lakin içim şaşılacak derecede boştu. Gönlümde yer eden hiçbir şey bulamadım.
“Gönlümün şudur diyebileceğim hiçbir maksudu yok. Bilirsiniz sizden hiçbir şey saklamam.”
“Asıl maksudu olmadığı için gönlün arayışta. ‘Maksudumu bulursam rahatlarım,’ diye gönlün hep arayışı arzuluyor.”
“Şimdilik içimde o tarz bir arayış yok.”
“Var olmalı ki bir tatminsizlik eseri olarak benim kapımı çaldınız.”
“Orası öyle olabilir belki. Ama bu, aşktan farklı bir şey.”
“Aşka giden basamaklardan biri. Karşı cinsle sarmaş dolaş olmadan önce hemcinsiniz olarak benim kapımı çaldınız.”
“Ben ikisinin tamamen birbirinden farklı şeyler olduğunu düşünüyorum.”
“Hayır, aynılar. Bir erkek olarak ne yapsam da sizi tatmin edecek değilim. Hem başka bir özel durum sebebiyle sizi hiç mi hiç tatmin edemem. Açıkçası size karşı bir acıma hissi duymaktayım. Tek çare benden uzaklaşmanızdır. Ben bilhassa bunu istirham ediyorum. Fakat…”
İçimi bir garip üzüntü kaplamıştı.
“Sizden ayrılmamı talep ediyorsanız çare yok, fakat bende öyle bir ruh hali hiç vaki olmadı.”
Hocam sözlerime kulak vermiyordu.
“Lakin dikkat etmek gerekir. Aşk suç olduğu için… Benim yanımda tatmin olamamanıza karşılık hâlihazırda herhangi bir tehlike de yok. Sen uzun siyah saçlarla sarmaş dolaş olmak nasıl bir duygudur bilir misin?”
Hayalen bilsem de gerçeğini bilemiyordum. Her hâlükârda hocamın suç dediği şey muğlaktı ve pek bir şey anlamamıştım. Üstelik keyfim de kaçmıştı.
“Hocam, lütfen suçtan ne kastettiğinizi daha açıkça ifade buyurun. Aksi takdirde rica ederim bu meseleyi burada kapatınız. Ta ki ben bizzat bu suç denen şeyin manasını tamamen idrak edene kadar.”
“Kötü bir şey yaptım. Sizinle samimice konuşma niyetindeydim. Ne var ki canınızı sıktım. Kötü bir şey yaptım.”
Hocamla birlikte müzenin23 arkasından Uguisudani24 yönünde sakin adımlarla yürüyorduk. Çitlerin arasından bakıldığında geniş bir bahçenin bir bölümünde yeşeren bambu yapraklarının sakince sıralandığı görülüyordu.
“Sen benim neden her ay Zōşigaya Mezarlığı’nda gömülü arkadaşımı ziyarete gittiğimi biliyor musun?”
Hocam bunu aniden sormuştu. Üstelik kendisi de benim bu soruyu cevaplayamayacağımın farkındaydı. Bir müddet karşılık vermedim.
Neden sonra hocam bir şeylerin farkına yeni varmış gibi şöyle dedi:
“Yine kötü bir şey yaptım. Canınızı sıkmanın kötü olduğunu düşünüp durumu izah etmeye kalkıştım. Fakat sonunda izahatla canınızı daha da sıkmış oldum. Ne yapsam faydasız. Bu meseleyi burada kapatalım. Her neyse, aşk günahtır tamam mı? Aynı zamanda kutsaldır da.
Hocamın dediklerinden hiçbir şey anlamaz olmuştum. Hocam da bir daha aşk mevzusunu ağzına almadı.
14
Gençliğimden olacak, tek bir şeye kafayı taktığım çok olurdu. En azından hocama öyle görünmekteymişim. Hocamın konuşmaları bana okuldaki derslerden daha faydalı geliyordu. Profesörlerin görüşlerinden ziyade, hocamın mütalaalarına müteşekkirdim. Kürsüye çıkıp bana hocalık eden o büyük insanlardan ziyade, yalnızlığını muhafaza edip çok laf etmeyen hocamın tutumu bana daha anlamlı ve yüce görünüyordu.
Hocam, “Bana teveccühte fazla ileri gitmeyiniz,” dedi.
“Muhtelif sebepler neticesinde böyle düşünmekteyim,” derken kendimden son derece emindim. Hocam, bu emin halime tenezzül etmemişti.
“Kendinizi ateşe kaptırmışsınız. Ateşiniz sönüverince, hiç iyi olmayacak. Hakkımda şimdi böyle düşünüyor olmanız bana acı veriyor. Bundan sonra sizde meydana gelmesi muhtemel değişiklikleri de tahayyül edince daha bir acı veriyor.”
“Beni o kadar sıradan mı görüyorsunuz? O kadar güvenilmez miyim ben?”
“Size acımaktayım.”
“‘Acıyorum ama güvenmiyorum,’ mu diyorsunuz?”
Hocam rahatsız olmuşçasına bahçe tarafına dönmüştü. O bahçede birkaç gün öncesine kadar gür kırmızı benekli çiçekleri açmış kamelyalardan eser kalmamıştı. Hocamın misafir odasından bu kamelya çiçeklerini sık sık seyre daldığı olurdu.
“Güvenmiyorum derken sadece seni kastetmiyorum. Ben tüm beşeriyete güvenmiyorum.”
O sırada çalı çitleri tarafında kırmızı balık satıcılarınınkine benzer bir ses duyuldu. Ondan başka da hiçbir ses gelmiyordu. Ana caddeden iki mahalle ötedeki bu ücra sokak pek bir sessizdi. Evin içi her zamanki gibi sakindi.
Hanımefendinin yan odada olduğunu biliyordum. Sessizce oya işi yapan hanımefendinin kulağına konuşmalarımızın gidebileceğinin de farkındaydım. Fakat o an bunları tamamen unutuvermiştim.
“Peki, hanımefendiye de mi güvenmiyorsunuz?” diye hocama sordum.
Hocamın yüzünde bir huzursuzluk ifadesi belirdi. Öylece net bir cevap vermekten kaçınıyordu.
“Ben bizzat kendime bile güvenmiyorum. Yani kendi kendime güvenmediğim için başkalarına da güvenmez oldum. Kendime lanet okumaktan başka çarem yok.”
“O kadar derin bir düşünceyle yeryüzünde adam gibi biri kalmazdı.”
“Hayır düşünmedim. Yaptım. Yaptığıma da şaşıp kaldım. Ardından da fevkalade korktum.”
Bu konuda biraz daha ileriye gitmek istiyordum. Derken fusumanın25 gölgesinden “Bey, bey!” diyen hanımefendinin sesi iki kez duyuldu. Hocam ikinci seferde, “Ne var?” dedi. Hanımefendi “Gelsene biraz,” diye hocamı yan odaya çağırdı. Aralarında ne geçtiğini bilemiyordum. Hocam olup biteni tahmin etmeme fırsat vermeyecek bir hızla misafir odasına geri döndü.
“Velhasıl bana çok güvenmeseniz iyi olur. Sonunda pişman olursunuz çünkü. Sonra da aldatılmanıza karşılık zalimce bir öç almaya kalkışırsınız.”
“Bu da ne anlama geliyor şimdi?”
“Vaktinde dizimin dibinde el pençe divan durdunuz; sonradan başımı ayaklarınız altına almak isteyeceksiniz. Ben yarınki hakaretinize uğramamak için bugünkü takdirinizden feragat etmeyi yeğliyorum. Şimdikinden katbekat çetin olacak gelecekteki yalnızlığıma dayanmak yerine, şimdiki yalnızlığıma katlanmayı tercih ediyorum. Özgürlük, bağımsızlık ve benlik dolu günümüz dünyasına doğmuş bizler bunun bedelini yalnızlığa kurban olarak ödemek zorundayız.”
Böyle bir görüşe sahip olan hocam karşısında diyecek söz bulamamıştım.
15
O günden sonra hanımefendinin yüzünü her görüşümde aklıma takılan bir şey vardı. Acaba hocam hanımefendiye karşı hep bu tavrı mı takınıyordu? Şayet öyleyse hanımefendi bundan memnun muydu?
Hanımefendinin halinden hoşnut mu yoksa rahatsız mı olduğuna karar vermek mümkün olmuyordu. Bu, kendisine pek o kadar yakın olma fırsatı bulamamamdan kaynaklanıyordu. Aynı zamanda kendisiyle görüştüğümüz zamanlarda normal bir tavır takınmasından ve son olarak da hocamın bulunmadığı bir ortamda hanımefendiyle hemen hemen hiç baş başa kalamamamızdan ileri geliyordu.
Bundan başka sorularım da vardı. Hocamın insanlığa dair bu algısı nereden geliyordu? Yoksa bu sadece eleştirel bir gözle kendini okuması ve modern dünyayı gözlemlemesinin bir sonucu muydu? Hocam oturup tefekkür etme eğiliminde bir insandı. Onun kafa yapısında birinin oturup toplum hakkında tefekkür etmesi akabinde doğal olarak böyle bir tutum mu ortaya çıkardı?
Bana hepten öyle gibi de gelmiyordu. Hocamın düşünceleri hayatın içinden geliyor gibiydi. Ateşte yandıktan sonra soğumaya yüz tutmuş bir taş ev iskeletinden farklıydı bu yönüyle. Gördüğüm kadarıyla hocam tam bir düşünürdü. Lakin bu düşünürlüğünden kaynaklanan felsefesinin temeli sağlam gerçeklerle bina edilmişe benziyordu. Başkalarının gerçekleri değil bizzat kendisinin tüm şiddetiyle acısını tattığı bir gerçek, kanını kaynatacak, nabzını durduracak bir gerçek yatıyordu işin altında.
Bu benim kendi sezgilerimle tahmin ettiğim bir şey değil. Bizzat hocam öyle olduğunu itiraf etmişti. Lakin bu itiraf üst üste yığılı bir bulut kümesi gibiydi. Dimağım aslı meçhul bir korku perdesiyle örtülmüştü. Neden korktuğumu ben de bilmiyordum. İtirafı belirsizdi. Buna rağmen açıkça sinirlerimi altüst etmişti.
Hocamın bu hayat görüşünün temelinde şiddetli bir aşk hikâyesi yattığı tahminini yürüttüm. Elbette hocam ve hanımefendi arasında geçmiş olan bir hikâye… Hocamın önceki “Aşk suçtur,” lafından yola çıkarsak bu oldukça iyi bir başlangıç noktası olabilirdi. Fakat hocam halen hanımefendiye âşık olduğunu bana itiraf etmişti. Yani ikisi arasındaki bir aşktan böyle karamsar bir sonuç çıkması mümkün görünmüyordu. Hocamın önceden dediği “Vaktinde dizimin dibinde el pençe divan durdunuz; sonradan başımı ayaklarınız altına almak isteyeceksiniz,” ifadesi, günümüzde sıradan biri hakkında söylenecek bir söz olmakla birlikte, hocam ve hanımefendiye yakışmayacak bir şeydi.
Zōşigaya’daki, kimin olduğunu bilemediğim mezar… Bu da ara sıra aklıma gelirdi. Hocamla bu mezar arasında köklü bir bağlantı olduğunu biliyordum. Hocamın yaşamına yakınlaşmakla beraber, kafasındaki yakınlaşamadığım hayatın bir parçası olan bu mezar benim kafamda da yer etmişti. Ancak benim için bu mezar, tamamen ölmüş bir şeydi. İki kişinin arasındaki hayat kapısını aralayan bir anahtar değildi. Daha çok özgürlükten alıkoyan kötü bir ruh gibiydi.
Derken hanımefendiyle karşılıklı görüşmemizi icap ettirecek başka bir fırsat doğdu. Günlerin kısalmak bilmediği, havanın soğuğunu herkese hissettiren bir güz mevsimiydi. Hocamın muhitinde üç dört gündür hırsızlık vakaları görülüyordu. Hepsi de akşamüstü meydana gelmişti. Önemli bir şeyini çaldıran bir hane yoktu ama hırsız her girdiği evden muhakkak bir şeyler götürüyordu. Hanımefendi tedirgindi. Üstüne hocamın bir akşam evden ayrılmasını gerektirecek bir işi çıkmıştı. Hemşerisi olup bir taşra hastanesinde çalışmakta olan bir arkadaşı Tokyo’ya geldiğinden, hocamın başka iki üç ahbabıyla birlikte bu arkadaşını yemeğe götürmesi gerekiyordu.
Hocam durumu anlatıp kendisi eve dönene kadar beklememi rica etti. Hemen kabul ettim.
16
Gittiğimde lambaların yeni yeni yakılacağı bir alacakaranlık vardı ki tedbiri elden bırakmayan hocam evden gideli çok olmuştu. “Geç kalmak olmaz deyip az önce çıktılar,” diyen hanımefendi beni kütüphane odasına buyur etti.
Kütüphanede masa ve sandalyeden başka birçok kitabın alımlıca yan yana dayalı sırtları, vitrin camından süzülen elektrik lambasının ışığıyla aydınlanıyordu. Hanımefendi hibaçinin26 önüne koyduğu mindere beni oturtup, “İsterseniz oradaki kitaplara göz atarak oyalanın,” diyerek odadan ayrıldı. Ev sahibinin gelmesini bekleyen bir ziyaretçiymişim hissine kapılıp sıkıldım. Öylece oturup sigara içmeye koyuldum.
Hanımefendinin ça no ma’da27 hizmetçi kıza bir şeyler dediği duyuluyordu. Kütüphane oturma odasının kenarıyla kesişen köşeye tekabül ettiğinden konumu itibarıyla misafir odasına nazaran daha sakindi. Bir an hanımefendinin sükûtuyla ortam sessizliğe büründü. Ben de hırsızı bekler bir edayla derin bir teyakkuz halinde etrafa göz kulak oldum.
Yarım saat kadar sonra hanımefendi, kütüphane girişinde tekrar belirdi. “Aaa!” deyip gözlerinde hafif bir şaşkınlık ifadesiyle bana baktı. Bir misafir gibi öylece resmi bir tavır takınmış halde duruşumu garipsemişlerdi.
“Biraz sıkılıyorsunuz herhalde.”
“Yok sıkılmıyorum.”
“Ama herhalde sıkıcı olsa gerek.”
“Yok, yok. Hırsız gelir mi endişesi sıkılmama imkân vermiyor.”
Hanımefendi elinde çay kâsesi olduğu halde gülerek orada dikiliyordu.
“Burası köşede kaldığından nöbetçilik için iyi bir konumda olmasa gerek,” dedim.
“O zaman bir zahmet biraz daha öne gelebilir misiniz? Sıkılmışsınızdır diye düşünüp çay koymuştum. Lütfederseniz oturma odasında ikram edeyim.”
Hanımefendinin peşi sıra kütüphaneden ayrıldım. Oturma odasında narin bir nagahibaçinin28 üstünde çaydanlık fokurduyordu. Hanımefendi bana çay ve şeker ikram etti. Kendisi “Uykum kaçar,” diyerek çaydan almamıştı.
“Galiba hocam ara sıra böyle meclislere iştirak ediyor gibi, değil mi?”
“Hayır, hemen hemen hiç gitmezler. Son zamanlarda insan yüzü görmekten iyice hoşlanmaz oldular.”
Hanımefendide bunları söylerken pek o kadar telaş ifadesi olmamasından cesaret aldım.
“O zaman sadece hanımefendi bir istisna mı oluyor?”
“Hayır, ben de nefret edilenlerdenim.”
“Bu doğru değil,” dedim.
“Bunun yalan olduğunu bildiğiniz halde böyle söylüyor olmalısınız.”
“Neden ki?”
“Bana kalırsa hanımefendiyi sevince âlemden nefret etmeye başladılar da ondan.”
“Tahsilli bir kişi olmanız itibarıyla boş varsayımlar uydurmakta epey iyi sayılırsınız. Buna ‘Âlemden nefret etmesiyle birlikte benden de nefret eder oldu,’ da diyemez miyiz aynı mantıkla?”
“İkisi de mümkün olmakla beraber bu durumda benim dediğim doğru.”
“Felsefe yapmayı da hiç sevmem. Gariptir ki erkekler pek iyi yapar. Öylece usanmadan boş sake kadehlerini değiştirip dururlar diye düşünürüm.”
Hanımefendinin sözleri biraz sertti. Ancak sözlerinin rahatsız ediciliği açısından bakılırsa, pek o kadar dehşet verici de denemezdi. Hanımefendi, kendisinin de akıl sahibi olduğunu karşısındakine tasdik ettirerek gururu dışa vuracak kadar modern biri değildi. Ondan ziyade derinlerde saklı bir kalbe daha fazla önem veriyor gibiydi.
17
Daha diyeceklerim vardı. Ancak hanımefendi tarafından şımarıkça mantık dalaşına giren bir erkek gibi algılanırsam iyi olmaz diye düşünüp kendimi tuttum. Hanımefendi içip bitirdiğim çay kupasının dibine gözlerini dikmiş olan beni rahat ettirmek istercesine, “Bir bardak daha alır mısınız?” dedi.
Hemen bardağı uzattım.
“Kaç tane olsun? Bir, iki?”
Garip bir aletle küp şekerleri alan hanımefendi, yüzüme bakarak çay kupasına atacağı şeker sayısını soruyordu. Hanımefendinin tavırları beni şımartır cinsten olmasa da az önce sarf ettiği sert sözlerinin şiddetini silmeye yetecek kadar nezaket içeriyordu.
Konuşmadan çayı içtim. İçip bitirince de konuşmadım.
Hanımefendi, “Derin bir sessizliğe bürünüverdiniz,” dedi.
“Bir şeyler demeye kalksam yine ‘Felsefe yapmaya başladınız,’ diye azarlayacak gibi duruyorsunuz da ondan,” diye karşılık verdim.
Hanımefendi bu sefer, “Yok daha neler,” dedi.
Bu vesileyle tekrar sohbete koyulduk. Derken mevzu döndü dolaştı yine ikimizin de ortak ilgi alanı olan hocama geldi.
“Hanımefendi, müsaade ediniz de az önceki sözlerime biraz daha devam edeyim. Hanımefendiye boş bir safsata gibi görünse de öyle havai şeyler söyleyecek değilim çünkü.”
“Buyurun o zaman.”
“Şimdi aniden kaybolsanız hocam hayatına şimdiki gibi devam edebilir mi?”
“Nereden bileyim yahu, siz de! Onu ancak hocanıza sorup öğrenebilirsiniz. Bana sorulacak soru mu bu şimdi?”
“Hanımefendi, ben ciddiyim. Lütfen kaçamak değil, samimi bir cevap verin.”
“Samimiyim. Hakikaten bilmiyorum.”
“Peki, hanımefendi hocamı ne kadar seviyorlar? Hocama değil size sorulması gereken bir soru olduğundan doğrudan size soruyorum.”
“Sormasanız olmuyor mu böyle şeyleri?”
“Böyle aşikâr bir meseleyi sormak bile abesle iştigal mi demek istiyorsunuz?”
“Bir bakıma.”
“Bu âna kadar hocama bağlı olan sizin ani bir yokluğunuzda, hocam ne yapar ki? Bu dünyadan hiçbir nasibi olmayan hocam sizin ani yokluğunuz sonrası ne yapar, ne eder? Hocamın gözünden değil de sizin gözünüzden… Sizin bakış açınızla, hocam bahtiyar mı olur mahzun mu olur?”
“O kadarı benim gözüme de aşikâr. O belki öyle düşünmüyordur ama hocanız benden ayrılırsa muhakkak üzülür. Belki de yaşayamaz bile. Yeri gelmişken, övünmek gibi olacak ama elimden geldiği kadarıyla kendisini mutlu ettiğime inanıyorum. Hiç kimse onu benim kadar mutlu edemez diye düşündüğüm bile oluyor. O yüzden içim böyle rahat ya.”
“Ben de bu sadakatin hocamın gönlüne kadar işlediğine inanıyorum o zaman.”
“Orası başka.”
“Yani hocam sizi sevmiyor mu demek istiyorsunuz?”
“Beni sevmediğini sanmam. Beni sevmemesini gerektirecek bir sebep yok. Ne var ki hoca bu alemi sevmiyor, biliyorsunuz. Dünyadan ziyade son zamanlarda insanlıktan nefret eder oldu ya, bu yüzden bu insanlığın içinde bir fert olarak beni de sevmesi beklenemez değil mi?”
Sonunda hanımefendinin sevilmemek derken neyi kastettiğinin idrakine varmıştım.
18
Hanımefendinin ferasetinden etkilenmiştim. Tavrının eski tarz Japon hanımlarınkine benzememesi de dikkatimi çeken hususlardan biriydi. Hanımefendi, o dönem revaçta olan yeni kelimelerin de hemen hiçbirini kullanmamıştı.
Ben, bir hanımla derin bir ilişki tecrübesinden yoksun, saf bir gençtim. Bir erkek olarak şahsen, karşı cinse yönelik bir içgüdüyle, kadını genellikle ihtirasın hedefi olarak hayal ederdim. Fakat bu özlenen bahar bulutlarını seyre dalan birinin ruh hali gibi boş bir hayalden öte bir şey değildi. O yüzden gerçek bir kadının önüne çıkınca hislerimin birden değiştiği olurdu ara sıra.
Karşıma çıkan kadının cazibesine kapılmak yerine, duruma göre garip bir ters tepki verme hissine kapılırdım. Hanımefendiye karşı hiç öyle hislerim olmadı. Normalde kadın ve erkek arasında mevcut olan zihniyet farkı düşüncesi de bende hiç oluşmamıştı. Hanımefendinin bir kadın olduğunu unutmuştum. Kendisini sadece hocamın dürüst bir eleştirmeni ve dert ortağı olarak görüyordum.
“Hanımefendi, size ‘Hocam neden biraz daha dünyevi alanda faal olmuyor?’ diye sorduğumda bir şeyler söylemiştiniz. Önceden öyle değildi diye.”
“Evet, söyledim. Gerçekten öyle değildi de ondan.”
“Nasıldı peki?”
“Sizin arzu ettiğiniz ve benim de arzu ettiğim gibi imrenilecek bir insandı.”
“Neden aniden değişiverdi o zaman?”
“Aniden değil, yavaş yavaş böyle olup çıktı.”
“Hanımefendi bu süreç boyunca hep hocamla birlikte miydiler?”
“Tabii ki birlikteydim. Karı kocayız zira.”
“O zaman hocamdaki değişikliğin sebebini tamamen biliyor olmalısınız, değil mi?”
“İşte orası sorun ya. Size bile böyle söyletmek acı veriyor lakin ne kadar düşünsem boşuna. Kendisine kaç kere ‘Hadi içini dök artık,’ diye yalvardım, bilmiyorum.”
“Hocam ne buyurdular?”
“‘Söyleyecek bir şey yok. Endişelenecek bir şey yok. Böyle mizaçta birisi oluverdim işte,’ demekle yetinip konuşmaya yanaşmıyor.”
Susmuştum. Hanımefendi de konuşmasını yarıda bıraktı. Odasında duran hizmetçi kızdan çıt çıkmıyordu. Hırsız meselesini tamamen unutmuştum.
“Benim bunda sorumluluğum olduğunu düşünüyor musunuz?” diye hanımefendi aniden sordu.
“Hayır,” diye cevapladım.
Hanımefendi, “Lütfen hiçbir şey saklamadan söyleyin. Sizi öyle düşündürmek, gönlümü parçalarcasına bir acı verir bana çünkü,” diye devam etti. “Hocanız için elimden gelenin hepsini yapmışımdır herhalde.”
“Bunu hocam da tasdikliyor olduğundan, burada sorun yok. Müsterih olunuz, sizi temin ederim.”
Hanımefendi maltızın küllerini eşeledi. Ardından sürahiden çaydanlığa su koydu. Çaydanlığın fokurtusu hemen diniverdi.
“Sonunda dayanamayıp kendisine sordum: ‘Bir kabahatim varsa çekinmeden söyleyin, düzeltebileceğim bir kusursa düzeltirim.’ O da, ‘Sizde ne kusuru olacak, kusur sadece bende,’ dedi. O öyle deyince de çaresiz ve gözüm yaşlı, ‘Ne kabahatim oldu?’ diye tekrar tekrar sorasım geliyordu.”
Hanımefendinin gözleri yaşlarla dolmuştu.
19
Hanımefendi önceleri gözümde ferasetli biriydi. Sohbetlerimiz devam ettikçe ise gözümde giderek farklı bir çehreye bürünüyordu. Hanımefendi bir yandan benim fikirlerimi sorgulamakla birlikte, bir yandan da kalbimi derinden etkilemeye başlamıştı. Hocam ile aralarında hiçbir fenalık olmamıştı. Olması için bir sebep de yokken, görünen o ki ortada bir şeyler vardı. Gözleri dört açıp iyice bakınca da görünürde hiçbir şey yoktu. Hanımefendinin canını sıkan da işte bu noktaydı.
Hanımefendi ilk önceleri, âleme karamsarca bakan hocamın nihayetinde kendisinden de nefret eder olduğu kanısına varmıştı. Bu tespiti yapmakla beraber, bundan tatmin olmuş da değildi. İşi irdeleyince, bu sefer bunun tam tersinin olabileceğini düşünmüştü. “Acaba kendisinden nefret etmenin neticesi olarak en sonunda bu âlemden tamamen soğumuş mu oldu?” diye bir tahmin yürütmüştü. Ne yapıp ettiyse bu varsayımları sonlandırıp gerçeğe dönüştürmeyi başaramıyordu. Hocamın davranışları her haliyle iyi bir kocanınkine denkti. İnce ruhlu ve nazikti. Şüpheler yumağını günbegün sevgisiyle bağrına basıp, gönlünün derinliklerine usul usul gömmüş olan hanımefendi, o akşam o yumağı benim önüme olduğu gibi açmıştı.