
Полная версия
Jane Austen'ın Hayatı
Jane’in cenazesine sadece onu “çok seven ve onunla gurur duyan” ailesi katıldı. Hatta görünüşe göre Jane’e olan sevgileri, onunla duydukları gururu bile aşıyordu. Ölüm haberi Annual Register’da yer almadı. Winchester Katedrali’nde, kuzey patikasının ortalarına yakın, siyah mermer kaplama bir mezara gömüldü. Katedrali gezdiren kilise görevlisi, bir keresinde bir ziyaretçiye “mezarının yeri birçok kişi tarafından sorulan bu kadınla ilgili önemli bir şeyin olup olmadığını” sormuştur. Eğer bu görevli, bahsi geçen soruyu Jane Austen’ın mezarını arayanlara sormayı akıl edebilseydi birçoğu en büyük İngiliz edebiyatçıları arasında yer alan, azımsanmayacak kadarını ise ünlü siyatçilerin oluşturduğu ziyaretçilerin saygılarını sunmak üzere bu mütevazı mezarı ziyarete geldiğini öğrenebilirdi. Belki de siyasetçiler, kendi dertlerini yumuşatmayı başaran Jane Austen’a edebiyatçılardan daha fazla minnet duymaktaydı.
Böylesine bir yaşamdan beklenebileceği gibi Jane Austen’ın dünya görüşü samimi ve naziktir; bunun yanı sıra, kinizmden de tamamen uzak olduğunu tekrarlıyoruz. Keskin gözlü ve alaycı bir gözlemci olarak sevilmeyi hak edeni sevmiş, insanlığın zaaflarıyla, kendini kandırma eğilimiyle ve sahte tavırlarıyla kendini eğlendirmiştir. Kabalığa karşı neredeyse titizlik seviyesinde sert bir tutumu vardır. Bu sert tutumu Akıl ve Tutku’daki Bayan Jennings’inki gibi iyi huylu bir kabalığa değil, aynı romandaki Bayan Steele’in ruhunun kötülüğü ve küstahlığının birleşiminden çıkan kabalığa karşı yönelmiştir.
Mektuplar, daha önce söylendiği gibi hem biyografik hem genel açıdan ilgi çekici değildir. Konuları tamamen olaysız geçen bir hayatın önemsiz detayları üzerinedir. Mektuplarda bahsedilen insanların tarihte mezar taşlarında yazan isimlerinden başka bir kaydı yoktur. Aslına bakılacak olursa editörün hazırladığı sos, yemeğin kendisinden daha iyidir. Madam de Sévigné ve Horace Walpole tüm sanatlarını mektuplarına aktarmıştır. Jane Austen ise mektuplarına sanatından küçücük bir parça bile yansıtmamıştır. Mektup yazma sanatının yalnızca yazılan kimseye sözlü olarak ne söylenmek isteniyorsa onun kâğıtta ifade edilen yanına ilgi duyduğunu söylemiştir. “Bu mektubun tümünde seninle mümkün olduğunca hızlı konuştum.” Mektuplarında hâkim olan hava neşeli, alaycı ve hatta enerjiktir; bunlardan, yazarın hayatından gayet memnun, sevecen biri olduğunu ve etrafındakilerin sevgisinden mutluluk duyduğunu görebiliyoruz. Partilerden, balolardan ve her türden sosyal eğlenceden çokça bahsetmiştir, hepsinde kalbi canlılıkla çarpmaktadır. Fakat aynı zamanda eleştiriden de kaçınmamıştır. Kimi zaman dokunuşları serttir. “Bay Price’ın Deane’de yaşamasına pek olanak tanımıyorum; umudunu annesinin yazdıklarının üzerine değil, kendi yazdıklarının etkisi üzerine kurduğunu düşünüyorum. Huysuz ve dar görüşlü bir kadını sevmediği kişilere minnet duymak zorunda bırakmaya ikna edebileceğini iddia eden o gözlerden çok daha iyisini yazmak zorunda.” “Earle ile eşi Portsmouth’ta herhangi bir hizmetçileri olmadan, olabildiğince münzevi bir hayat sürüyor. Kadıncağız bu şartlar altında evlilik yaptığına göre ne kadar da muazzam, içten ve hakiki bir aşk duyuyor olmalı.” “Bayan T. beklediğim kadar güzel değil; yüzü tıpkı kardeşininki gibi tüysüz, yüz hatları da pek güzel değil; çok allık sürmüştü ve sessiz, aptallığıyla halinden memnun bir görüntüsü vardı.” “Dorsetshire’da Bayan Portman’a pek hayranlık duyulmuyor; iyi huylu bu dünya, Bayan Portman’ın güzelliğini öyle abartmıştı ki herkes hayal kırıklığına uğrama mutluluğuna erişmiş oldu.” “Bir kütüphaneye üye olması önerilen Bayan Martin, bana üye olacağı kütüphanede sadece roman olmaması gerektiğini söyledi. Kendisi bu iddialı lafı, harika bir roman okuru olan ve bundan çekinmeyen ailemizi iğnelemek amacıyla etmiş olabilir; fakat bu sözlerin asıl muhattabı, kendisinin sahip olduğu üyelerin yüzde ellilik bölümüdür.” “Bayan … epey telaşlı bir gelin olmuş olmalı; öyle bir tören düzenlemiş ki alçakgönüllülükte yeni bir sayfa açarak arsızlığı tahmin edilemez boyutlara ulaştırmış. Muhtemelen aklındaki tek şey ilgi çekebilmekti. Bu, kuracağı ailenin kaderinin kötü olacağına işaret ediyor; hiç akıllıca davranmıyor.” Yazar, bu mektupların yazıldıkları kişi haricinde biri tarafından okunması fikrinden çok korkuyor, ancak yine de alaycılıktan vazgeçemiyordu. Yengesinin ölümü gibi üzüntü verici bir konu hakkında yazması gerektiğinde duygularının güçlü olduğu ortada, ancak ifade etme biçimi oldukça ölçülü.
Jane Austen duygusallığa düşmandı. Duygusallığa duyduğu antipati, çalışmalarının tümünde mevcuttur. Bu antipati, Jane’in romantizmle gündelik hayatta, yani Bayan Radcliffe’in eserlerinin ve bunlarla beslenen insanların romantizmiyle karşılaşmasından kaynaklanmıştır. Rousseau tarzı bir romantizmle karşılaşmış olsaydı ne düşünürdü bilmiyoruz. Jane’in karakterinin somut temeli sağduyuydu, mükemmelliyet anlayışı ise kitaplarında yer alan, duygusal olmasına karşın duygularını tamamen kontrol altına alabilen kadın karakterlerde kendini göstermektedir. Buna karşın Jane, pek azı kontrol altına alınmış olsa da içten duyguları sevilesi buluyordu. Akıl ve Tutku’daki Marianne’in yönetemediği duyguları onu budalalığa sürüklese de içtenlikle dolu olduğu için sempatik bir karakterdir. Duygularının yoğunluğu da Jane’in kız kardeşine duyduğu sevgiyle örtüşüyor. Gelgelelim Jane için sahte hislere geçit yoktur. Sahte hislere duyduğu tiksintiyi kimi zaman aşırılığa kaçarak göstermiştir. İkna’da Richard Musgrove, ölümüne dek ailesinin umursamadığı, umursuyormuş gibi dahi davranmadığı değersiz bir gençti. Yine de Jane, bir annenin oğlunu kaybetmesinden duyduğu hüznü dışavurmasını saçma buluyor olmasına karşın asla küçümsemez; diğer yandan, yaşarken pek saygı duyulmayan bir kişinin ölümünden sonra yasının tutulmasının samimiyetsiz olduğunu ya da genç bir adamın yaptığı hataların anısının erken ve acınası ölümüyle silinemeyeceğini söylemek acımasızlık olurdu.
Jane Austen, doğanın dilinden anlıyordu; kendisinin de bu yeteneğinden hiç ama hiç şüphesi yoktu. Lyme’ın manzarasını ışıl ışıl bir dille aktarmıştır. İngiltere’nin dışına hiç çıkmamış biri olarak böyle bir yargıda bulunması pek mümkün görünmemesine karşın tam bir İngiliz kasabası olarak betimlediği manzaradan bahsederken mest olmuştur. Deniz onu derinden etkiliyordu, “denizi görmeye kim layık olursa denize yeniden kavuştuğunda durup şöylece bir bakmalıdır,” demiştir. Ne var ki manzaraya hayranlık duymak “yalnızca bir jargon halini almıştır”, Jane ise bundan kaçınmıştır. Karakterlerinden biri aracılığıyla güzel manzaraları sevdiğini, fakat sevgisinin pitoresk ilkelere yönelmediğini; çarpık ve kuru olanlardansa uzun ve canlı ağaçları, harabe kulübelerdense muntazam olanları, gözetleme kulelerindense sıcak çiftlik evlerini ve dünyanın en iyi haydutlarındansa mutlu ve düzenli köylüleri sevdiğini söylemiştir.
Söylenenlere göre Jane Austen ılımlı muhafazakârdı. Fikirleri ne olursa olsun ılımlı oldukları kesindi. Fransız Devrimi’y-le aynı dönemde, devletin resmen tanıdığı kilisede iki ayrı makama sahip bir rahibin kızı ılımlı muhafazakâr olmasaydı bu onun olağandışı özgür bir zihne sahip olduğunu gösterirdi. Jane’in Godwin Ekolü’ne bağlı bir radikal olmadığı kesin, çünkü tanıştığı bir adamdan “Bir Godwin müridinin olabileceği kadar rezil biriydi,” şeklinde bahsetmiştir. Buna karşın romanlarında siyasetten eser yoktur. Austen’ın Amerikan kolonilerinin ayaklanmasıyla başlayan, Napolyon’un düşüşüyle sonlanan yaşamının büyük devrimlere sahne olan bir döneme denk düştüğü göz önüne alınacak olursa gerek kitaplarında gerek romanlarında tüm bu tarihi olaylara bu denli az göndermede bulunmuş olması şaşırtıcıdır. Fransız göçmenlerine dair bir iki göndermede bulunmuş; ancak onunla aynı çatı altında yaşayan, eşi giyotinle idam edilmiş bir kuzeni olmasına rağmen Fransız Devrimi’nden hiç bahsetmemiştir. Trafalgar Savaşı’na ve Mısır seferine değinmiş; Mektuplar’da İngiliz ordusunun Corunna’dan geri çekilmesine ve Sör John Moore’un ölümüne göndermede bulunmuştur ancak bu konulara ilgisi yok denecek kadar azdır, duygusallıktan ise eser yoktur. Jane, Southey’in Nelson’ın Hayatı isimli kitabını, içinde kardeşi Frank’e dair bir şey olup olmadığını görmek için okuyacağını ifade etmiştir. Seferler ve ganimet ele geçirmek hakkında çok şey söylemiştir. Ne var ki seferlerden sanki sıradan bir işmiş gibi sakinlikle bahsetmiş;
ganimet ele geçirmeyi ise evlenmek isteyen bahriyeli beyefendilere servet, Jane Austen ve Mansfield Park’taki Fanny Price gibi bahriyeli kardeşi olan genç hanımlara sarı yakut yüzükler ve altın haçlar kazandıran bir şey olarak ele almıştır. Trafalgar Savaşı’yla birlikte Fransız istilası tehlikesi sona ermişti. İngiltere kırsalının neredeyse tümü muhafazakâr sosyetesi, tıpkı bir kasırganın rüzgârsız merkezinde yer alıyormuşçasına, Avrupa’yı sarsan fırtınanın ortasında kendi halinde sakinliğin tadını çıkarıyordu. Sör Thomas Bertram, devrim ateşinin kendi ülkesine sıçrama ihtimali üzerine ciddiyetle kafa yormamıştı. Dr. Grant’in tek korkusu, Akıl Tanrıçası’nın kilisenin yerini alması ya da sahip olduğu yaşamı elinden alması değil, akşam yemeğinde masada yeşil kaz servis edilmemesiydi.
İki kardeşi bahriyeli olan Jane, donanmaya karşı büyük ilgi göstermiştir; mesleği iyi tanımış, Mansfield Park ve İkna’da donanmaya dair bilgilerinden büyük ölçüde yararlanmıştır; mesleğin koşulları, işleyişi, dedikoduları ve argosu hakkında bilgi sahibiydi; kayırma ve mesleği kötüye kullanımın yaygın olduğu dönemin donanmasındaki sorunlardan bahsetmiştir. Bu konuda biraz radikaldir. İkna’da Yüzbaşı Wentworth’ün ağzından, “Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, birkaç yüz adamı, kullanılamayacak durumdaki bir gemiyle denize açılmaya göndererek kendini eğlendiriyor; ancak bakımlarını üstlenmesi gereken çok daha fazlası var ve en bariz rüzgârın yönünü saptayamadığı için dibi boylayabilecek binlercesi bulunuyor,” demiştir. İkna’nın bu soğuk sayfalarında denizcinin karakteri ve onu kötüleyenlere karşı kendini savunması üzerine yazılan övgüden daha sıcak bir bölüm yoktur. Ancak Mansfield Park’ta Yüzbaşı Price ve ailesinin tasvirine bakacak olursak Jane’in taraflılığının deniz piyadelerini kapsadığını söyleyemeyiz. Southampton’da yaşarken Portsmouth’a gidip denizcilerin karadaki hayatını gözlemlediği şüphe götürmez.
Genel eğilimlerine bakacak olursak Jane açıkça muhafazakârdı. Eskiyle yeniyi her mukayese edişinde eskiye daha sıcak baktığını görebilirsiniz. Kelime kullanımındaki yeniliklere titizlikle karşı çıkmıştır. Emma’daki Bayan Goddard’ın okuluyla tipik bir örneği verilen eski usul kadın eğitim sistemini seviyordu.
Bayan Goddard bir okul müdiresiydi; ancak uzun cümleler ya da rafine saçmalıklar dile getiren, yeni sistemler ve ilkeleri temele alarak liberal kazanımlarla zarif ahlak kurallarını birleştiren; genç hanımların sağlık ve güzelliğini kaybetme pahasına inanılmaz miktarlar ödediği dini bir okul veya kuruluşun değil, gerçek, dürüst, eski sistemde, makul bir başarı seviyesinin makul bir fiyatla verildiği bir yatılı okulun müdiresiydi. Genç kızlar buraya ayak altında durmamaları için gönderilebilir, bir dahi olarak geri dönme tehlikesine düşmeden hafif bir eğitimden geçebilirlerdi. Bayan Goddard’ın okulu haklı olarak iyi bir üne sahipti, High-bury sağlıklı bir yer olarak görülüyordu; Bayan Goddard’ın geniş bir evi ve bahçesi vardı, çocuklara bol bol sağlıklı yemekler veriyordu, yazları doyasıya koşmalarına izin verip kışları soğuktan kızaran ellerini kendi elleriyle ısıtıyordu. Şimdilerde kiliseye giderken onu takip eden, yirmi genç çiftten oluşan bir kafilenin bulunuyor olmasına şaşırmamalı.6
Belki de Jane’in ablasıyla birlikte Reading’te gittiği okul da böyle bir okuldu. Jane, okula gitmek için çok küçük olsa da ablasından ayrılamadığı için onunla gitmişti.
Diğer yandan, Emma’da baskı gören mürebbiyelere duyulan içten sempatiyi seziyoruz. Emma’da mürebbiyelerin reklamını yapan ofisler “insanın bedeni yerine, zekâsını satışa çıkaran ofisler” olarak damgalanmıştır. Bu ticaret, kurbanlarının çektiği acılardan ziyade bunun sürdürülmesini sağlayanların acı-nasılığı yönünden köle ticaretine benzetilmiştir. Belki de aynı hikâyedeki Bayan Taylor karakteri, mürebbiye sınıfına daha iyi muamele edilmesi ve değer verilmesi yönünde bir çağrı olarak yorumlanabilir. Jane Austen’ın yazılarında “kadınların ayaklanması”na dair başka bir gönderme yoktur. Mary Godwin’in öğretileri, babasının Steventon papaz evi veya Chawton Çiftliği’ne vaaz ettiği öğretilerinden daha etkili olamamıştır.
Jane Austen kendi dönemine, ya da en azından kendi döneminin belli bir zümresine ayna tutmuştur; bu dönem, içinde yaşadığımız dönemin birkaç nesil öncesine denk düşmektedir. Yazılarındaki yüzyılın başlarındaki gelenekler ile alışkanlıkları anlatan küçük dokunuşlardan, yüzyılın getirdiği keşif ve gelişim heyecanının başlangıcından bunu hissediyoruz. Bu yazılarda tren yolları ve Lucifer kibritleri7 yok. Somersetshire’den Londra’ya gitmek, aşkın veya acının kanatlarında uçuyor olsanız bile iki gün sürüyor. Mumunu üfleyen genç bir kadın, yatağına karanlıkta gitmek zorunda. Gecenin saatlerini nöbetçiler bildiriyor. Nüfuzlu kimseler uşaklarıyla birlikte, arabacıları peruk takan dört atlı faytonlarıyla seyahat ediyor. İnsanlar saat beşte akşam yemeği yiyor ve bizim gibi akşamı zekâ dolu sohbetlerle geçirmektense entelektüellikten uzak eşli ya da eşsiz iskambil oyunlarıyla geçiriyor. Hayat coşkulu ya da hareketli değil; daha sessiz bir biçimde evlerde geçiriliyor. Sakinlikten ya da en azından arada sırada günümüzün stresi ve karmaşasının tezatını görmekten keyif alıyorsanız, yüzyıl öncesinin İngiltere taşrasında yer alan küçük bir kasabanın ya da kırsal mahallelerin sakinliğini bu hikâyelerde bulabilirsiniz.
Kronolojik açıdan, Jane Austen’ın döneminden bir yazar, bizimle Fielding neslinin tam ortasında kalmaktadır. Gelgelelim bir rahibin kızı ve bir kadın olmasına karşın Bayan Aphra Behn veya Bayan Manley gibi erken dönem kadın romancılardan çok daha farklı bir karaktere sahip olan Jane ve onun çağdaşları, biraz Wesley ve ilk Protestanlar gibi dini reformcuların, biraz saray eşrafının değişen karakterinin, büyük oranda da Fransız Devrimi’nin İngiltere toplumunda yarattığı ahlaki ve dini tepkinin etkisi altında yazmaktaydılar. Jane’in döneminde Tristram Shandy hoş görülemez, böyle bir eserin yazarının piskoposluk yapma şansı çok daha az olurdu. Trist-ram Shandy’nin yazarı döneminin en büyük yazarlarından biri olarak, geniş bir hayat tecrübesine sahip olmasına karşın bir İskoç viskisinin verdiği yanma hissi kadar saftı. Jane Austen’ın yazılarında dönemin yavanlığının silik bir izi mevcuttur. Jack Thorpe ve Yüzbaşı Price’ın ağzından bir dizi yemin yazmıştır. Jane iki karakterin de yavan ve nefret uyandırıcı olmasını amaçlamıştır; ancak bizim dönemimizde Jane Austen’ın dengi yazarlar pek de yemin kaleme almazlar. Ayrıca düello yapmanın da eskimediğini görüyoruz. “Elinor bu düellonun gerekli olduğunun düşünülmesi üzerine iç geçirdi, ancak bir erkeği ve askeri bu yüzden eleştirmemeye karar verdi.” Bu, bir papaz evinde yazılmıştı.
Jane Austen, kadın erkek ilişkileri ve özellikle kadınların evliliğe bakış açılarıyla ilgili konuşurken incelik arayışında bulunmakla itham edildiğinde onun kendi dönemine ayna tuttuğu hatırlanmalıdır. Bu dönemde kadınlar, mutlu bir evliliğin kaderlerinde olabilecek en iyi şey olduğunu düşünüyordu. Mutlu bir evliliği hem kendileri hem de kızları için istiyorlardı. Henüz farklı anlayışlarla tanışmamışlardı; bir meslek sahibi olmayı ya da sosyal bir yaşam sürdürmeyi düşünmüyorlardı. Anneliğin, kadınlığın zirvesi ve en önemli görevi olmadığının da henüz farkında değillerdi. Hedeflerini kendilerine ve birbirlerine bugün uygunsuz kaçacak derecede dürüstlükle itiraf ettikleri açıktır. Daha dünyevi hırsları olan kadınlar evlilikte nüfuz ve servet hedefler, bunu başardıklarında ise herkese ilan ederlerdi; bugünse kimse böyle bir şeyi uluorta beyan etmez. Bu konular üzerine dedikodu yapmak, duyumlar aktarmak daha yaygın ve bugüne kıyasla daha kabaydı. Doğal olarak da bunlar Jane Austen’ın karakterlerinin ait olduğu, varlıklı ve işsiz zümrenin eğlencesinin büyük bölümünü oluşturuyordu. Jane Austen yalnızca dramatik gerçekliği gözetmiştir. Aynı zamanda sıklıkla ironik yaklaşımlar sergilemiştir; ironiye duyduğu sevgi zihninin bir özelliğidir, bu yüzden müsamaha gösterilmelidir. Jane, görücü usulünü veya koca avına çıkmayı onaylamıyordu. Akıl ve Tutku’daki Bayan Jennings muazzam bir çöpçatandır ve aynı zamanda tam bir bayağılık timsalidir. Mansfield Park’ta Bayan Morris’in çöpçatanlığı çok vahim sonuçlar doğurmuştur. Gurur ve Önyargı’daki Charlotte Lucas, iyi gelirli bir eş aradığını çekinmeden beyan etmiştir. Sonunda aradığını bulmuştur, ancak ilerleyen bölümlerde bu dileğinin ona pahalıya patladığını görürüz.
Parayla ilgili sorulara gelecek olursak, Jane tümüyle objektifti. Mutluluk için bir miktar paranın gerekli olduğunu itiraf etmiştir, ancak yeterli miktarda sahip olunan bir şeyin daha fazlasını isteyenleri paylamıştır. Para için evlenmeye karşı olduğu apaçık ortadır; Akıl ve Tutku’daki Willoughby ile İkna’daki William Elliot’ın durumlarında bunu açıkça ayıplamıştır. Anılan hikâyelerin ilkinde birbirine bağlanmış iki insanın sadece para nedeniyle ayrılmasına karşı durmuş, diğerinde ise aynı nedenle nişan atılmasının acı sonuçlarını yazmıştır. Erkeklerin kadınlara, geldikleri evlerden daha rahat bir yaşam sunmayı; kadınların da geldikleri evlerden daha rahat bir yaşama sahip olmayı isteyebileceklerini söylemiştir. Fakat burada aşka ihanet söz konusu değildir. Jane objektifti, hatta görünüşe bakılırsa Shakespeare de öyleydi. Ne de olsa romantik ve duygusal romanların kadın karakterlerinin hikâyeleri nadiren fakirlikle sonlanır; genellikle varlıklı, genç bir centilmenle evlenirler. Jane’in altı kadın kahramanından üçü orta gelirli din adamlarıyla mutlu olmuştur. Biri, maaşı ve elde ettiği ganimetlerden başka serveti olmayan bir deniz subayıyla evlenmiştir. Bir diğeri, daha büyük beklentilere sahip olmasına karşın kalbini kazanan orta halli mülk sahibi bir adamla evlenmiştir. Altıncısıysa yüksek bir aileden gelen, sosyal açıdan nüfuzlu, muhteşem bir malikâne ve muazzam mülklere sahip yaşlı bir adamı reddederek zengin bir hayatı elinin tersiyle itmişti. Tüm bunlara, günümüzün karşılıksız aşklarını düşündüğümüzde bile kadın kalbinin servete kanması denemez. Kadın karakterlerin yalnızca aşkla hareket ettiği birden çok durumda anlatılmıştır. Mansfield Park’taki Fanny “Kadının aşkındaki coşku, yazarınkinden bile büyüktür. Kadın için sevdiği adamın elyazısı bile, yazdıklarından bağımsız olarak, bir mutluluk kaynağıdır,” demiştir.
Sör Robert Harry Inglis, Jane Austen’a derinden hayranlık duysa da, Jane’den bahsederken dine referans vermemesine hayıflanmadan edememiştir. Belki de Bayan Barbauld veya Hannah More modasından sonra Jane’in de dinden bahsetmesini istiyordu. Oysa dinden bütünüyle bahsedilmediğini söyleyemeyiz. Mansfield Park’ta iki genç kızın, dini inançlarının teoriyle birlikte pratiğe dökülmesini sağlamak için onları yetiştirenlerin ihmalinden dolayı mahvolduğu söylenmiştir. Diğer bir hikâyede bir âşığın pazar günleri gezmeye çıkma alışkanlığı olduğu için reddedildiği iddia edilmiştir. Gelgelelim o dönemde, Piskopos Porteus veya Simeon’un çevresi gibi özel çevreler hariç, duyguları ne olursa olsun soylular din hakkında konuşmazdı. Bunun nedeni temelde kayıtsızlıktı; ancak bir ölçüde dine duyulan saygı da bunda etkiliydi. Oldukça dindar bir karaktere sahip Johnson’ın dini bütünlüğünden şüphe edilemez; buna karşın Johnson pek dinden bahsetmezdi, çalışmalarında da dinden bahsettiğini görmüyoruz. Jane Austen’ın vefatında dindar olduğunu biliyoruz, dolayısıyla yaşarken de dindar olduğuna veya görev bilincinin temelinde dinin yer aldığına şüphe yok. Diğer her şeyde olduğu gibi din konusunda da ılımlı ve coşkusuzdu. Ateşli Blair’dansa ılımlı bir vaiz tarzını tercih ettiğini bizlere göstermiştir. Bunun, ruhani veya edebi zevki hakkında övülmeye değer bir şey olmadığı düşünülebilir. Bir zamanlar çok ünlü olan Blair, artık alay konusu haline gelmiştir. Kullandığı retorik sanatların bazen dayanılmaz bir hal aldığı doğrudur. Fakat Blair’ı okuyacak sabrı olanlar, popülerliğinin bir nedene dayandığını görecektir. Ahlak anlayışı sağlam, hayat ve görev anlayışları akla yatkındır; dünyevi insanların ulaşabileceği bir dindar insan ideali oluşturmuştur. Johnson, İskoç bir Presbiteryen olmasına rağmen Blair’den saygıyla söz etmiştir.
Bugüne kıyasla geçmişte kilise adına çalışmak için uyulması gereken standartlar düşüktü. Metodizmle uykusundan uyanır gibi olsa da devlet tarafından resmen tanınan kilisenin siyasi muhaliflik ile rasyonalizmin demokrasiyle birlikte yükselişiyle canlılık kazandığı söylenemez. Rahiplerin pazar ayinlerini yerine getirmeleri, insanları evlendirip cenazelerini gömmeleri ve muhtemelen yoksullara yardım edip öğüt vermeleri yeterli görülürdü. Görev yerinde ikamet etmemek ve birden fazla görevi aynı anda yürütmek o günlerde yaygındı ve genel kanı buna izin veriyordu. Kilise görevleri herhangi bir tür mülk gibi görülüyor, çekinmeden açıkça alınıp satılıyor, genellikle de ailenin en küçük oğlunun gelir kaynağı olarak görülüyordu. Diğer konularda olduğu gibi burada da Jane Austen’ın romanları, yaşadığı küçük dünyayı sadakatla yansıtıyor. Bir kilise görevini üstlenen adamın, görevini küçük oğluna bıraktığında, onun baba evinde kalmaya devam edip haftada bir atına binerek görev yerini ziyaret etmesindense görev yerinde bulunan papaz evinde ikamet etmesi konusunda ısrarını yansıtan Jane yaşının ilerisinde olduğunu göstermiştir. Jane, kendi babasını kınamadan birden çok görevi üstlenmeyi reddedemezdi. Babasının, birbirine yakın olsa da, iki görev bölgesi vardı. Din adamlarının yaptığı işin sosyal önemine, dünyevi ve hırslı bir kadının bir din adamıyla evlenmeyi istememesi üzerinden vurgu yapıyor, aynı zamanda hatiplik yeteneğine övgüde bulunuyordu. Bay Collins karakteriyle dini dalkavukluğu alaya alması, din adamlarına nefret duyduğunu değil, mesleğe leke süren dalkavuk din adamlarına gülüp geçmeyi dilediğini gösteriyor. Garip olmakla birlikte, Bay Collins bile sadece içten bir karakter olarak betimlenmiştir. Romancılar da dine en ölümcül darbeleri ikiyüzlü dindarları resmederek vurmuşlardır.
Sör Robert Inglis, Jane Austen’ının ahlaki görüşlerinin saflığına ya da ahlaki yargılarının ve karakter ölçütlerinin sağlamlığına karşı çıkmazdı. Jane, Bulwer’ın yaptığı gibi ahlaki kurallarla oynayarak duygusallığı öne çıkarma fikrinden çok uzaktı. Yapmacıklığı sıklıkla alaya alıyor ve kendini aldatmayı su yüzüne çıkarıyor; bazen, özellikle de gençliğinin verdiği toylukla küçümsemeye varan şeyler söylüyorsa da asla insanları gerçekten küçümseyen biri olmamış ve asla erdemliliğine duyduğumuz inancı sarsmamıştır. Jane, görevi farklı bir tarzda anlatsa da, sevgi ve şefkat döngüsü Wordsworth’ün Kaside
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
(İng.) Novel of manners. Bir döneme ait ahlaki kuralları ve yaşama tarzını açıklayan roman türüdür. Türk edebiyatındaki “töre romanı”na benzer. (e.n.)
2
Jane Austen’ın diğer İngiliz romancılarıyla kronolojik ilişkisi kitabın sonunda yer almaktadır.
3
İkna, Çev: Serim As Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013, s. 25-26.
4
Giysi ve başlık yapımında kullanılan oldukça ince bir kumaş türü. (e.n.)
5
Bu kanepe, Chawton’daki evinde bulunan değil, Winchester’da konakladıkları yerde bulunan kanepedir.
6
Emma, Çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 2013.
7
1800’lerde satılan bir kibritin markası. (e.n.)