
Полная версия
Jane Austen'ın Hayatı
Dünya, en parlak zihinleri büyüleyen bu kitapları nasıl kazandı? Jane’in babası Gurur ve Önyargı’yı bir yayımcıya teklif etmişti. Teklifi, postayla reddedilmişti. Yayımcının kitabın taslağını baştan sona okumaması kendi kaybı olmuştur. Northanger Manastırı 1803 yılında Bath’taki bir yayınevine 10 pound karşılığında satılmıştır. Yayımcı, kitabı inceledikten sonra bunun öylesine umut vaat etmeyen bir metin olduğunu düşünmüştür ki taslağı yıllarca çekmecesinde bekletmiştir. Sonunda, kitabı başlangıçta verdiği para miktarına memnuniyetle geri satmıştır.
Böylesine romanlar yazabilen Jane, yazdıklarının değerinin farkında olmalıydı. Umutsuz bir şekilde görmezden gelindiği yıllar acınasıydı. Ancak hayal kırıklığıyla morali bozulmamış, hayat görüşüne gölge düşmemiştir; ne romanlarında ne de mektuplarında yaşadığı hayal kırıklığına yer vermiştir. Tüm bunlar yaşanırken o kendi elleriyle ürettiklerinden keyif almaktaydı. Hayal gücüyle yarattığı karakterleri sanki gerçek bireylermiş gibi seviyordu. Resim galerilerini dolaşarak ana karakterlerinin portrelerini arıyor, karakterlerinin arasında yaşıyormuş gibi onlar hakkında küçük gizli bilgiler veriyordu. Yeğenlerine Anne Steele’in doktoru elde etmeyi asla başaramadığını, Kitty Bennet’ın Pemberley yakınlarında bir rahiple mutlu bir evlilik yaptığını, Mary’nin elineyse amcası Philip’in rahiplerinden daha değerli bir şeyin geçmediğini ve Meryton sosyetesinin yıldızı olarak görülmekten memnuniyet duyduğunu, Bay Norris’in William Price’a verdiği “hatrı sayılır miktar”ın 1 pound olduğunu, Frank Churchill’in Jane Fairfax’e verdiği, Jane’in okumadan bir kenara attığı mektuplarda Frank’in “affet” sözcüğünü kullandığını söylemiştir. Gurur ve Önyargı’daki Elizabeth’in albenisini sanki onunla sosyetede tanışmışçasına hissetmiştir. Tatmin edicilikten uzak miktarda kazandığı paranın veya hasadını bir hayli bereketsiz kaldırdığı şöhretin arzusuyla yazmıyordu; sahip olduğu yeteneklerin farkındalığı, bunları kullanmanın verdiği haz; kendini, ailesini ve belki de başkalarını eğlendirme isteği, karakterlere ve hayata duyduğu içten ilgi sayesinde yazıyordu. Dâhilerin para için yazmış oldukları eserlere de sırf bu yüzden kötü denemez; Shakespeare para için yazmıştır, Scott da öyle, ancak kusursuz bir doğallıkla, kâr amacı gütmeden üretmenin de bir çekiciliği vardır. Bu tarz eserlerin içi doldurulmuş, baştan savma kitaplar olmayacağından emin olabilirsiniz; Jane Austen’ın kitaplarında bu özelliklerin ikisi de yoktur.
Jane roman yazmaktan keyif alıyor olsa da hayatı bundan ibaret değildi. Hem bir aile hayatı hem de bundan bağımsız bir sosyal hayatı vardı. İkisi de eğlenceliydi, ikisi için de yapılması gereken şeyler vardı. Mektupları buna yeterince kanıt sağlamaktadır. İnsanlar onun bir yazar olduğunu bilmeksizin Jane’i düzenli olarak görüyorlardı. Yazmak için kendini bir odaya kapatmadığı, çeşitli dikkat dağıtıcı etkenleri içinde barındıran aile ortamında yazdığı aktarılmıştır. Muhtemelen daha önce zihninde kurduklarını yazıya dökmekteydi, böylece Scott’ın şiir yazışında açıkça görülen sürat, Austen’ın yazış tarzı için de geçerli olmaktadır. Söylenenlere göre üstlendiği her şeyde çok iyiydi. Annesi ev işlerinde çok iyi olduğunu söylüyordu. Hem basit hem de süslemeli dikiş nakışta birinci sınıf iş çıkarıyordu. Yengelerinden biri için yaptığı “ev hanımı” işlemesi de mükemmellik açısından diğer çalışmalarından aşağı kalmıyor, sanki bir peri kızının getirdiği armağanlara benziyordu. Jane’in bu işler için çok zaman harcadığı söylenmektedir. Konuşmayı en sevdiği konulardan biri bazen kendileri bazen de yoksullar için arkadaşlarıyla yaptıkları kıyafetlerdi. El yazısı oldukça okunaklıdır, harflerin şekilleri mükemmeldir; güçlüdür, ancak erkeksi değildir.
Zaman geçtikçe Jane’in ilgisi yeğenlerine de yönelmeye başladı. Çocuklar da Jane’e karşı koyamıyorlardı. Yeğenlerinden biri, “Çok küçük bir kızken daima Jane halama sessizce yaklaşır, evin hem içinde hem dışında elimden geldiği sürece onu takip ederdim. Annemin bana halamı rahatsız etmemi gizlice söylediğini anımsamıyor olsam belki de bunu hatırlamazdım. Çocukları ilk etkileyen yanı davranışlarındaki sevecenlikti. Sevgisini gösterirdi, siz de onu sevdiğinizi hissederdiniz. Şu an hatırlayabildiğim kadarıyla bunlar, Jane’in zekâsından etkilenecek yaşa gelene dek hissettiklerimdi. Fakat çok geçmeden şakacı konuşmalarından keyif almaya başladım. Çocuklar için her şeyi eğlenceli hale getirebiliyordu. Daha sonraları, biraz daha büyüdüğümde, kuzenlerim de bu eğlenceyi paylaşmaya geldiğinde bize çok güzel hikâyeler anlatacaktı. Bu hikâyeler genellikle periler ülkesi ve periler hakkındaydı; hikâyenin bütün kahramanları ise ona aitti. Şundan kesinlikle eminim, hikâyeyi o an uyduruyordu; eğer şartlar uygun olursa iki ya da üç gün boyunca hikâyeye devam ediyordu.” Yeğenlerden bir diğeri de bu görüşleri destekleyerek Jane’in “uzun, anlık hikâyelerinin” verdiği keyfi özellikle vurgulamıştır.
1801 senesinde, Jane yirmi beş yaşındayken, yaşlanmakta olan babası dini görevlerini ailenin ikinci büyüğü olan oğluna devretmiştir. Ardından, o zamanlar emekli rahiplerin ve birtakım zengin, gösterişli kadınların gözbebeği Bath’a taşınmıştır. Bu yüzden Jane, hikâye kurgularına serpiştirdiği Steventon’a, gençliğinin geçtiği yerlere, taraçalı eski bahçeye ve hikâyelerini oluştururken dolanıp durduğu, kır çiçekleriyle ışıldayan yeşil patikalara veda etmek zorunda kalmıştı. Akıl ve Tutku’da Marianne, taşınmasından bir akşam önce evinin önünde yalnız başına dolaşırken “Sevgili, çok sevgili Norland; seni düşündükçe hüzünlenmeyi ne zaman bırakacağım? Başka bir yerde kendimi evimde hissetmeyi ne zaman öğreneceğim? Ah! Benim mutlu evim, seni belki bir daha hiç görmeyeceğimi düşünerek buradan izliyor olmanın verdiği acıyı anlar mısın ki? Peki ya siz, yaprak yaprak tanıdığım ağaçlar! Ama siz, aynı kalmaya devam edeceksiniz. Ayrılığımız nedeniyle yapraklarınız sararmayacak, artık sizi seyredemeyeceğimiz için tek bir dal bile kurumamazlık etmeyecek! Hayır, siz hep aynı kalacaksınız; verdiğiniz keyiften veya hüzünden haberiniz olmayacak, gölgeniz altında yürüyenlerin değişiminden bihaber kalacaksınız! Ama sizden keyif alacak kim kalacak geride?” demiştir. Belki de Jane Austen, Steventon’daki son gecesinde böyle hissetmiştir.
Bath, Jane’in gözlemleyebileceği daha büyük bir dünya sunmuştu; Beau Nash ruhunun etkisinin sürdüğü sosyete, o günlerde birliğini koruyup her akşam kabul salonlarında buluştuğu için gözlemciye açık durumdaydı. Ne var ki Jane Austen, Bath’ta geçirdiği dört senede Watson Ailesi’nin bir bölümü haricinde hiçbir şey yazmamıştır. Bununla beraber hem Northanger Manastırı’nın ve hem de İkna’nın geçtiği yerlerin bir kısmını temsil ediyor olmasına karşın kaplıcalarıyla bilinen Bath, gelenekleri ve alışkanlıklarıyla genel bir şekilde resmedilmiş olsa da karakterlerin kişiliklerinde yerel halka özgü özellikler göremiyoruz. Karakterler hâlâ kırsal kesimin seçkin sınıfından ve din adamlarından oluşmaktadır. Bath ise yalnızca bu iki kesimin karşılaştığı yerden ibarettir. Yerel halkta muhtemelen pek ilginç bir şey yoktu, arada sırada gelen misafirlerse Jane Austen’ın sanatının sırrı olan sabır ve titizlik gerektiren karakter çalışması için gereken olanakları sağlamıyordu. Jane’in Bath’ı sevdiği ortadaydı. Bath’ın altı haftadan sonra can sıkıcı bir yer haline geldiğini düşünen, buna karşın her kış düzenli olarak gelip altı haftalık ziyaretlerini on, on iki haftaya uzatan, sonunda burada daha uzun süre kalmak için yeterli maddi kaynaklara sahip olmadıklarından gitmek zorunda kalan insanları alaya alırdı. Belki de kabul salonlarında Bay Henry Tilney gibi hoş bir kavalyeyle sohbet ederek geçirdiği neşeli bir akşamdan sonra kendini Catherine Morland gibi hissediyordu; “eve varana dek kendisi koltuğunda, ruhu ise içinde dans etti.” Kaleminin durağanlığının sebebi sosyal hayatından aldığı keyif olabilir. Hiç şüphe yok ki zihni hâlen çalışıyor, malzeme topluyordu. Sırf bir serinin aylık bölümlerini tamamlayabilmek için ilham beklemeden veya yaratıları olgunlaşmadan yazmak gibi katı bir zorunluluğu yoktu. Bath’tan sonra ilerde İkna’da bir bölümün geçeceği yer olan Lyme’ı ziyaret etmiştir.
Babası 1805 yılında hayatını kaybettikten sonra annesi ve ablasıyla Southampton’a taşındılar. 1809 yılına kadar burada yaşadılar. Castle Square’de bahçesi surlarla çevrili, büyük, eski moda bir evleri vardı. Southampton sosyal bir merkezdi. Castle Square’in bir kısmında Lansdowne Markisi’nin şatoya çevrilen malikânesi yer alıyordu. Sekiz atlı faytonuyla at süren markiz ise arkadaki dört atından vazgeçerek karşı evdeki nazik yergiciye neşe ve tefekkür karşılığında gıda yardımı yapmış olabilir.
Muhtemelen Southampton’dan sonra ziyaret ettiği Portsmouth’ta denizin güzelliğini görüp keyfini çıkardığında, “Aslında Mart ayında olsak da sanki yumuşacık havası, canlandıran hafif rüzgârıyla Nisan ayındaydık. Kimi zaman parlak güneş bir dakikalığına bulutların arkasında kalıyor, böylesi bir gökyüzünün altında her şey çok güzel görünüyordu. Gölgeler Spithead’de ve ilerisindeki adadaki gemilerde birbirini kovalıyordu; çeşit çeşit renkleriyle kabarıp yükselmiş deniz, neşeyle dans edip hoş sesiyle surlara çarpıp duruyordu,” ifadelerini kaleme almıştır. Bunlara ek olarak büyük askeri limanın kıyısında yaşayan bahriyelilerin ve halkın sosyal yaşantısına da şahit olmuştur, ancak görünüşe bakılırsa bundan pek tat almamıştır. En azından Mansfield Park’ta Fanny’nin, Portsmouth’ta kendisini azıcık da olsa tatmin edebilecek bir sosyal çevre bulamadığını yazmıştır. “Fanny’ye göre erkeklerin hepsi bayağı, kadınlar ise şımarıktı. Herkes görgüsüzdü. Eskiden tanıdığı insanlardan da yeni tanıştıklarından da hiç memnun değildi.” Bu, kulağa kişisel deneyimle varılan bir kanı gibi geliyor.
Lyme’da balolara gitti ve dans etti. Mektuplarında katıldığı danslardan ve kavalyelerinden bahsetti. Gelgelelim artık evlilik yaşını geçmekteydi, hiç evlenmemiş yaşlı bir kadın olmayı istemeye başlamış olmalıydı. Yine de bir romanında bir kadının yirmi dokuz yaşındayken hiç olmadığı kadar güzel olabileceğini ima etmiştir. Evliliğin mutluluk getirdiğini düşündüğü açıktır. Emma’daki Bayan John Knightley, hayatını eşi ve üzerine titrediği çocuklarına adamıştır ve Jane’in “ideal kadınsal mutluluk modeli”dir. Buna karşın kendisi için daha kendi halinde ve mantıklı bir yol çizmiştir. Harriet, Emma’ya “Evde kalacaksın ve bu korkunç bir şey,” der. Emma, “Boş versene; evlenmemiş, fakir ve yaşlı bir kadın olmayacağım. İnsanların çoğu bekarlığı yoksulluk yüzünden hor görüyor! Dar gelirli bekâr bir kadın gülünç, aksi, evde kalmış bir kadın olmalı, genç kızlara ve erkeklere alay konusu olacak türden biri; buna karşın bekâr ama varsıl bir kadın daima saygıdeğerdir, diğer herkes gibi mantıklı ve hoş olabilir,” şeklinde cevap vermiştir. Jane, gerçekçi sağduyusuyla dünyanın bu konuda ilk bakışta göründüğü kadar hatalı olmadığını da eklemiştir, dar gelir zihni bulandırıp insanı fevrileştirebilirdi. Jane Austen’ın yanında büyüyen yeğenleri, ona Emma Knightley’nin evliliğinden duyduğu mutluluğun bir bölümünü verebiliyordu.
Hem kendisi hem de ablası, orta yaş sembolü olan şapkayı takmaya oldukça erken başlamıştır. Birinin yaptığını mutlaka diğeri de yapıyordu. İkisi tek bir ruhta tamamlanıyordu. Öyle ki, Cassandra idam edilse, Jane’in de idam edilmek için ısrar edeceği söyleniyordu. Jane, kendisini saçına şekil verme işkencesinden kurtardığı için şapka taktığını belirtmiştir. O günlerde saç yapmak, moda tiranlığına adanan korkunç bir adaktı. Şapka takmak, iki kız kardeşin de karakterine uyuyordu. İkisi de tertipliydi ancak neyin modaya uygun olduğunu ya da neyin moda olacağını umursamıyordu. Mektuplarda kadın şapkacı-lığının hafife alındığını erkeklerin anlamadığı geçmektedir. Hatta Jane, ilk yazılarında erkek kalbinin puantiyeli, çiçekli, muslin veya jakona4 gibi kumaş türleri arasında ayrım yapmadığını belirterek hemcinslerini erkekleri memnun etmek için giyinmenin beyhude olduğu yönünde şakayla karışık uyarmıştır. “Kadın, sadece kendi tatmini için var olmalıdır. Kıyafeti yüzünden hiçbir erkek ona daha çok hayranlık duymaz, hiçbir kadın onu daha çok sevmez. Tertiplilik ve moda kadın için yeterlidir, erkekler içinse pejmürde ve uygunsuz bir şeyler gayet çekici gelecektir,” demiştir. Bu son sözleri yirmi bir yaşındaki bir kadın için oldukça sivriydi. Neticede kadınların kendisi için değil, birbirleri yüzünden giyindiği anlamı çıkmaktadır.
1809 senesinde, Jane yirmi dört yaşındayken annesi ve ablasıyla Southampton’ı terk ederek abisi Edward Knight’ın giderlerini karşıladığı, Jane’in eski yuvası olan Steventon’a pek de uzak sayılmayan Winchester yakınlarındaki Chawton’daki evine yakın bir çiftlikte yaşamaya başladılar. Chawton Evi, Jane’in kardeşinin torunu Lort Brabourne’a miras kalmıştır. Çiftlik, tatil için evlerine dönen Winchester çocuklarının neşeli telaşına şahitlik eden anayolun üzerindeydi. Buna karşın, gürgen çitlerle çevrili, çimenlikleri, yürüyüş patikaları ve fundalıklarıyla bahçenin asil bir mahremiyeti vardı; egzersize ve yazı yazmaya uygundu. Misafir odaları da mevcuttu. Bayan Lloyd da onlara eşlik etmeye başlamıştı. Steventon’dan eski tanıdıkları yakındaydı, ev ahalisi genel olarak mutlu, neşeli ve Jane’in çalışmasına uygundu. Hayal gücü canlanmış, kalemini tekrardan eline almıştı; tıpkı Steventon’da olduğu gibi Chawton’da da üç roman yazdı. Bu üç roman Emma, Mansfield Park ve İkna’dır. En sonunda Steventon’da yazdığı romanlardan ikisini basacak yayımcıyı bulmuştu. Yayımcı Bay Egerton bu maceranın çok çılgınca olduğunu düşünmüş olmalıydı; böylece, Egerton’ın maceracı ruhu sayesinde Jane Austen’a gereken saygı gösterilmiş oldu. Yayımcı, Akıl ve Tutku için Jane’e, neşeli tevazu-suyla çok büyük bir miktar olarak kabul ettiği 150 sterlinlik bir ödeme yaptı. Jane’in ölümüne dek eserlerinden kazandığı miktar yalnızca 700 sterlin olmuştur. Akıl ve Tutku, 1811’de, Jane otuz altı yaşındayken; Gurur ve Önyargı ise bundan iki sene sonra yayımlanmıştır. 1811 ile 1816 yılları arasında Jane Austen, Mansfield Park, Emma ve İkna’yı yazmıştır. Mansfield Park 1814’te; Emma 1816’da yayımlandı. Northanger Manastırı ile İkna 1818 yılında, yazarın ölümünden sonra yayımlanmıştır.
Yayımlar isimsiz yapılmış, Jane Austen yazarlığını hiçbir zaman halka beyan etmemişti. Buna karşın sırrı ortaya çıkmıştı. Yeğeni tarafından doğrulanmış olmasa da Gurur ve Önyargı’nın yazarı olarak Corinne’in yazarıyla buluşmak üzere aldığı daveti, Jane Austen olarak davet edilmediği hiçbir haneye gitmeyeceğini belirterek reddettiğine dair bir söylenti bulunmaktadır. Bu davranışı bağımsızlık olarak övülmüş, gurur gösterisi olarak eleştirilmiştir. Bu hikâye ve yorumu doğruysa bize Congreve’in oyun yazarından ziyade bir beyefendi olarak görülmeyi istediğini, Voltaire’in de bunun üzerine onca yolu bir beyefendiyi görmek için gelemeyeceğini söylemesini anımsatıyor. Gelgelelim hikâye doğruysa bile Jane yalnızca yazarlığını resmi olarak beyan etmekten kaçınmayı amaçlıyor olamaz mıydı? Bayan Barney, Bayan Edgeworth ve diğer kadın romancıların popülerliğine rağmen, o günlerde hâlen bir kadının kitap yazması cinsiyetinin sınırlarını aşması olarak görülüyordu; edebi dünyadan uzak yaşayan, sosyal duyarlılığa dikkat eden Jane’in bu konuda hassas olması muhtemeldir. Belki de Corinne ile Gurur ve Önyargı’nın yazarlarının bir araya getirilememiş olması çok da üzücü değildir; Madam de Stael, Jane Austen’ın yazılarını vulgaires (kaba, gündelik) olarak nitelendirmiştir. Bu ifadeyle Jane’in seçtiği konuların gündelik olmasının ötesinde bir görüş beyan ettiyse daha yersiz bir tespit yapmış olması mümkün değildir.
Romanlar, yorumlarına en çok önem verilen kişiler tarafından takdir görmüştü. Sör Walter Scott’ın günlüğünde şu sözler yazılıdır: “Gurur ve Önyargı’yı en az üç defa olmak üzere tekrar tekrar okudum.” Sör Walter, kendini zarifçe küçük göstererek, “Bu genç kadın, günlük hayattan karakterleri ve içinde bulundukları hisleri tasvir etmede şimdiye dek karşılaştıklarım arasında en büyüleyici yeteneğe sahip. Büyük ve şaşaalı örgüyü tıpkı şu anda olduğu gibi ben de kurabilirim; ancak gündelik, sıradan olayları ve karakterleri gerçekliğin ve duygunun tasviriyle ilginç kılan muhteşem dokunuş bana bahşedilmemiş. Bu denli yetenekli birinin bu kadar erken ölmesi ne acı!” şeklinde eklemiştir. Macaulay ise günlüğünde şöyle yazmıştır: “Bir kez daha Bayan Austen’ın romanlarını okudum; büyüleyiciler. Dünyada mükemmelliğe bu kadar yaklaşan başka bir yapıt yoktur.” Ne var ki Jane Austen, bu övgülere asla denk gelmemiştir. Görünüşe bakılırsa Lort Lansdowne’un, Sydney Smith’in veya Sör James Mackintosh’un sözlerini veya herhangi birinin övgülerini de işitmemişti. Quarterly dergisi 1815’te Jane’i şüpheli bir yazıyla oldukça kötü şekilde eleştirmiştir. Şatafatlı hislerle veya Udolpho’nun Gizemleri’nin romantizmiyle beslenen kitleye Jane’in hikâyeleri sıradan ve önemsiz gelmişti. Jane’in ölümünden sonra ün kazandığını söyleyebiliriz. Yaşamı boyunca kazandığı şöhret, baş döndürmekten çok uzaktı. Buna karşın, Morley Kontesi’nden nazik bir not eline ulaşmış, çok daha önemlisi, Warren Hastings’in beğenisini kazandığına ilişkin duyumlar almıştır. Jane bağımsız ve cesur bir kadın olamamıştı. Basılan kitapları onu Londra’ya getirmiş olsa da edebiyat dünyasından tanıdıklar edinmemiş, entelektüel dünyaya karışmamıştır. 1815 yılının sonbaharında da Londra’da bulunmaktaydı; ancak edebi partilere katılmak için değil, kardeşi Harry’ye geçirmekte olduğu tehlikeli ateşli hastalığı atlatırken Hans Place’teki evinde bakmak için oradaydı.
Tüm bunlara rağmen Londra’da geçirdiği sürede enteresan bir iltifat almıştır. Kardeşiyle, Prens Naibi’nin hekimlerinden biri ilgileniyor ve bu hekim Jane’in sırrını biliyordu. Bir gün Jane’e, Prens’in onun romanlarına hayran olduğunu, her evinde bunların birer adet kopyasını bulundurduğunu söylemiştir.
Prens, Jane’in Londra’da olduğunu öğrenince Carlton House’un kütüphanecisi Bay Clarke’dan Jane’in emrine amade olmasını istemiştir. Bay Clarke, Jane’i Carlton House’a götürerek muhteşem malikâneyi gezdirmiş ve ileride yazacağı bir roman varsa bu romanı Prens’e adayabilme özgürlüğüne sahip olduğunu söylemiştir. Bu yüzden Emma, Prens’e adanmıştır. Bununla birlikte Bay Clarke, ya yüce bir ilhamla ya da sahip olduğu bilgelikle Jane’e ileride yazacağı bir hikâye için konu olarak “yaşamını şehir ve taşra arasında geçirmesi gereken bir din adamının alışkanlıklarını, karakterini ve coşkusunu” seçmesini önermiştir. Jane ise tevazu göstererek iyilik, coşku ve edebi kimlik haricinde bu karakterle neredeyse aynı özellikleri taşıdığı yanıtını vermiştir. Edebi yanına gelecek olursak, “Bir yazar olmaya cesaret eden düşük öğrenim görmüş bilgisiz bir kadın olmakla övünebilecek kibre sahip olduğunu düşünüyordu.” Ne var ki Bay Clarke böyle düşünmüyordu. Prens Leopold’ün Özel Kalemi ve Rahibi görevlerine henüz getirilen, Prenses Charlotte’la evlenecek olan Bay Clarke, Emma’daki ithafın kabulü için Jane’e yazdığında, “Cobourg Hanedanı’ndan August’u anlatan tarihi romantik bir kitap yazmak bu aralar çok ilgi çekebilir,” sözlerine yer vermiştir. Jane, epik şiir yazamayacağı gibi romantik bir kitap da yazamayacağını belirten bir cevap vermiştir. “Hayatımı kurtarmak haricinde başka bir amaçla oturup bir dizi romantik hikâye yazmaya kalksam, yazmaya devam etmek zorunda kalıp da kendime veya başkalarına gülecek kadar rahatlayamazsam eminim daha ilk bölüm bitmeden beni asarlar. Hayır, kendi üslubumdan devam etmeliyim, kendi yolumda gitmeliyim; bir daha bu yolda başarılı olamasam bile, başka bir yola girdiğimde büsbütün başarısız olacağıma eminim,” demiştir. Bay Clarke’ın önerisinden hareketle Plan of a Novel according to Hints from Various Quarters (Çeşitli Yerlerden Gelen Öneriler Doğrultusunda Bir Roman Planı) başlıklı bir hiciv haricinde bir şey üretilmedi. Zavallı VI. George, oldukça iyi nedenlerle, sayısız el tarafından kendisine atılan çamurlarla tepeden tırnağa kaplanmış haldeydi. Gelgelelim onun hakkında şu üç iyi şeyi söylemeliyiz: İrlanda’yı ziyaret etmişti, Bayan Fitzherbert isminde harika ve alımlı bir kadına âşık olmuştu, izin verilseydi bu kadınla evlenecekti ve Jane Austen romanlarını seviyordu. Jane’in kitaplarını gerçekten okumuş olduğunu umuyoruz. Kütüphanecisi, okuduğunu söylerken kraliyete yaraşan beyaz yalanlardan birini söylemiyordu.
Bu esnada Jane hayatın tüm sıradan görevlerini yerine getiriyordu. Annesi yaşlanıyor, Jane şefkatle onunla ilgileniyordu; yeğenleri için nazik bir hala ve danışmandı, daha önce de gördüğümüz üzere kardeşi hastayken onun bakımını üstlenmişti. Maun ağacından yapılma küçük masasında oturup yazıyor, biri gelirse yazdıklarını yanında tuttuğu kurutma kâğıdının altına saklıyordu. Hiç kimse Jane’in tavırlarından hareketle onun bir yazar olduğunu tahmin edemezdi. Romanlarının başarısını doğal olarak ilgiyle ancak sessiz bir neşeyle izliyordu. Daha önce de söylediğimiz gibi, hayatı romanlarından ibaret değildi.
İkna’nın tamamlanmasının ardından bir kısmı değiştirilmişti. Bu esnada Jane Austen, hayatının sonuna yaklaşıyordu. 1816’da güçsüzleştiğini hissetmeye başlamıştı. Gelgelelim hastalığının ölümcül doğasının ne zaman farkına vardığı bilinmiyor. Yürüyüşleri kısalmıştı; artık yürüyüşe çıkamadığında bir eşeğin çektiği arabayla dolaşıyordu. Zamanla evdeki hareketliliği de son buldu, artık uzanmak zorundaydı. Evlerinde sadece bir tane kanepe vardı. Cowper’ın muhteşem şiirine konu olacak kadar nadir bulunan bu kanepe, o dönemde bir zenginlik göstergesiydi. Bu kanepede daima Jane’in annesi otururdu. Jane, annesi etrafta olmasa bile bu kanepeye oturmazdı. Bunun yerine sandalyeleri yan yana koyarak kendine bir koltuk yapar, kanepeden daha rahat hissediyormuş gibi davranırdı. Bu davranışının altında yatan sebep, neden böyle yaptığını açıklaması için Jane’i zorlayan küçük yeğeninin ağzının aranmasıyla ortaya çıkmıştı; eğer Jane kanepeyi kullanmak için herhangi bir eğilim gösterse annesi bir daha o kanepeyi kullanmaya çekinebilirdi. 1817 Mayıs’ında tıbbi yardım için Winchester’daki lojmana götürüldü. Hekim Bay Lyford umut dolu konuşmuştu fakat ortada umut namına hiçbir şey yoktu; artık güçlü ve berrak bir el yazısıyla yazamadığı bu mektup ise Jane’in son mektuplarından biridir:
Benim canım E’m, hastalığım boyunca gösterdiğin şefkat dolu ilgiye, kendimi iyi hisseder hissetmez sana kendim hakkında yazmaktan daha iyi bir teşekkür etme yolu yok. El yazımla övünmeyeceğim; ne el yazım ne de yüzüm güzelliğini geri kazanabildi. Buna karşın diğer yönlerden gücümü hızla kazanıyorum. Artık sabah dokuzdan akşam ona kadar yatağın dışında, kanepede5 oturuyorum. Durum böyle olsa da yemeklerimi Cassandra halanla makul bir ölçüde yiyip kendimi meşgul ediyor, bir odadan ötekine yürüyebiliyorum. Bay Lyford beni iyileştireceğini söylüyor. İyileştiremezse bir bildiri yazıp kilise yönetimine sunduğumda bu dindar, bilgili ve tarafsız kurumdan bir tazminat alacağımdan şüphem yok. Kaldığımız yer çok rahat. Kavisli çıkma penceresi Dr. Gabell’ın bahçesine bakan küçük, derli toplu bir çizim odamız var. Bana at arabalarını yollayan anne ve babanın nezaketi sayesinde cumartesi yaptığım yolculuk beni çok az yordu. Eğer hava güzel olsaydı hiç yorulmazdım; fakat Henry amcan ile William Knight amcanın nezaketlerinden ötürü yağmur boyunca at sırtında bize eşlik etmeleri beni üzdü. Yarın bizi ziyaret etmelerini bekliyor, gece de kalmalarını umuyoruz; kilisenin kabul ve tatil günü olan perşembe, Charles’ı kahvaltıya götüreceğiz. Zavallıcık, hasta odasında kaldığından bizi sadece bir kez ziyaret edebildi, ama bu akşam taburcu olmayı umuyor. Bayan Heathcote’u her gün görüyoruz. William da bizi yakında arar. Tanrı’ya emanet ol, benim canım E’m. Eğer bir gün hastalanırsan tıpkı benim gibi şefkatle bakım göresin. Endişelerinin azalmasını, duygularını paylaşan arkadaşlar edinmeni diliyorum ve en büyük hediye olan, senin de kesinlikle kazanacağını söylemeye cüret ettiğim, yakınlarının sevgisine layık olduğun bilincine sahip ol. Ben bunu hissettim.
Seni çok seven halan, J.A.COLLEGE ST., WINTON, 27 Mayıs Salı.Son mektubunda şu kelimeler yer almıştır: “Sadece canım ablamın, benim nazik, dikkatli, yorulmak bilmeyen hemşiremin sarf ettiği uğraş nedeniyle hastalanmadığımı söyleyeceğim. Ona ve sevgili ailemin bu durumda bana gösterdiği sonsuz şefkatin karşılığında borçlu olduklarıma gelince… Sadece ağlayabilir ve Tanrı’ya onları daha çok kutsaması için dua edebilirim.”
Bırakalım da hikâyenin geri kalanını Jane’in en sevdiği yeğeni anlatsın:
Hastalığı boyunca ablası ve sıklıkla ona yardımcı olan yengesi, yani annem tarafından bakıldı. Hayatını kaybettiğinde ikisi de yanındaydı. Erkek kardeşlerinden din adamı olan ikisi Winchester’a, Jane’i sıklıkla ziyaret edebilecek ve bir Hıristiyanın hasta yatağında gerçekleştirilen ritüelleri gerçekleştirebilecek kadar yakın yaşıyordu. Jane mektuplarında umut dolu bir dil kullansa da içinde bulunduğu tehlikenin farkındaydı. Ne var ki bu durum onu korkutmuyordu. Onu hayata bağlayan birçok şeyin olduğu doğru. Ailesiyle bir arada bulunmaktan mutluydu, başarısı nedeniyle özgüven sahibi olmaya daha yeni başlıyordu ve hiç şüphe yok ki muhteşem yeteneklerini kullanmaktan keyif alıyordu. Çok daha uzun yaşamaktan mutluluk duyabileceğini düşünebiliriz; fakat o, ölüme korkmadan ve şikâyet etmeden hazırlandı. Mütevazı, inançlı bir Hıristiyandı. Ömrü, herhangi bir övgü beklemeden, kişisel çıkar gözetmeden ev işleri ve ailevi ilişkilerle geçti. Sanki içgüdüsel olarak etki alanına giren herkese mutluluk aşılamaya çalışırdı. Şüphesiz, son günlerini huzur içinde geçirerek bunun ödülünü almıştır. Tatlı mizacı asla değişmedi. Onunla ilgilenenlere karşı her zaman düşünceli ve minnettardı. Bazı zamanlar kendini nispeten daha iyi hissediyordu; o anlarda şakacı ruhu canlanıyor, içinde bulundukları hüzne rağmen etrafındakileri eğlendiriyordu. Bir keresinde sona yaklaştığını hissettiğinde son sözleri olduğunu düşündüğü şeyleri söylemiş; yanında olduğu için yengesine özellikle teşekkür ederek, “Bana daima nazik bir kız kardeş oldun, Mary,” demişti. Kaçınılmaz son yaklaştığında ise hızla çökmüş, bir isteği olup olmadığını soran yakınlarına, “Ölüm haricinde hayır,” yanıtını vermişti. Bunlar son sözleriydi. 8 Temmuz 1817 sabahı, sükûnet ve huzurla son nefesini verdi.