bannerbannerbanner
Kuzin Bette
Kuzin Bette

Полная версия

Kuzin Bette

текст

0

0
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 9

Basit, saf, güzel bir ruhta, Madam Hulot’nun aşkına karıştırdığı taassup motiflerini anlamak için fazla dirayete lüzum yoktur. O, kocasının kendisine karşı kusur edemeyeceğine kendini inandırdıktan sonra, halikinin mütevazı, sadık, gözü kapalı kulu olmuştu. Fazla olarak onun büyük bir sağduyuya, halk terbiyesini sağlayan o sağduyuya sahip olduğunu da unutmayınız. Toplantılarda öz konuşur, hiç kimse hakkında kötü söz söylemez, kendini satmaya çalışmazdı. Her şey üzerinde düşünür; her şeyi, herkesi dinler; namuslu kadınları, doğuştan asil olanları kendine örnek seçerdi.

Hulot, 1815’te, yakın dostlarından birinin, Prens de Wissembourg’un izinde yürürdü bozguna uğramasıyla destani Napolyon harpleri silsilesini Waterloo’da sona erdiren o derme çatma ordunun teşkilatçılarından biri oldu. 1816’da Baron, Feltre Nazırlığının belalılarından biri oldu ancak 1823’te levazım kıtasındaki vazifesine iade edildi çünkü İspanya harbi için ona ihtiyaçları vardı. 1830’da Louis Philippe tarafından eski Napolyon taraftarları arasından yapılan bir devşirmede, bir nazırlığın dört genel müdüründen biri olarak devlet idaresinde yeniden göründü. Kral ailesinden küçük evlat kolunun tahta çıkışından -ki o bu hadisede faal bir yardımcı rolü oynamıştı- itibaren, Harbiye Nazırlığında işe çok yarar bir müdür olarak kalmıştı. Zaten mareşal asasını da elde etmişti; Kral için, onu hiç olmazsa ya nazır yahut da âyan azası yapmaktan başka çare kalmamıştı.

1818’den 1823’e kadar işsiz güçsüz kalan Baron Hulot, kadınlarla fazla düşüp kalkmaya başladı. Madam Hulot, Hector’unun ilk sadakatsizliklerini imparatorluğun meşhur akıbetine kadar götürebiliyordu. Barones de on iki yıl müddetle evinde tek başına prima donna assoluta6 sefası sürmüştü. Kadınların uysal ve iffetli eş rolü oynamayı kabul ettikleri zaman kocalarının kendilerine gösterdikleri o alışılmış muhabbetten Barones hâlâ faydalanıyor, gıybet eden bir sözü karşısında hiçbir rakip kadının iki saat bile dayanamayacağını biliyor lakin gözlerini kapıyor, kulaklarını tıkıyor, kocasının ev dışındaki gidişatını öğrenmek istemiyordu. Nihayet, Hector’una, bir annenin şımarık bir çocuğa yaptığı muameleyi yapıyordu. Biraz önce geçen konuşmadan üç yıl önce Hortense, Varieteslerde alt katın sahneye yakın bir locasında, babasını Jenny Cadine’le birlikte görmüş “Aaa, bak, babam!..” diye bağırmış, Barones de “Aldanıyorsun meleğim, o Mareşal’in yanına gitti.” diye karşılık vermişti. Barones, Jenny Cadine’i pekâlâ görmüştü lakin o kadını o derece güzel görünce kalbinin daraldığını hissedecek yerde, kendi kendine “Ah şu Hector kâfiri, herhâlde çok mesut olmalı!” diye söylenmişti. Bununla beraber, ızdırap çekiyor, kendini gizliden gizliye müthiş öfkelerin kucağına atıyordu lakin Hector’unu tekrar görünce gözünün önünde on iki yıllık tertemiz saadeti canlanıyor, şikâyet etmek kudretini kaybediyordu. Baron’un kendisini sırdaşı telakki etmesini çok isterdi lakin ona karşı duyduğu saygı yüzünden hovardalıklarından haberi olduğunu açığa vurmak cesaretini hiçbir zaman gösterememişti. Bu ruh inceliği aşırılıklarına ancak kötülüğe karşılık vermeden dayanmasını bilen o güzel halk kızlarında rastlanır, onların damarlarında ilk Hristiyanlık şehitlerinin kanından tortular vardır. Soydan olan kızlar, kocalarının dengi olduklarından ötürü, onlara eziyet etmek ve bilardoda noktalara işaret edildiği gibi, bunlar da şeytani bir intikam düşüncesiyle, gerek bir üstünlük gerekse bir intikam hakkını sağlamak için dokunaklı sözlerle müsamahalarına işaret etmek ihtiyacını duyarlar.

Kayınbiraderi Korgeneral Hulot’da, ömrünün son demlerinde kendisine mareşal asası verilecek, İmparatorluk Hassa Alayı bombacılarının ünlü komutanının şahsında Barones kendisine hararetli bir hayran bulmuştu. Bu ihtiyar, 1830’dan 1834’e kadar, 1799 ve 1800’deki yararlıklarına sahne olan Bretonya’yı da içine alan askerî tümene komuta ettikten sonra, son günlerini Paris’te, hakkında daima bir baba sevgisi beslediği kardeşinin yanında geçirmeye gelmişti. O ihtiyar asker yüreği, Madam Hulot’nun yüreğiyle kaynaşmıştı; ona cinsinin en asil, en mukaddes mahluku olarak hayran oluyordu. Evlenmemişti çünkü yirmi memlekette, yirmi seferde beyhude yere aradığı bir ikinci Adeline’le karşılaşmak istemişti. Napolyon’un “Şu babacan Hulot, cumhuriyetçilerin en dikkafalısıdır ama bana hiçbir zaman ihanet etmeyecektir.” dediği bu kusursuz, lekesiz eski cumhuriyetçi ruhta gözden düşmemek için Adeline biraz önce hücumuna uğradığı ızdırapların daha da merhametsizce olanlarına katlanmıştı. Lakin otuz seferle delik deşik olmuş, yirminci defa Waterloo’da yaralanmış bu yetmiş ikilik ihtiyar; Adeline için bir hayranlıktı, bir himaye değil. Zavallı Kont, türlü sakatlıklarından başka, bir de ancak kulaklık yardımıyla işitebiliyordu.

Baron Hulot d’Ervy güzel erkek kaldığı müddetçe, gönül eğlencelerinin serveti üzerinde hiçbir tesiri olmamıştı lakin elli yaşına varınca kesenin ağzını açmak icap etti. O yaşta ihtiyar erkeklerde aşk kötü bir huy hâlini alır; işe manasız bir kibir karışır. Bu yüzden, o sıralarda Adeline, kocasının saçlarını, zülüflerini boyamak, kemerle korse takmak suretiyle, inanılmayacak bir ısrarla tuvaletine düştüğünü de gördü. Ne pahasına olursa olsun, güzel erkek kalmak istiyordu. Bir vakitler kendisinin alayla karşıladığı bu güzelliğine aşırı düşkünlük kusurunu en had derecesine vardırdı. Sonunda Adeline, Baron’un metreslerinin evine akan büyük servetinin, kaynağını kendi evinden aldığını anladı. Sekiz yıldan beridir büyük bir servet israf edilmiş; hem öylesine esaslı bir şekilde israf edilmişti ki iki yıl önce oğlu Hulot’nun baş göz edilmesi sırasında, Baron bütün servetinin maaşlarından ibaret kaldığını karısına itiraf etmeye mecbur olmuştu. Adeline’in karşılığı “Bu bizi nereye vardıracak?” olmuştu. Devlet Müşaviri “Gönlün rahat olsun.” diye karşılık vermişti. “Makamımın maaşlarını size bırakıyorum, bazı işler yaparak Hortense’ın evlenmesi için lüzumlu parayı, yarınımızı sağlayacağım.” Bu kadının, kocasının kudretine ve yüksek kıymetine, dirayetine ve karakterine olan kuvvetli imanı bu gelip geçici tasayı yatıştırmıştı.

Crevel’in kalkıp gitmesinden sonra, Barones’in derin düşüncelere dalmasının sebebi ve ağlamaları artık tamamıyla anlaşılmış olmalıdır. Zavallı kadın iki yıldır kendini uçurumun dibinde biliyor lakin kendisini orada tek başına sanıyordu. Oğlunun evlenmesi nasıl olmuştu, bunu bilmiyordu; Hector’un doymak bilmez Josépha ile münasebetinden de haberi yoktu; nihayet, dünyada hiç kimsenin kendi ızdıraplarından haberi yoktur sanıyordu. Şayet Crevel, Baron’un zevküsefasından herkese böyle apaçık bir şekilde söz ediyorsa Hector kısa zamanda itibarını kaybedecek demekti. Öfkeli eski ıtriyatçının kaba sözleri arasında, genç avukatın evlenmesini doğuran kötü münasebeti sezmişti. Demek ki herhangi bir çilingir sofrasında, sarhoş iki ihtiyarın adi laubalilikleri arasında teklif edilen bu zifafın rahibeleri iki düşkün kız olmuştu; Barones kendi kendine “Demek Hortense’ı unutuyor!” diye söylendi. “Bununla beraber onu her gün görüyor, yoksa bu şırfıntıların evinde mi ona koca arayacak?” Şimdi, kadından daha kuvvetli olan anne tek başına konuşuyordu çünkü Hortense’ı Kuzin Bette’le birlikte o tasasız gençlik kahkahalarıyla gülerken görüyordu; biliyordu ki bu sinirli gülüşler, bahçede tek başına yapılan bir gezintinin ağlamaklı hülyalara ait alametlerinden çok daha korkunç alametlerdir.

Hortense annesine benzerdi lakin onun altın sarısı, kendinden kıvırcık, hayret verecek kadar gür saçları vardı. Parlaklığı sedef parlaklığını andırırdı. Herkes onda şerefli bir evlenmenin, asil, bütün kuvvetiyle saf bir aşkın meyvesini görürdü. Bu, çehrede ihtiraslı bir hareket, hatlarda bir neşe, bir gençlik cazibesi, bir hayat tazeliği, kendi dışında titreşen ve elektrik ışınları vücuda getiren bir sıhhat zenginliği idi. Hortense bakışı kendine çekerdi. Masumluğun döküldüğü o mayi içinde yüzen açık deniz mavisi gözleri, geçen bir kimsenin üzerine takılınca o kimse elinde olmadan ürperirdi. Bundan başka, yaldızlı sarışınlarda o süt beyazlıklarına pahalıya oturan kula renkli lekelerle de tenini bozmuş değildi. İri ve balık etinde vücudu, asaleti, annesininkiyle boy ölçüşen sülün endamı onu, eski devir muharrirlerinde pek israf edilen ilahe unvanına layık hâle getirmişti. Bu sebeple, Hortense’ı kim sokakta görse hayretini, “Aman Tanrı’m! Ne güzel kız!” cümlesiyle anlatmaktan kendini alamazdı. Genç kızın öylesine gerçek bir masumluğu vardı ki eve dönerken “Anne, niçin bunlar sen benimle beraberken ‘güzel kız’ diye bağırıyorlar? Sen benden daha güzel değil misin?” derdi. Gerçekten de kırk yedi yaşında olmasına rağmen Barones, güneşin batışına meraklı olanlarca kızına değişilebilirdi çünkü kadınların dedikleri gibi, o XVII. asırda çirkinlerin payını öylesine gasbetmiş gibi görünen Ninon’un skandala yol açtığı bilhassa Paris’teki o nadir hadiselerden biri sayesinde güzellikteki önceliklerinden hiçbirini kaybetmemişti.

Kızını düşünerek Barones, kocasına dönüyor onu günden güne içtimai batağın içine gömülmüş, belki de bir gün mevkisinden kovulmuş görüyor. Putunun, Crevel’in kehanet savurduğu belirsiz felaketler hayaletiyle birlikle düşüş tasavvuru kadıncağız için öyle korkunç oldu ki vecde dalan insanlar gibi kendinden geçip bayıldı.

Hortense ile bahçede konuşan Kuzin Bette, ne vakit salona dönebileceklerini anlamak için zaman zaman bakıyordu lakin Barones camekânlı kapıyı açtığı sırada genç kuzini onu sorgularıyla o derece fazla taciz etmişti ki bu açılışı fark etmedi.

Madam Hulot’dan beş yaş küçük olmakla beraber, Fischerlerden en büyüğünün kızı olan Lisbeth Fischer, kuzini kadar güzel olmaktan çok uzaktı; bu sebeple Adeline’i bir o kadar da kıskanırdı. Kıskançlık, İngilizler tarafından küçük ailelerin değil; asıl büyük ailelerin deliliklerini anlatmak için bulunmuş kelime ile taşkınlıklarla dolu bu karakterin esasını teşkil ederdi. Kelimenin bütün manasıyla Vosgesların köylü kızı; kuru, esmer, parlak saçlar, kalın ve çatık kaşlar, uzun kuvvetli kollar, kocaman ayaklar, uzun ve maymunu andıran yüzünde siğiller… İşte bu kızoğlankızın kısaca portresi.

Birlikte yaşayan aile, kaba kızı güzel kıza, ham meyveyi açılmış çiçeğe kurban etmişti. Kuzini nazlı büyütülürken Lisbeth tarlada çalıştırıldı; bir gün Adeline’i yalnız bulunca burnunu, ihtiyar kadınların hayranı oldukları gerçek Yunan burnunu koparmak istemişti. Bu kötü hareketi yüzünden dövülmüşse de imtiyazlı kızın elbiselerini yırtmaktan, küçük yakalıklarını bozmaktan geri durmadı.

Kuzininin hiç umulmadık evlenmesi sırasında Lisbeth kaderin bu cilvesi önünde, Napolyon’un erkek ve kız kardeşlerinin tahtın şaşaası ve komutanın azameti önünde eğilişleri gibi eğilmişti. Fevkalade iyi yürekli ve munis olan Adeline, Paris’te Lisbeth’i hatırladı. 1809’da onu evlendirerek sefaletten kurtarmak niyetiyle Paris’e getirtti. Adeline’in dilediği gibi onu derhâl evlendirmek imkânsızlığı içinde Baron, bu kara gözlü, kömür kaşlı, okuma yazma bilmez kızı bir işe yerleştirmekle işe başladı; Lisbeth’i, imparator sarayının nakışçıları olan, meşhur Pons Kardeşler’in yanına çırak olarak yerleştirdi.

Kısaltılarak Bette adı verilen kuzin altın ve gümüş sırmakeş işçisi olmuş, dağlılara has gayretiyle okumayı, hesap yapmayı ve yazmayı öğrenmek dirayetini göstermişti çünkü eniştesi Baron, bir sırmakeş müessesesini işletmek için bu bilgilere sahip olmanın lüzumunu ona anlatmıştı. Servet sahibi olmak istiyordu, iki yıl içinde bambaşka bir insan oluverdi. 1811’de köylü kızı epey kibar, epey becerikli, zeki bir atölye şefi olmuştu.

Altın ve gümüş sırmakeşçiliği denilen bu zanaat; apolet, kılıç püskülleri, kordon, kısaca Fransız ordusunun zengin üniformalarıyla, sivil elbiseler üzerinde parıldayan göz alıcı şeyleri kapsıyordu. Elbiseye düşkün bir İtalyan olduğundan İmparator, hizmetinde bulunanların bütün esvaplarını altın ve gümüşle pervazlatmıştı, imparatorluğu da yüz otuz üç mülki idareyi ihtiva ediyordu. Çoğu zaman zengin ve sağlam kimseler olan terzilere veya doğrudan doğruya makam mevki sahiplerine yapılan bu satışlar emin bir ticaret teşkil ediyordu.

İmalatını idare ettiği Pons Müessesesinin en usta işçisi Kuzin Bette, tam kendi başına bir müessese kuracağı sırada, imparatorluğun hezimeti baş gösterdi. Bourbonların ellerinde tuttukları sulhun zeytin dalı Lisbeth’i ürküttü. Ordu mevcudunun azalmasından başka, elinde istismar edilecek mülki idare sayısı da yüz otuz üçten seksen altıya düşecek bu ticarette bir gerilemeden korktu. Nihayet sanayinin oynak talihinden ürkmüş olduğundan, Baron’un tekliflerini reddetti, Baron onu çıldırmış sandı. O, Pons Müessesesini satın alan ve Baron’un kendisiyle ortak etmek istediği Mösyö Rivet ile bozuşmak suretiyle eniştesinin bu kanaatinde isabet ettiğini ispat etti, yeniden basit bir işçi oldu.

O zamanlar Fischer ailesi, Baron Hulot’nun çekip kurtardığı düşkün vaziyete yine düşmüştü.

Fontainebleau felaketi neticesi beş parasız kalan üç Fischer kardeş, 1815’te gönüllü taburlarında yürek ezginliğiyle hizmet ettiler. Lisbeth’in babası olan büyükleri öldürüldü. Bir divanıharp tarafından idama mahkûm edilen Adeline’in babası Almanya’ya kaçtı, 1820’de Trèves’de öldü. En küçükleri Johann, söylediğine göre, altın ve gümüş tabaklar içinde yemekler yiyen ve toplantılarda hemen her zaman başı üstünde ve boynunda fındık büyüklüğünde ve İmparator tarafından hediye edilmiş elmaslarla görünen ailenin Kraliçesi’ne yalvarmak için Paris’e geldi. O zamanlar kırk üç yaşında olan Johann Fischer, eski levazım generalinin Harbiye Nazırlığındaki dostları vasıtasıyla el altından ve iltimasla koparılan Versailles’daki ehemmiyetsiz bir ot ve saman taahhüdü işine girişmek üzere Baron Hulot’dan on bin frank aldı.

Bu aile felaketleri; Paris’i bir cehennem ve bir cennet yapan o engin insanın, Baron Hulot’nun gözden düşmesi; menfaat ve iş hareketi ortasında pek az bir şey olmak kanaati Bette’i yola getirdi. O zaman bu kız, kuziniyle her türlü mücadele, boy ölçüşme fikrinden vazgeçti lakin haset kalbinin derinliklerinde, içine tepildiği meşum yünden balya açılınca şehre yayılarak onu yalayıp yutan bir veba rüşeymi gibi saklı kaldı. Zaman zaman kendi kendine “Adeline ile ben aynı kandanız.” diye söylenirdi. “Babalarımız kardeşti; o bir konaktadır, bense bir çatı arasında…” Lakin her yıl, isim gününde, yılbaşında Lisbeth’e Barones ile Baron’dan hediyeler gelirdi; kendisine karşı çok iyi olan Baron, kışlık odununun parasını verirdi; ihtiyar General Hulot bir gün onu evine kabul ederdi; sofrasında daima kuzinin yeri vardı. Onunla çok eğlenirlerdi lakin onun varlığından yüzleri kızarmazdı. Nihayet kendisine, dilediği gibi yaşadığı Paris’te istiklali de temin edilmişti.

Bu kız, gerçekten, her türlü boyunduruktan korkardı. Kuzini ona evinde yatıp kalmayı teklif etti miydi Bette’in gözünün önüne hizmetçilik yuları geliverirdi; nice defalar Baron onu evlendirmek çetin meselesini halletmiş lakin Kuzin Bette ilk ağızda kandığı hâlde, sonradan görgü eksikliği, cahilliği yüzüne vurulacağından korkarak teklifleri reddetmişti; nihayet Barones ona amcalarıyla beraber yaşamasını ve evi, pahalıya mal olacak bir başhizmetçi yerine çekip çevirmesini söyleyecek olsa ihtiyar kız bunu yapmaktansa evlenmeye razı oluvermenin daha iyi olacağı karşılığını verirdi.

Kuzin Bette, fikirlerinde, çok geç inkişaf etmiş insanlarda ve çok düşünüp az söz söyleyen vahşilerdekine benzer bir gariplik gösterirdi. Köylü zekâsı, esasen, atölye dedikodularında, işçi erkek ve kadınlarla düşüp kalktığı sıralarda bir Parisli ısırıcılığı kazanmıştı. Karakteri Korsikalılarınkine pek fazla benzeyen, kuvvetli naturaların içgüdüleriyle boşu boşuna yoğrulan bu kız, zayıf bir adamı himaye etmeyi pek isterdi lakin başşehirde yaşaya yaşaya, başşehir onu sathi olarak değiştirmişti. Paris’in onu bu tarzda cilalaması, bu pek fazla tavlanmış ruha bir pas manzarası vermişti. Kendini gerçek bir bekârlığa koyvermiş bütün insanlarda olduğu gibi derinleşmiş bir ferasete sahip bu kız, fikirlerine verdiği iğneleyici çeşni ile başka bir vaziyette olsa korkunç görünebilirdi. Fesattı, en birleşik aileyi bile birbirine katardı.

İlk zamanlar, sırrını kimseye vermediği, bazı ümitler beslediği vakit korse giymeye, modaya uymaya karar vermişti; o zamanlar Baron’un kendisini evlenebilir gibi bulduğu debdebeli günler yaşadı. O sıralar, Lisbeth eski Fransız romanlarının gönül çekici esmeri olmuştu. Delici bir bakışı, yeşilimsi esmer renkli teni, kamış gibi kıvrak endamı, mütekait bir binbaşıyı baştan çıkarabilirdi lakin kendisinin de gülerek söylediği gibi kendi kendine hayran olmakla yetindi. Esasen, maddi sıkıntıları bertaraf ettikten sonra hayatını mesut bulmakta karar kıldı çünkü sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra, her gün şehirde akşam yemeğine giderdi. Ona, ancak öğle yemeğiyle ev kirasını kayırmak kalırdı. Sonra, giydirip kuşatıyorlar; şeker, kahve, şarap vesaire gibi kabul edilebilir yiyecek ve içeceklerden de bol bol veriyorlardı.

1887’de masrafları yarı yarıya Hulot ailesiyle amcası Fischer tarafından ödenmiş yirmi yedi yıllık bir hayattan sonra, bir baltaya sap olmaktan umudunu kesen Kuzin Bette, kendini işin oluruna bıraktı; kıymetine sahip olmasına ve izzetinefis ızdıraplarını bertaraf etmesine imkân veren teklifsizliği tercih ederek büyük ziyafetlere gitmekten vazgeçmişti. Her yerde, General Hulot’nun evinde, Crevel’in evinde, genç Hulot’nun evinde, tekrar barıştığı ve bu barışmayı kutladığı Ponsların halefi Rivet’nin evinde, Adeline’in evinde ailedenmiş gibi idi. Nihayet, her yerde hizmetçilere ara sıra küçük bahşişler vererek, salona girmeden önce hemen daima onlarla bir müddet konuşarak gönüllerini almasını bilirdi. Onu avamla doğrudan doğruya bir seviyede bulundurmaya yarayan bu laubalilik, ihtiyar kıza asalaklar için pek gerekli olan madun hayranlığını kazandırmıştı. “İyi ve cesur bir kız!” sözleri herkesin onun hakkında söylediği şeylerdi. Üstüne düşülmediği zaman hudutsuz olan hatırşinaslığı, esasen yapmacık safdilliği gibi vaziyetin bir icabı idi. Nihayet, yaşayışının başkalarına tabi olduğunu görerek hayatı anlamıştı. Herkesin hoşuna gitmek istediğinden dolayı da aldatıcı bin türlü hilekârlıkla sempatik göründüğü delikanlılarla birlikte güler, arzularını keşif ve cezbeder, onların hislerine tercüman olur, onlara bir sırdaş gibi görünürdü. Çünkü bunları azarlamak hakkına malik değildi. Sır saklayıcılığı ona aklı başında kimselerin de sırdaşlığını kazandırmıştı çünkü o da Ninon gibi birtakım erkek vasıflarına sahipti. Umumiyetle sırlar yükseklerden ziyade aşağılarda dolaşır; insan gizli işlerde kendinden yüksek olanlardan çok, aşağı olanları kullanır; onlar gizli düşüncelerimizin suç ortağı olurlar, bunların müzakeresine şahitlik ederler. Richelieu Bakanlar Meclisine girdiği zaman, artık gayesine ulaştığına kanaat getirirmiş. Herkes bu kızı o kadar kendisine tabi sanırdı ki bu yüzden o mutlak bir ağzı sıkılığa mahkûm olmuş gibiydi. Kuzin kendine “ailenin günah çıkartma kürsüsü” adını vermişti. Kendisinden küçük olmasına rağmen, daha güçlü kuvvetli olan Bette’in çocukluğunda kötü muamelelerine uğramış olan Barones, yalnız ona karşı bir nevi emniyetsizlik besliyordu. Hem sonra o, hayâ saikasıyla eve ait kederlerini ancak Tanrı’ya emanet ederdi.

Barones’in evindeki kemirilmiş koltuklar, kararmış kumaşlar, delik deşik ipekliler üzerinde yazılı sefaleti, sonradan görme ıtriyat taciri gibi fark edemeyen Kuzin Bette’in gözünde bu evin bütün şaşaasını hâlâ muhafaza ettiğini burada kaydetmeye lüzum vardır. Etrafımızı saran mobilyalar da bizimle birlikte mukadderatımızı yaşarlar. Kendini Baron misali her gün baştan ayağa süzenler başkaları başımızda kırçıla dönmüş saçlar, alnımızda çatal çatal çizgiler, karnımızda koskocaman bir kabak gördükleri hâlde, kendilerini az değişmiş ve hâlâ genç sanırlar. Kuzin Bette’e göre, imparatorluk zaferlerinin donanma ışığı ile aydınlanan bu odalar her zaman nur saçardı.

Zamanla Kuzin Bette, oldukça acayip ihtiyar kız huysuzlukları kazanmıştı. Kendisi modaya uyacak yerde moda onun alışkanlıklarına uysun isterdi, onun için de daima modası geçmiş fantezilerine boyun eğdi. Barones ona yeni bir şapka, günün zevkine göre biçilmiş herhangi bir elbise verdi mi Kuzin Bette hemen evinde her şeyi kendi biçimine uydurur, bunları imparatorluk modalarından, eski Lorenli elbiselerinden birine uydurarak berbat ediverirdi. Otuz franklık şapka yırtık pırtık bir şeye, elbise de bir paçavraya dönüverirdi. Bette’in bu hususta dişi bir katır inadı vardı; yalnız kendi hoşuna gitmek ister, hem böyle kendisini dilber sanırdı. Oysaki onu baştan ayağa kadar ihtiyar kız yapan şeyle ahenkli olan bu kendine uydurma, onu o derece gülünç ederdi ki iyi niyetine rağmen hiç kimse kuzini ziyafet akşamlarında salonuna kabul edemezdi.

Baron kendisine dört defa koca bulmuştu (dairesinde bir memur, bir binbaşı, bir erzak müteahhidi, mütekait bir yüzbaşı); kendisini bir sırmakeşe teslim etmeyen -ki bu sırmakeş sonra zengin olmuştur- bu serkeş, kaprisli, başıboş ruh, bu kızın anlaşılmaz vahşiliği, Baron’un ona gülerek taktığı “Keçi” lakabını hak etmişti. Lakin bu lakap, sathi acayiplikleri, cemiyet hâlinde iken hepimizin yekdiğerimize nazaran gösterdiğimiz tenevvülere karşılık veriyordu. Köylü sınıfının yırtıcı tarafını temsil eden bu kıza yakından bakılınca onun, kuzininin burnunu koparmak isteyen, aklı başında olmamış olsa belki de onu gittikçe şiddeti artan bir kıskançlık feveranı anında öldürecek aynı çocuk olduğu görülürdü. Dünya ve kanun bilgisiyledir ki köylüleri, tıpkı vahşiler gibi, kuvveden fiile geçiren o tabii sürate ancak cemiyeti ve kanunları öğrenmiş olması sayesinde gem vurabiliyordu. Tabiat insanını medeni insandan ayıran bütün fark belki buna inhisar ediyordur. Vahşinin yalnız birtakım hisleri vardır, medeni insanın da birtakım fikirleri ve hisleri… Bu sebeple vahşilerin dimağı biraz müteessir oldu mu o zaman tamamen yüreğini saran hisse kendini bırakır; oysaki medeni insanda fikirler kalbe inerek şeklini değiştirir. Beriki binlerce menfaate, binlerce fikre bağlıdır; oysaki vahşi, ancak bir tek ve aynı fikri kabul eder. Bu, çocuğun ebeveynine bir lahzalık üstün gelme sebebidir, tatmin edilmiş arzu ile sona erer; oysaki tabiatın komşusu insanda bu sebep devamlıdır. Kuzin Bette, biraz hain olan vahşi Lorenli halkta sanıldığından daha fazla müşterek, halkın ihtilaller esnasındaki gidişatını izah edebilen o alt tabaka karakterine dâhildir.

Bu roman başladığı sıralarda, şayet Kuzin Bette’in modaya göre giyinmeye gönlü razı, Parisli kadınlar gibi her yeni modaya uymuş olsaydı ele güne karşı çıkarılabilirdi ama baston dikliğini yine de muhafaza etmişti. Zarafetsiz kadının Paris’te katiyen yeri yoktur. Kuzin Bette’i Giotto’nun tek bir figürü kılan kara saçlar, güzel kaskatı gözler, yüz çizgilerinin sertliği, tenin Kalabriyalı kuruluğu ki gerçekten Parisli bir kadın bunlardan istifade ederdi. Bilhassa acayip kılık kıyafeti ona öylesine garip bir manzara verirdi ki bazen küçük Savoyardlar tarafından kadın giyim kuşamında gezdirilen maymunlara benzerdi. Yaşadığı aile bağlarıyla bağlı olduğu evlerde pek tanındığından, içtimai tekâmüllerini bu muhite hasrettiğinden, kendi mahrumiyetini sevdiğinden ötürü garabetleri artık kimseyi şaşırtmıyor, dışarıda, herkesin ancak güzel kadınlara baktığı sokağın engin Parisli kaynaşması içinde kaybolup gidiyordu.

Hortense’ın gülüşleri şu anda Kuzin Bette’in inadına galebe çalan bir zaferden doğmuştu, biraz önce onun ağzından üç yıldır rica edilen bir itirafı koparmıştı. Bir ihtiyar kız ne kadar sır vermez olursa olsun, onda daima söz perhizini bozduracak bir his mevcuttur: O da kibir! Üç yıldan beridir, tecessüsü pek artmış olan Hortense, esasen tam bir masumiyet kokusu taşıyan birtakım sorgularla Kuzin Bette’e hücum ediyordu, onun niçin evlenmediğini öğrenmek istiyordu. Reddedilen beş talip hikâyesini bilen Hortense küçük bir romans kurmuş, Kuzin Bette’in gönlünde bir ihtiras var sanmış, bundan da bir şakalaşma harbi çıkarmıştı. Hortense kendisinden ve kuzininden söz ederken, “Siz genç kız takımı!” derdi. Birçok kere Kuzin Bette şakacı bir eda ile karşılık vermişti: “Size kim diyor ki benim bir âşığım yoktur?” Kuzin Bette’in âşığı, yalan veya gerçek, o zamanlar tatlı alaylara mevzu oldu.

Eninde sonunda, iki yıllık bu küçük harpten sonra, Kuzin Bette’in son seferki gelişinde Hortense’ın ilk sözü şu olmuştu:

“Âşığın nice?”

“İyice.” diyerek karşılık vermişti o. “Zavallı delikanlı biraz keyifsiz.”

“Ah! Pek mi nazlı?” diye gülerek Barones sormuştu.

“Öyle sanırım, sarışındır… Benim gibi kömür karası bir kız ancak sarı saçlı, ay renkli birini sevebilir.”

“Peki ama neyin nesidir? Ne yapar?” dedi Hortense. “Prens mi?”

“Alet prensi, benim de makara kraliçesi olduğum gibi. Benim gibi fakir bir kız; caddeye bakan balkonu, devletten gelirleri olan bir mülk sahibi, bir dük, bir âyan azası veya senin peri masallarının herhangi güzel bir prensi tarafından sevilebilir mi?”

“Oh! Onu görmeyi ne kadar isterdim!” diye Hortense gülümseyerek haykırmıştı.

На страницу:
3 из 9