
Полная версия
ROBOTUM ZEYTIN

Buket Çetin
ROBOTUM ZEYTIN
Robotum Zeytin’i okurla buluşturma sürecinde, “en iyisi”ni yazmam için, görüşleriyle yolumu açan Süleyman Bulut’a; umutlarla Robotum Zeytin’i tanıştıran Hülya Şat, Mustafa Özdere ve Altın Kitaplar’a teşekkürlerimle…
Savaş mağduru çocuklara…

Bom Bom Bom
Kardeşim Ayşe, “Bom bom bom.” diye etrafta bağırdı. Ben de o bağırdıkça ondan kaçtım. Kaçarken o, kahkahalarla peşimden koştu. Babam da, “Hadi Ayşe, hadi yakala Uğur’u.” diye heyecanla bağırdı.
Ayşe henüz iki yaşındaydı. En sevdiği oyun, “Bom bom bom” oyunuydu. “Hadi oyun oynayalım.” desem bunu anlamazdı. “Hadi bom bom bom oynayalım.” desem bunu hemen anlardı. Sonra da birbirimize, “Bom bom bom.” dedikten sonra, bunu kim söylediyse diğeri ondan kaçmaya başlardı.
Bu oyunu ilk keşfettiğimizde gece uçaklar uçuyordu. Uçakların insanın kulaklarını delercesine çıkardığı sesleri olurdu. Gece uyurken bile bu seslerle uyanırdık. Sonra da bomba sesleri gelirdi. “Bom bom bom!” Ardından siren sesleri.
O gece de böyle oldu. Annem ve babam yataktan kalkıp hemen pencereye koştular. Perdeleri kaldırınca ben de yataktan gördüm. Uzakta ateş ve duman vardı. Annem ve babam fısır fısır bir şeyler konuştular. Biz uyanmayalım diye böyle konuşuyor olmalıydılar. Ama biz uyanmıştık bile. Üstelik kardeşim Ayşe, çığlıklar atarak ağlamaya başlamıştı.
Annem, “Piş piş.” sesleriyle Ayşe’nin yanına geldi. Ayşe’ye piş piş yaparak ninni söyledi:
“Atem tutem ben seniŞekere katem ben seniAkşama baban gelende oyKucağına verem ben seni.”
Ayşe bir tek bu ninniyi duyunca susardı. Öyle de oldu. O susunca annem de rahatladı. Çünkü kendi evimizde değildik. Ayşe ağlarken sürekli, “Sus Ayşecik! Bak evde herkes uyanacak.” diyordu. Kendi evimizi bırakıp amcamlara gelmiştik, o yüzden annem, onları rahatsız etmek istemiyordu. Gerçi o uçak seslerine rağmen amcamlar hâlâ nasıl uyuyordu bilemiyordum. Belki de alışmışlardı.
Ertesi gün amcamlarda kahvaltı yaptık. Gece uçan uçaklardan konu açıldı. “Savaş!” diyorlardı.
Onlar böyle konuşurken Ayşe birden, “Bom bom bom!” diye sesler çıkardı. Bunu söylerken bir taraftan da güldü. Sonra o, “Bom bom bom!” dedikçe ben kaçmaya başladım. O da benim peşimden koştu. Beni yakaladığında kahkahalarla güldü. Ben de kollarımı kocaman açıp, “Bom bom.” dedim. Ayşe çok heyecanlandı. Hemen kaçmaya başladı. Ben de onu kovaladım.
Bu oyun Ayşe’yle ilk keşfettiğimiz oyundu.

Amcamlar…
Amcamlarda kalmak başlarda güzel gibiydi, ama zaman geçtikçe evimizi özlemeye başladım. En çok da Robotum Zeytin’i özledim. Buraya gelirken nasıl olduysa onu evde unutmuştum. Oysa yanımdan hiç ayırmazdım.
Babam, “Artık amcanlara gidiyoruz. Hazırlanın!” dediğinde çok az bir zamanımız vardı. Annemle daha önce bu konuyu konuştuklarını duydum. Annem hep karşı çıktı. Sonra nasıl kabul etti bilmiyorum. Galiba bir gece önce duyduğumuz silah sesleri yüzünden.
Bir gece önce sabaha kadar uyumadık. Ayşe hep ağladı. Ben de robotum Zeytin’le sabaha kadar oynadım. Annem, Ayşe’yi durmadan piş pişleyip uyutmaya çalıştı. Yine ninni söyledi. Ayşe ninniyi dinlerken sustu, sonra ağlamaya devam etti. Sabaha kadar da uyumadı.
Ertesi gün babam eve geldiğinde, “Dükkânı açamıyorum.” dedi. Babamın tuhafiye dükkânı oturduğumuz mahalledeydi. Dükkânı neden açamadığını tam olarak anlamadım. Ama sanırım sokaklarda savaş gibi şeyler oluyordu. Para kazanamıyormuş.
Annem, benden Ayşe’yle ilgilenmemi istedi. Sonra babamla birlikte yatak odasına gittiler. Arada bir annemin sesi yükseliyordu.
“Çocuklar ne olacak? Oraya nasıl sığacağız? Kaç gün kalacağız?”
Bizden ayrı bir odada konuştuklarında onları duymadığımızı sanıyorlar. Oysaki her konuştuklarını duyuyoruz. Annemin ses tonundan yüzünün aldığı şekli ve nasıl tepki verdiğini bile tahmin edebiliyordum. Annemin sesi gelirken ben de salonun vitrininden onu taklit ettim. Annem, “Bütün bunları hiç düşündün mü, çocuklar ne olacak?” diye sordu.
Ben gözlerimi kocaman açarak, çaresiz bir ifadeyle ellerimi iki yana kaldırdım. Bu sırada da annemin taklidini yaparak söylediklerini tekrar ettim. Annem, “Biraz daha sabredelim. Belki her şey düzelir.” dedi. Ben birkaç adım atarak, meraklı gözlerle Ayşe’ye aynısını sordum. Ayşe ise beni izledikçe kahkahalarla güldü.
Annem, “Bütün bu olanlara inanamıyorum!” dedi.
Ben omuzlarımı düşürdüm. Gözlerim önümde, ellerim ve tüm bedenim yere doğru eğildi. Ayşe bu sefer şaşkınca bana baktı. Annem yine heyecanla, “Bir kere daha düşünseydin!” dedi.
Ben yine gözlerimi kocaman açıp, ellerimi hafifçe havaya doğru açarak aynısını tekrar ettim. Ayşe bir kere daha kahkahalara boğuldu.
Tüm bunlar olurken babamın sesi hiç duyulmadı. Dışarı çıktıklarında babam, “Artık amcanlara gidiyoruz, hazırlanın!” dedi.
Annem hızlı hızlı odadan odaya koşturarak eşyalarımızı topladı.
Biz şehrin merkezinde oturuyorduk. Amcamların evi aynı şehirde, ama merkeze daha uzak bir ilçedeydi… Babama göre orası bizim oturduğumuz yerden daha güvenliydi.
Yusuf amcam ve eşi Fatma yengenin iki de oğulları vardı. İsimleri Ahmet ve Asım idi.
Zeytin’i evde unuttuğumu amcamlara geldiğimizde fark ettim. Babama, “Zeytin evde kaldı. Onu unutmuşum. Gidip alabilir miyiz?” diye sordum.
Babam, “Şimdi gidemeyiz. Ama bir süre sonra zaten evimize döneceğiz. Biraz sabretmen gerek.” dedi.
Bu cevaba çok üzüldüm. İçimden itiraz etmek geldi ama bunun bir anlamı yoktu. Babam şimdi gidemeyiz diyorsa, gidemezdik.
Zeytin küçük bir robottu. Bir gün cetvelimle boyunu ölçtüm. Tam tamına on iki santimetreydi. Plastikten yapılmıştı. Rengi beyazdı. Elleri, kolları, bacakları hareket ederdi. Yani ellerini, kollarını ve bacaklarını ben hareket ettirirdim. Öyle pilli bir robot değildi. Her tarafı yumuşak plastikti… Başında da bir kaskı vardı.
Yaşadığım her şeyi Zeytin’e anlatırdım. Zeytin’e anlatırken onu Uğur yapardım. Yani benim yerime koyardım. Böylece anlattığım olay ne ise, aynısını Zeytin de yaşamış olurdu. Onu benim yerime geçirerek yaşadıklarımı onun da yaşamasını sağlardım.
Ben olayları anlatırken, Zeytin ellerini kollarını hareket ettirirdi! Yani şey, ellerini kollarını ben hareket ettirirdim. Başını sallardı. Yani ben başını sallardım. Eğer benim anlattığım şeyler onu kızdırırsa uçan bir tekme bile atabilirdi. Kötülük yapanları sevmezdi.
Ona uçan tekme atmanın iyi bir şey olmadığını söyledim. O gün bana bunu Zeynep Öğretmen’im söylemişti. Bir arkadaşım oyun oynarken haksızlık yaptı. Ben de ona çok sinirlendim. Tıpkı çizgi filmlerdeki gibi ona uçan bir tekme atmak istedim. Tabii ki arkadaşım beni öğretmene şikâyet etti.
Aslında o haksız olduğu hâlde, uçan tekme attığım için ben haksız durumuna düştüm. Zeynep Öğretmen, “Kimsenin kimseye vurmaya hakkı yoktur. Yaşadığın haksızlık ne olursa olsun bir başkasına vuramazsın. Haksız da olsan haklı da olsan daima sorunlarını konuşarak çözmek zorundasın.” dedi.
Ben de o gün aynısını Zeytin’e söyledim. Tıpkı öğretmen gibi ellerimi belime koydum. Gözlerimi de kocaman açtım, biraz da öfkeli bir tavır takındım.
“Kimsenin kimseye vurmaya hakkı yoktur. Başkasına uçan tekme atamazsın Zeytin. Haksız da olsan haklı da olsan daima sorunlarını konuşarak çözmek zorundasın.” dedim.
Zeytin de bana başını salladı. Son derece üzgün görünüyordu. Tıpkı benim Zeynep Öğretmen’e başımı salladığım zaman olduğu gibi…

Zeytin’le İlk Tanışma
Bizim evimiz okuluma çok yakındı. Onun için okula kendim giderdim. Yani… Bombalar patlamaya başlamadan önce. Bombalar patlamaya başlayınca beni annem okula götürüp getirmeye başladı. Ne yazık ki sonra okula hiç gitmedim. En sonunda da buraya, amcamlara geldik.
Bombalar patlamaya başladıktan sonra babam da işe gitmedi. Paramız olmadığı için bize yemek yardımı yapıyorlardı. Başka şehirlerden bize yardım geliyordu. Bu yardımlardan birinde, okulumuza oyuncaklar geldi. İşte Zeytin’le o gün tanıştık. Zeytin’i bana Zeynep Öğretmen’im vermişti. Verirken de, “Bu da senin için Uğur.” demişti.
Bana bu oyuncağı gönderen çocuk, artık üniversitede okuyormuş. Çocukken en sevdiği oyuncaklarından biriymiş. Benimle paylaşmaya karar vermiş. Bunları oyuncakla birlikte gönderdiği mektupta yazmıştı. Bir de adının neden Zeytin olduğunu anlatmıştı:
“Bu robot bana hediye geldiğinde bir kitap okuyordum. Okuduğum kitapta denizler tanrısı Neptün diye birisi vardı. Atina isimli bir şehri yönetmek istiyordu. Orayı yönetmek isteyen bir başka kişi de zekâ ve aydınlık tanrıçası Minerva idi. Atina’nın sahibi Jüpiter, Neptün ve Minerva arasında bir yarışma düzenledi. İnsanlara en yararlı şeyi hangi tanrıça verirse Atina şehri onun olacaktı.
Denizler Tanrısı Neptün tuzlu bir göl verdi. Tuzlu göl denizler tanrısının verebileceği en iyi şeydi.
Zekâ ve aydınlık tanrıçası Minerva ise zeytin ağaçları hediye etti. Çünkü zeytin ağaçları insanların yaralarını iyi edecek şifaya sahipti. Üstelik karanlık, kötü şeyleri de aydınlık yapıyordu. Savaşları sonlandırıp barış getiriyordu. Jüpiter yarışmayı Minerva’nın kazandığını söyledi. Çünkü insanlar için en yararlı hediyeyi zeytin ağacı ile Minerva veriyordu.
İşte o zaman, okuduğum bu kitaptan çok etkilendim. Robotumun adını Zeytin koymaya karar verdim. Gerçi robotun rengi beyazdı. Zeytin ise siyah ya da yeşil renkliydi. Ama zaten zeytin ağacının da, karanlıkları aydınlık yapan bir yönü vardı. Savaşları sona erdirmek ve insanları barışa davet etmeyi sembolize ediyordu. Üstelik yaraları da iyileştiriyordu.
Şimdi sen Zeytin’in yeni sahibisin. Çocukken ben bu robotla çok oynadım. Oynarken yaşadığım şeyleri ona anlatır, aynısını ona yaptırırdım. Onunla oynarken bütün yaralarımı iyileştirdim. Şimdi senin de yaralarını iyileştirsin diye onu sana gönderdim. Ona iyi bak. Kim bilir, belki bir gün insanları barışa da davet eder.
Hoşça kal.
Not: Eğer bana yazmak istersen aşağıda adımı ve adresimi de gönderiyorum. Konuşmak istersen telefon numaram da var. Bana Zeytin’den arada bir haber gönderirsen çok sevinirim.”
O gün okulda mektubu okumak için vaktim olmadı. Yeni oyuncağım ise beni çok sevindirmişti. Oyuncağı kutusundan çıkardığımda bir süre yüzüne baktım. Zeynep Öğretmen de yanımdaydı. Başımı okşayarak, “Ne kadar güzel gülümsüyor. Tıpkı senin gibi Uğur!” dedi. Robot oyuncağımla sevinçten adeta havalara uçarak eve gittim. Anneme robotum Zeytin’i gösterdim.
“Anne bak bak, bugün birisi bana bunu hediye göndermiş. Adı Zeytin.” dedim ve annemin boynuna atladım. Sonra birlikte mektubu okuduk. Mektup ve robot o kadar güzeldi ki akşama kadar mektubu tekrar tekrar okuyup, Zeytin’le oyunlar oynadım.
Akşam babam geldiğinde ona da sevinçle robotumu anlattım. Bana bu oyuncağı gönderen çocuğun adı Umut’tu. Umut’un mektubunu babama da okudum. Babam, “Umut, ismi gibi oyuncak göndermiş sana. İstersen bu oyuncağı gönderen çocuğu arayıp teşekkür edebilirsin.” dedi.
Babamın sözlerini tam olarak anlamadım. “İsmi gibi oyuncak mı?” diye sordum.
Annem güldü. “Evet, umut güzel bir şeydir. Olmasını istediğimiz şeyleri umut ederiz, olsunlar diye. Umut etmek keyiflidir. Sevinç verir insana. Tıpkı senin sevinçle dolduğun gibi… Onun için baban, ‘Umut gibi oyuncak göndermiş.’ dedi.”
Bu açıklamanın ardından tekrar gözlerim ışıldamaya başladı. Şimdi anlamıştım babamın ne demek istediğini. Umut’un yazdığı mektup babama umut gibiydi. Çünkü umut ettiği şeyler vardı. Bu oyuncak hepimize sevinç verdi.
O akşam birlikte Umut’u arayıp ailece teşekkür ettik. Sonraki zamanlarda da arada bir telefonla haberleştik.
Amcamlarda olduğum o gün ise Zeytin yanımda değildi. Zeytin’i evde unuttum. O benim umut ettiğim şeydi. Acaba umudumu da evde mi unuttum?
Amcamların evi başlarda keyifli gibiydi. Amcamın Ahmet ve Asım diye iki oğlu vardı. Ahmet benimle yaşıttı. O da üçüncü sınıfa gidiyordu. Asım abi ise liseye…
İlk günler Ahmet’le birlikte sokakta oyunlar oynadık. Bir sürü arkadaşı vardı. Ahmet’i arkadaşlarıyla gülüp eğlenirken görünce kendi arkadaşlarımı özlediğimi fark ettim. Biz de arkadaşlarımla çok güzel eğlenirdik. Sonra da futbol oynamaya başlayınca her şeyi unuttum.
Ahmet’in benden farkı okula gidebilmesiydi. Ben ise buraya gelmekle Zeytin’i kaybettiğim gibi okulumu da kaybetmiştim. Babamın söylediğine göre bir süre sonra eve dönecektik. Onun için sabretmeye çalıştım.
Ahmet okula gidip gelirken hep onu izledim. Çantasını nasıl hazırlıyor, formasını nasıl giyiyor, çantasına neler koyuyor, kalemliğinde ne renk kalemler var, okuldan gelince ne yapıyor, çantasından defterlerini nasıl çıkarıyor, kitaplarını nasıl okuyor, hepsini izledim.
O tüm bunları yaparken bazen tuhaf bir duyguya kapıldım. Ona öfkelendiğimi fark ettim. Bir gün çantasından gizlice kalemini, defterini alıp sakladım. Ahmet telaş içinde çantasını aradı. Evin her bir tarafına baktı. Bir türlü aradıklarını bulamadı. Annesine öfke ve telaşla aradıklarını sordu. Hep birlikte onun kaybolmuş eşyalarını ararken nedense ben mutlu oldum. Benim mutlu olduğumu ise kimse bilmedi. Benden başka…
Yine de sonradan yaptıklarıma pişman oldum. Aslında ben kötü bir çocuk değildim. Neden böyle davrandığımı bir türlü anlamadım.
Bir keresinde Ahmet yine okuldan eve geldi. Onu öyle okul formasının içinde, sırtında çantasıyla görünce kötü oldum. Sanki üstüme kocaman bir ağırlık çöktü. Ya da o ağırlık tam kalbimin üzerindeydi. Ahmet üstünü değiştirmek için odasına gittiğinde çantasına doğru gittim.
Gitmişim yani. Çantasının fermuarını açmışım. İçini karıştırıyormuşum. Ben nasıl o çantanın yanına gittim, bilmiyordum. Nasıl o çantanın fermuarını açtığımı bilmiyordum. Ya da buna nasıl karar verdiğimi de bilmiyordum. Tek hatırladığım Ahmet’in bana bağırmasıydı.
“Hırsız! Hırsızsın sen! Demek çantamın içindekileri sen alıyordun? Şimdi ne alacaksın bakalım çantamdan?”
Ahmet öfkeyle bana vurmaya başladı. Ben, “Bir şey almadım çantandan. Yapma!” dedim.
Kendimi savunmaya çalışırken annem ve Fatma yenge koşarak yanımıza geldi. Bizi ayırmaya çalıştılar. Daha doğrusu beni, Ahmet’in elinden aldılar. Eğer biraz daha geç kalsalardı Ahmet beni parça parça edecekti.
Fatma yenge, “Ne vuruyorsun çocuğa?” diye sordu Ahmet’e.
Ahmet, “Hırsız o!” dedi. “Çantamı karıştırırken yakaladım. Ben yokken çantamı karıştırıyordu.” dedi. O an annemle göz göze geldik. Ağzı ve gözleri kocaman açılmış bana baktı. Çaresizce bağırarak ağlamaya başladım.
Bir taraftan da, “Ben hırsız değilim. Çantasının fermuarı açıktı. Onu kapatmak istedim. O sırada içeri Ahmet girdi. Beni öyle görünce hırsız diye bağırmaya başladı. Ben hırsız değilim!” dedim.
Ben öyle bağırıp ağlarken annem hiçbir şey söyleyemeden öylece kalakaldı.
Fatma yengem, “Yanlış anlamışsın, özür dile Uğur’dan.” dedi Ahmet’e.
“Hayır!” diye cevap verdi Ahmet. “Yalan söylüyor, çantamın fermuarı açık değildi.”
Fatma yenge yine bağırdı Ahmet’e. “Sus artık Ahmet. Çabuk özür dile!”
Ahmet, bana öyle öfkeli baktı ki unutamıyorum. Özür de diledi. Ama isteyerek yapmadığı belliydi.
Fatma yenge, Ahmet’e eşyalarını toplayıp odasına gitmesini söyledi. Anneme, “Çocuk onlar, kusura bakma.” dedi.
Annem de, “Yok canım, Uğur da eline koluna hâkim olsun. Ahmet’in çantasının fermuarını kapatmak da ne demek oluyormuş? Ne karışıyor başkasının eşyasına.” dedi ve sonra Uğura döndü. “Yürü bakalım Uğur, seninle konuşacaklarımız var.” Beni odamıza götürüp bir güzel azarladı.
“Bu hareketler ne demek oğlum. Sen niye karıştırdın çocuğun çantasını?”
Annem konuştukça daha çok utandım. Ama ben Ahmet’in çantasını nasıl karıştırdığımı bilmiyordum. Yani biliyordum. Ben aslında Ahmet gibi okula gitmek istiyordum.
Annem sonra, “Sen ne kötü bir çocuk oldun!” dedi. Düşündüm. Ben kötü bir çocuk muydum?
Belki de tüm bunların nedeni Zeytin’in yanımda olmamasıydı. Yanımda olsaydı onunla oynayıp, gün boyu yaşadıklarımı canlandırırdım onunla. Böylece yanlışlarımı da görürdüm. Bir daha da yapmazdım o yanlışları, ama Zeytin yoktu işte. O olmayınca nerede yanlış yaptığımı anlayamıyordum ki! Aslında benim hiçbir suçum yoktu. Ben kötü bir çocuk değildim!
Yoksa öyle miydim?
Ben kötü bir çocuk muydum?

Yolculuğa Hazırlık
O günden sonra Ahmet, benimle konuşmadı. O arkadaşlarıyla oynarken ben onları hep uzaktan seyrettim.
Bir de Ahmet’in abisi Asım abi vardı. Uzaktan seyrettiğim… Amcam onun için, “Delikanlılık zamanında, ele avuca sığmıyor. Söz dinlemiyor. Her şeye kafa tutuyor.” diyordu.
Asım abinin okulu da Ahmet’inki gibi öğlene kadardı. Eve gelince çantasını salona fırlatır, kapıyı çarpar çıkardı. Bu geliş gidişlerde, salonda ya da evde benimle karşılaşırsa, “Ne haber ufaklık.” der, sonra da cevabı dinlemeden yoluna giderdi. Benden başka birisini görürse, onlara hiçbir şey demezdi.
Annesi, “Bir yemek ye oğlum.” dediğinde, “Dışarıda arkadaşlarla yedik.” ya da, “Dışarıda arkadaşlarla yiyeceğiz.” diye hızlıca cevap verir ve aceleyle giderdi.
O evden çıkarken koşarak pencereye giderdim. Asım apartmandan çıkıp, köşede arkadaşlarını beklerdi. Bazen de o gitmeden arkadaşları gelmiş olurdu. Sonra da hep beraber gözden kaybolup giderlerdi.
Nereye giderlerdi bilmezdim. Ama gece geç gelirdi. Geldiğinde de amcamı onu beklerken bulurdu. Amcam, Asım abiye hep bağırırdı.
“Saat kaç oldu biliyor musun? Bu saatte eve gelinir mi? Nereye gittiğini de söylemiyorsun…”
Ayşe uyuduysa bu bağırma sesleriyle ağlayarak uyanırdı. Annem ise yine ninniler söyleyerek Ayşe’yi uyutmaya çalışırdı.
“Atem tutem ben seni,Şekere katem ben seni…”Babam bazen uyanır bazen de uyumaya devam ederdi.
Ben ise amcamı dinlerdim. Asım abinin o kadar geç vakitlere kadar ne yaptığını merak ederdim. Annem ve babamsa benim uyuduğumu zannederdi.
Bir gün yine amcam, Asım abiye bağırmaya başlayınca annem, babama dönüp, “Her şey ters gidiyor.” dedi. “Daha ne kadar kalacağız burada? Bu çocuklarla baş edemiyorum artık.”
Ayşe her gece ağlardı. Ben de artık kötü bir çocuk olmuştum. Demek ki annem bizimle baş edemiyordu.
Üstelik savaş dedikleri şey, artık amcamların evinin yakınlarına da gelmişti.
O geceki konuşmalarından, orada da çok durmayacağımızı anladım. Babam çok uzakta, deniz kenarında bir başka şehirden bahsediyordu.
Galiba bütün bu olanlardan dolayı tek umutsuz ben değildim. Annem ve babam da burada olmaktan dolayı umutsuzdu.
Benim umudum uzaktaki evimizde ve diğerlerindeydi. Zeytin, okulum, öğretmenim ve arkadaşlarımda kalmıştı.
Babamın umuduysa uzakta, deniz kenarında bir şehirdeydi.
Acaba evimize tekrar dönebilecek miydik?
Anne ve babamın o geceki konuşmalarından çok kısa bir süre sonra yolculuk hazırlığımız başladı. Valizlerimizi çıkardık. Giysilerimizi ve eşyalarımızı valizlere koyduk.
Bu sefer valizlere giysi ve eşya koyan sadece biz değildik. Amcamlar da kendi valizlerini hazırladı. Demek ki onların da deniz kenarında bir şehirde umudu vardı.
Aslında sadece amcam umutluydu. Yani uzaktaki o şehirden bahsederken sadece amcam mutlu oluyordu. Fatma yenge ise valizlere giysileri koyarken sürekli geri dönmekten bahsediyordu. Ya da evlerini özleyeceğini söylüyordu. Ahmet ve Asım abi de eşyalarını toplarken arkadaşlarından falan söz ediyordu.
Anneler ve çocuklar sürekli kendi evlerinden ve geri dönmekten bahsederken, babaların, deniz kenarındaki uzak şehirlerden söz etmesi çok garipti. Babalar o şehirlerden bahsederken uzaklara bakıp gülümsüyordu.
Annelerin ve çocuklarınsa suratları asıldı. Babalar gülümseyerek bundan bahsettiklerine göre, gitmek onları mutlu edecekti. Yani gitmek istiyorlardı. Anneler ve çocuklar ise mutsuz olduklarına göre gitmeyi pek istemiyorlardı.
Babaların bu kadar istekli olması garipti. Neden evdeki herkes isteksizken babalar bu kadar istekliydi ki? Herkes olduğu yerde kalmak istiyordu, ama babalar istemiyordu. Herkes evinden, arkadaşlarından, sevdiklerinden söz ediyordu. Babalarsa gidecekleri yerden söz ediyordu. En sonunda bu konuyu annemle konuşmaya karar verdim.
“Anne, biz aile olarak evimizde kalmak istiyoruz. Fatma yenge ve onların çocukları da öyle… Ama babam ve amcam kalmak istemiyor. Baba oldukları için mi?” diye sordum.
Anneme sorduğum soru ilginç gelmiş olmalıydı. Valize çiçekli elbisesini koyarken birden durdu, “Burada artık iş imkânı olmadığından çalışamazlar. Geçinemeyiz. Yani paramız yok. Yeni yerde çalışmayı umuyorlar. Bir de babalar pek öyle duygularını belli etmezler. Belki ondandır.” dedi.
Bu cevabın birazını anladım. Ama babaların neden duygularını belli etmediklerini anlamadım. Bunu bir de babama sormaya karar verdim.
“Baba, sen ve amcam neden buradan gitmeyi çok istiyorsunuz? Baba olduğunuz için mi? Annemin dediği gibi babalar duygularını belli etmez mi?” dedim.
Babam zaten annemle konuştuklarımızı duymuştu. Yanımızdaydı. Bana kocaman bıyıklarıyla gülümsedi.
“Benim babam duygularını hiç belli etmezdi.” dedi ve konuşmaya devam etti. “Ben onun kadar sert değilim. Erkekler öyle olur. Öyle her şeye ağlayıp sızlamazlar. Evden ayrılmak bana da çok zor geliyor, ama buradan gitmek zorundayız. Çocuklar ve kadınlar üzülüp ağlasalar da babalar güçlü olmak zorundadır.”
Bu cevapla iyice kafam karıştı. Dedem de zamanında çok sertmiş demek. Sert demek ne demekti?
Babama, “Sert derken ne demek istedin?” diye sordum.
“Sert demek, yani sertlik demek duygulara yenilmemek demektir. Evden ayrılmak üzüntü verici olsa da babalar sert ve dimdik durur.”
Babalar, üzüldüklerini belli etmedikleri gibi başka hangi duyguları gizlerlerdi acaba? Öğretmenim olsaydı bunların hepsini cevaplardı. Ahmet’le de bunları konuşabilirdik, ama o benimle konuşmuyordu. Ben de Asım abiye sormaya karar verdim.
Asım abiye, “Babalar neden sert ve dimdik olmak zorundadır?” diye sordum. Annemle babamın anlattıklarını bir çırpıda ona da anlatıverdim. Benimle konuşmaya hiç niyeti yoktu.
“Git başımdan ufaklık. Eşyalarımı topluyorum.” dedi.