
Полная версия
BIR ACAYIP KEHANET

BUKET TAHMAZ SAVAS
BIR ACAYIP KEHANET
Bu Ne Biçim Masal?

“Sonra, prensin karşısına kocaman bir dev çıkmış. Bu dev öyle korkunçmuş ki, iki gözünün üzerinde bir gözü daha…”
“Üç göz mü? Üç olmaz, yedi gözü varmış.”
“Tamam. Yedi gözü varmış. Sonra, iki in…”
“Gözlerinin dört tanesi korsan gözü gibi kapalıymış. Üç gözünden biri siyah, biri kırmızı, biri de maviymiş.”
“Ona da tamam. Sonra, iki insan boyunda sivri ve keskin dişleri…”
“Iıh… Bu dişler de olmaz. Dişleri testere gibiymiş, ama ağzını her açtığında ‘kıırrr’ diye çalışan kocaman testerelermiş.”
“Peki, dişleri de testereymiş. İki kolunu birden kaldırdığında…”
“Beş kolunu kaldırdığında…”
Mert’in bu düzeltmelerine karşın sabırla masalına devam etti büyükanne.
“Beş kolunu kaldırdığında kuvvetli bir rüzgâr estiriyor, korkunç ayı pençeleri ile yakaladığı her şeyi ezi…”
“Eziyet ama buuu!..” diye çırpınmaya başlayan Mert, masalın devamını duymamak için elleriyle kulaklarını tıkadı. Büyükannesi ise her zamanki yumuşak ses tonuyla torununu sakinleştirmeye çalıştı.

“Şimdi sakin ol ve neyin eziyet olduğunu düzgünce anlat bakalım yavrucuğum?”
“Bu ne biçim masal büyükanne? Bu masal bir eziyet…”
“Ne demek eziyet?”
“Benim büyüdüğümü görmüyor musun? Artık ortaokula gidiyorum ama sen bana her gece masal anlatmaya devam ediyorsun. Üstelik modası geçmiş, heyecanlandırmayan, korkutmayan masallar. Ayrıca ayı pençeleri hiç korkunç olur muymuş?”
“Elbette korkunç. Bırrr, düşündüm ve bak, içim titredi korkudan!”
Babaannesinin bu son cümlesine kıkırdayan Mert, hemen korkunç devin korkunç ellerinin nasıl olmasını gerektiğini anlattı.
“Beş kollu devin iki kolu vücudunun sağında, iki kolu solunda, beşinci kolu da sırtındaymış. Sırtındaki kolunu şimdiye kadar hiç kimse görmediği için eli de nasılmış kimse bilmiyormuş. Diğer dört kolundaki dört eli ise korkunçmuş. Bir eli helikopter pervanesi gibiymiş. Pervane döndükçe etrafa yeşil yeşil, salyaya benzeyen bir sıvı saçıyormuş.”
“Of Mert, midem bulandı…”
“Dur büyükanne, daha bitmedi. Sonra, diğer eli balon şeklindeymiş. Balonun ağzı açıldıkça ortalığa çürük yumurta kokulu radyoaktif madde salıyormuş…”
Midesi iyice bulanan büyükanne yüzünü ekşiterek torununa çıkıştı.
“Öğk, vallahi şimdi kusacağım. Oğlum yeter!”
“Yetmez. Üçüncü eli dev bir kapsül şeklindeymiş.”
“Hah, bu normal işte! Ee, kapsüle düşmanlarını hapsediyormuş, değil mi evladım?
“Hayır büyükanne. Kapsülün içinde fıstık ezmesi, pekmez, turşu suyu, peynir, bozuk süt ve acı biberli, ballı bir karışım varmış. Bu karışımı yakaladığı kurbanlarına zorla içiriyormuş.”
Bir eliyle ağzını bir eliyle de midesini tutan büyükanne öğürmekten konuşamaz hâle gelince Mert daha da keyiflendi ve anlatmaya devam etti.

“Dördüncü eli ejderha kafasıymış. Kafa ağzını her açtığında içinden…”
“Kükreyerek alev mi çıkartıyormuş?”
“Of büyükanne! O çok sıradan. Ağzını her açtığında kulakları tırmalayan çok güçlü bir çığlık duyuluyormuş. Titanyumdan yapılmış beş çatallı dilinin her bir çatalından düşmanını moleküllerine ayıran negatif iyon yüklü ışınlar saçıyormuş.”
Ağzı açık bir hâlde torununu dinleyen büyükanne şaşkınlık içinde Mert’in masalına müdahale etti.
“Oğlum, bu nasıl masal? Midem ağzıma geldi. Ayrıca son söylediğin kelimelerin hiçbirini de anlamadım.”
Mert ise çokbilmiş bir tavırla yanıt verdi.
“Aman büyükanne, artık masallar ve hikâyeler böyle. Bizim yaşımızdakiler için sizin masallarınızın modası çoktan geçti. Senin bu masalını anca üç yaşındaki bebekler dinler.”
Bu cümle karşısında çok üzülen büyükanne, çene yarıştırıp torununun uykusunu kaçırmak istemediği için kendi masalına kaldığı yerden devam etti. Torunu ile bu konuyu uygun bir zamanda uzun uzun konuşacaktı.
“Sonra, tek amacı güzeller güzeli prensesi devin elinden kurtarmak olan yakışıklı prens kahramanca kılıcını çekmiş ve…”
“Iıh, olmaz! Tek amacı ülkesinde oynanacak şampiyonlar ligi final maçına yetişmek olan forvet oyuncusu prens…”
“Aaa, yeter artık! Bütün masalı değiştirdin.”
“Ama büyükanne, böyle daha güzel ve heyecanlı… Sizin zamanınızın masalları çok sıkıcı… O yüzden artık kimse o masalları dinlemiyor ve sevmiyor.”
Mert’in sitemine üzülse de belli etmemeye çalıştı büyükannesi.
“Öyle mi bay çokbilmiş? Pekâlâ, söyle bakalım. Senin masalının vermek istediği mesaj ne?”
“Hiçbir canavar futbol maçına gitmemizi engelleyemez!”
Sinirleri bozulan büyükanne göbeğini zıplata zıplata gülmeye başladı. Bir yandan kahkaha atarken diğer yandan da torununa, masallarda ve hikâyelerde verilen mesajların hayat mücadelesinde kendisine nasıl yararlı olacağını açıklamaya çalıştı. Ama bu çabası nafileydi. Mert büyükannesinin sözlerini duymamıştı. Çünkü uykusunun en derin yerinde kendi masalının kahramanı olmaya çalışıyordu.
Bu Ne Biçim Prenses?

Yatağı hiç bu kadar sert gelmemişti Mert’e. Uyandığında her yeri ağrıyordu. Kollarını ve bacaklarını uzatarak gerindi. Esneyerek gözlerini açtığında vücudundaki ağrıların sebebini anladı. Yatağı yerine yerde yatıyordu, ama zeminde kendi halısı yoktu. Halı yerine eskimiş ahşap döşemeler gördü.
Etrafına şaşkınlık içinde bakındı. Burasının kendi odası olmadığı kesindi. Futbol topu büyüklüğündeki gri taşlarla örülü duvarları olan küçük bir odadaydı ve içeride hiç eşya yoktu. Odanın, ancak bir çocuğun geçebileceği büyüklükte tek bir penceresi vardı, pencerenin tam karşısında da demir parmaklıklarıyla eski bir kapı… Burası büyükannesinin masal kitaplarında gördüğü zindanlara benziyordu.
Nerede olduğunu anlamaya çalışırken, sanırım rüya görüyorum, diye düşündü. Yerden kalktı ve kapıya doğru yöneldiği sırada duyduğu sesle irkildi.
“N’aber?”
Şaşırdı. Demek yalnız değildi. Kapıya ulaşarak parmaklıkların arasından kafasını dışarı doğru uzattı. Kafası rahatlıkla dışarı çıkmıştı. “Bu ne biçim zindan? Ben buradan rahatlıkla kaçabilirim ki!” diye mırıldanırken aynı sesi tekrar duydu.
“N’aber dedim!”
Kafasını kaldırdığında odanın tam karşısında başka bir oda daha olduğunu gördü ve sesin kaynağıyla karşılaştı. Karşıdaki odanın da demir parmaklıklı eski bir kapısı vardı. Parmaklıkların ardında da garip kıyafetli bir kız duruyordu. Tıpkı büyükannesinin masal kitaplarındaki prenseslere benziyordu. Mert, “İğk, bir prenses masalının rüyasını mı görüyorum yani?” diye mırıldanırken kız kaşlarını çatmış bir hâlde kendisine laf atmaya devam etti.
“Sağır mısın?”

“Sen de kimsin?” diyen Mert’e hayretler içinde bakarak cevap verdi kız.
“Ah! İnanamıyorum sana! Beni nasıl tanımazsın? Ben güzelliği dillere destan Prenses Defne’yim tabii ki. Sen de beni kurtaracak olan prenssin.”
Duyduklarından midesi bulanan Mert, “Ah büyükanne ah! Sonunda senin masalların benim kâbusum oldu işte…” diye söylenerek kızdı büyükannesine. Bir yandan parmaklıklar arasından geçmeye çalışırken diğer yandan da prensese cevap verdi.
“Sen prenses misin değil misin bilemem. Ama ben kesinlikle prens falan değilim.”
“Öylesin ve beni devin elinden kurtarmak zorundasın!”

“Hayır, değilim.”
Mert’in tavırlarına sinirlenen Prenses Defne, “Evet, zorundasın. Masalın kehaneti böyle çünkü!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Bu sırada Mert parmaklıklar arasından bedenini kurtarmayı başarmıştı. Artık zindan odasında değildi.
“Senin masalın beni ilgilendirmiyor. Kendi başının çaresine bak.”
Şaşkınlık ve üzüntü içindeki prenses gözleri dolu bir hâlde cevap verdi.
“Ama nasıl olur? Sen, devin boynundaki anahtarı alarak beni bu zindan kulesinden kurtaracak olan prenssin. Doğduğumdan beri bu masalı dinledim ben.”
Umursamaz bir tavırla omzunu silkeledi Mert.
“Küçükken bu masalı ben de dinledim, ama artık bizim oralarda masallar böyle değil prenses. Hem neden prenses diyorum ki sana? Bu, benim masalım değil ve sen de benim prensesim değilsin DEFNE!”
Mert’in bu ukala tavırları ve yardıma ihtiyacı olan birine sırtını dönmesi prensesi çok üzdü. Neredeyse ağlamak üzereydi Defne. Çenesi titreyerek çok vaktinin kalmadığını anlatmaya çalışsa da Mert onu konuşturmadı.
“Kusura bakma ama kendi başının çaresine kendin bak!”
“İyi de nasıl? Ben burada tutsağım!”
“Ne bileyim, zehirli bir elma yiyebilirsin mesela. Ya da bir kurbağa bulup öpebilirsin veya saçlarını uzatıp kuleden aşağıya sarkıtabilirsin. Her hâlükârda prensin gelip seni bulur nasıl olsa. Sizin masallarınız böyle ya!”
“Benimle dalga geçmeyi bırakır mısın? Evet, kehanetin vakti geldiği için rüya kanalıyla bizim dünyamıza açılan kapıdan geçtin. Yani boyut değiştirdin. Şimdi de üzerine düşen görevi yapmalısın.”
“Peh, saçma masalların saçma kahramanlarının saçma sapan görevleri…”
“Ama…”
“Off, çok sıkıldım. Ben gidiyorum. Sen de nasıl kurtulacağını düşünmeye başla bence… ya da başlama. Sen bilirsin. Nasıl olsa bol bol vaktin var Defne!” derken çoktan arkasını dönmüş gidiyordu Mert. Çaresiz prenses, son kez arkasından seslendi.
“Lütfen gitme! Yarın güneş tam tepedeyken sarayımda olmak zorundayım. Bu çok önemli…”
Ama Mert cevap vermeye bile tenezzül etmeden yoluna devam etti. Prenses Defne ise hayal kırıklığı içinde gözlerini kapadı ve kendi kendine mırıldandı.
“Sarayımda olmak zorundayım. O kupa maçına yetişmek zorundayım.”
Akan gözyaşlarını silip gözlerini açtığında Mert’i karşısında dikilirken buldu.
“Kupa maçı mı dedin?”
“Sen bana mı dedin?”
“Sen kupa maçı mı dedin?”
Mert’e kızgın ve kırgın olan Defne, kollarını göğsünde kavuşturarak ayağını sertçe yere vurdu ve prense arkasını döndü ama prens ısrarcıydı.
“Cevap versene, kupa maçı mı dedin?”
“Önce kibar ol lütfen! Bu bir prense hiç yakışmıyor…”
“Sana kaç kere söyledim, ben prens falan değilim!”
Hâlâ arkası dönüktü prensesin.
“Hem kabasın hem de saygısızsın Bay Prens…”
“Yeteeerrr! Ben prens değiliiimmm!” diye avazı çıktığı kadar bağıran Mert’e, sakinliğini koruyarak cevap verdi Defne.
“Öyle mi? Üzerindeki kıyafetler öyle demiyor ama…”
Şaşkınlık içinde kıyafetlerini inceledi Mert. Üzerinde pijamaları olması gerekirdi. Oysa tıpkı büyükannesinin masal kitaplarındaki prensler gibi giyinmişti. “Ama bu nasıl olur?” diye mırıldanırken, “Tabii ya! Ben rüyadayım. Rüyalarda her şey olabilir…” diye cevapladı kendi sorusunu.
“Kıyafetlerimi boş ver de şu soruma cevap ver bakalım. Sen az önce kupa maçı mı dedin?”
“Lütfen diyeceksin!”
Prensesin biraz inatçı olduğunu fark eden Mert, bu ne biçim prenses, diye geçirdi içinden. Oflayarak cümlesinin başına lütfen koydu ve sorusunu yineledi. Prenses Defne tekrar eski heyecanına kavuşmuştu. Prensin kendisine yardım edeceği düşüncesi ile Mert’e dönerek parmaklıklara sarıldı.
“Bana yardım edeceksin değil mi?”
“Bir dakika bir dakika… Şu kupa maçından bahset bakalım biraz…”
“Lütfen!”
“Of, tamam. Lütfen şu kupa maçının ne olduğunu bana anlatır mısın saygıdeğer prenses?”
Mert her ne kadar dişlerini sıkarak söylemiş olsa da bu cümle Defne’nin çok hoşuna gitti. Bir çırpıda (!) anlattı kupa maçının ne olduğunu…
“Bizim eşi benzeri olmayan krallığımız beş diyardan oluşuyor: Ateş Diyarı, Toprak Diyarı, Su Diyarı, Hava Diyarı ve krallığın merkezindeki Altın Diyarı.”
“Hımm, elementler. Neden şaşırmadım acaba?”
“Sözümü bölmezsen sevinirim. Yakın zamana kadar bizim krallığımızdan daha güzel başka bir krallık, bizim halkımızdan daha mutlu başka bir halk yoktu. Krallıkta yaşayan hayvanlar bile, bitkiler bile çok mutluydu. Kimse kimseye kötü davranmıyor, kimsenin malı mülkü çalınmıyor, hiç kimse bir başkası için kötülük düşünmüyordu.
“Puff, çok sıkıcı. Hemen şu kupa maçı konusuna gelir misin?”
“Bunları anlatmadan olmaz. Zaten özet geçiyorum. Sabırlı olur musun lütfen?”
“Hah hah ha, bak bu komikti işte. Kızlar hiçbir zaman özet geçemez. Yani sizin özetiniz bile 15 milyar kelime içeriyor.”
Mert’in kızlar için söylediği bu saçma sapan şeyleri umursamadı Defne. O da erkeklerin nasıl olduğunu anlatabilirdi ama o zaman bu tartışma hiç bitmezdi. Buna vakti yoktu çünkü zaman hızla akıyordu ve yetişmek zorunda olduğu bir maç vardı.
“Komşu ülke yani Kara Diyar kralının erkek kardeşinin karısının amcasının oğlunun oğlu…”
“Off!..”
“Her neyse, siyahlar giyinmiş bir adam bir gün kapımıza geldi. Güzel ülkemdeki tüm güzelliklere göz dikip kötülüğü topraklarımıza, sonra da tüm masal dünyasına yaymak isteyen Kara Diyar’ın Kara Kralı’nın Kara Şövalye’si olduğunu sonradan öğrendik.”

“Kara Diyar mı? İsmini duyunca nedense bir ürperme geldi.”
“Ürpermekte haklısın çünkü Kara Diyar kasvetin, kederin, mutsuzluğun, acı ve gözyaşının olduğu, sadece kötülüğün hüküm sürdüğü korkunç bir yer. Kötü adam kendi ülkesindeki bu kötülüklerden kurtulmak ve bizim mutlu ülkemize yerleşmek istediğini söyleyince benim iyi niyetli kral babam onun bu isteğini kabul etti. Önceleri hiçbir sorun yoktu, kötü adam bizlerle beraber mutlu mesut yaşıyor gibi görünüyordu. Diyar diyar geziyor, üç gün orada beş gün burada neşe içinde hayatını sürdürüyordu. Daha doğrusu biz öyle olduğunu sanıyorduk. Meğer karanlık hedefi için karanlık adımlar atıyormuş.”
“Kupa maçına gelelim artık.”
“Anlatıyorum işte. Kara Şövalye, gezgin hayatını yaşarken birgün Masal Diyarı’nın güç kristali yakut kupamız kayboldu. Tüm diyarları aradık, taradık ama hiçbir yerde bulamadık. Yakut kupanın içinde mistik bir güç vardır. O güç uyandırıldıktan sonra ne için kilitlenirse tüm diyarlara o yayılır. Yani iyilik isterse iyilik, kötülük isterse kötülük.”
“Yakut kupanın gücünü en son atalarım iyilik için kilitlemişti. O yüzden sadece soyun devamı olan babamın eliyle açılabilirdi. Bu yüzden babamı korumaya aldık ve kupayı aramaya devam ettik. ”
“Kupanın içinde güç mü var? Of! Çok sıkıcı. Saçma bir masalın saçma sapan kristallerini anlatıyorsun prenses.”
“Saygısızlaşma lütfen. Kupa maçını sordun, ben de anlatıyorum işte.”
Defne’nin uyarısı utandırsa da içinden, “Amma gevezesin, bir türlü gelemedin kupa maçına!” diye söylenmeden duramadı Mert. Prenses kaldığı yerden devam etti anlatmaya.
“Aramalarımızı sürdürürken yakut kupanın Kara Diyar’da olduğuna dair söylentiler yayılmaya başladı. Eğer bu doğruysa hırsız Kara Şövalye’ydi ve bir sonraki adımı babamı bulmaktı. Yani babamı korumaya almakla çok akıllıca davranmıştık. Kara Diyar’dan gelen haberle söylentilerin doğru olduğunu anladık. Yakut kupa oradaydı ve babamı istiyorlardı. Kabul etmedik. Günler süren görüşmelerin sonunda Kara Şövalye, “Sizi sahada yeneriz!” diye bir iddia attı ortaya. Babamın en dayanamadığı şey böyle bir iddiaydı. Kara Diyar’ın teklifini kabul etti. Müsabakalar topraklarımızın en küçük ve en uzak diyarı olan Hava Diyarı ile başlayacak ve tüm diyarlarımızda oynanacaktı. Sonuçta biz kazanırsak yakut kupayı geri alacaktık. Kaybedersek babam kendi ayaklarıyla Kara Diyar’a gidecek ve gücün kilidini açacaktı. Kupa Ma…”
Beklenen anın gelmesiyle prensesin sözünü böldü Mert.
“Hah! Müsabakalar! Nihayet futbola gelebildik.”
“Futbol mu? O da ne?”
Şimdi ikisi de birbirine şaşkın şaşkın bakıyordu. Birkaç saniye süren sessizliği Mert bozdu.
“Futbol işte! Kupa maçı, müsabakalar, futbol!”
“Futbolun ne olduğunu bilmiyorum. Kupa maçını da anlatıyorum zaten. Biraz sabırlı olsan anlayacaksın Bay Prens…”
Prens kelimesini duyunca tekrar öfkelenen Mert, Defne’ye bir daha kendisine prens dememesini, isminin Mert olduğunu söyledi.
“Pekâlâ, Prens Mert…”
“Sadece Mert!”
“Mert. Sıra zaten kupa maçını anlatmama geldi.”
“Dur dur, anlatmana gerek yok. İçinde futbol olmayan hiçbir maç beni ilgilendirmiyor. Bir saattir seni boşuna dinliyormuşum. Kupa maçıymış, peh… İçinde top, file, hakem, düdük ve futbolcu olmayan maçı ben ne yapayım?”
Tam arkasını dönüp gidecekken, Defne kendi kupa maçlarında da bunların olduğunu söyleyerek onu durdurdu. Mert’in ilgisi tekrar canlanmıştı. Defne ise hâlâ futbolun ve futbolcunun ne olduğunu anlamamıştı. Ama hikâyesini anlatmayı bitirene kadar bunu Mert’e söylememesi gerektiğini düşündü.
“Hava Diyarı’mızın maçı kaybettiğini öğrendiğimizde yıkıldık. Çünkü o diyar en iyi takıma sahipti. Nasıl olmuştu da yenilmişti? Bunun üzüntüsünü atlatamadan, Su Diyarı’nın da kaybettiğini öğrendik. O kötü kalpli yaratık kısa sürede iki diyarımızı da yenmişti. Maçların bu kadar kısa sürmesini bir türlü anlayamıyorduk. Sonunda sebebini öğrendik. Ülkemizi ele geçirmek isteyen o mendebur, devler ülkesinden bir devi takımına katmıştı.”
“Bak, artık bu zırvaları dinlemeye katlanamıyorum. Bir an önce sonuca gelir misin?”
“Bitti zaten. İki diyar bizim, iki diyar da onların.”
“Beş diyar dememiş miydin?”
Hatırladı! Demek ki beni dinlemiyor gibi görünüp aslında dinliyormuş, diye geçirdi içinden Prenses Defne. Mutlu olmuştu.
“Evet, beş diyar. Son diyar, sarayın da bulunduğu merkezdeki Altın Diyarı… Kupa maçını kim kazanırsa yakut kupa onun olacak ve dolayısıyla kupanın içindeki güce de o hükmedecek.”
“Haydaaa! Yine kupa maçı diyorsun ama şu kupa maçını bir türlü anlatmıyorsun. Deminden beri müsabaka diyorsun, güç diyorsun, başka birşey demiyorsun.”
“Söylüyorum ya, müsabaka işte!”
“Futbol müsabakası bu, değil mi?”
“Futbolu şimdilik bir kenara bırak. Bak şimdi, o gudubet adam kendi şövaltop takımıyla…”
Duyduğu kelimeye son derece şaşırmıştı Mert. Prensesin sözünü kesti.
“Şövaltop da ne?”
“Şövaltop işte! Deminden beri ben sana ne anlatıyorum?”
“Masal anlatıyorsun. Eminim şu kupa maçı dediğin şey de abuk sabuk bir şey çıkacak.”
Futbol beklerken karşısına şövaltop diye bir şey çıkmasına Mert, kupa maçıyla dalga geçilmesine de Defne sinirlenmişti. Bu sefer prenses bağırıyordu.
“Bana bak Mert misin nesin! Ben de senden sıkıldım. Buraya geldiğinden beri kibarlığımı korumaya, bir prenses gibi davranmaya çalışıyorum. Ama benim de sana sabrım kalmadı. Şimdi sus ve beni düzgünce dinle! Senin şu dümbelek yüzüne hayran değilim. Masaldaki kehanet beni senin kurtaracağını söylemeseydi seninle hiç uğraşmazdım.”
Defne’nin bu şekilde çıkışmasına oldukça şaşıran Mert onu sakinleştirmeye çalışsa da prenses bağırmaya devam ettiği için Mert’i duymuyordu.
“Geldiğinden beri futboldan başka bir şey söylemiyorsun. Futbol aşağı futbol yukarı… Ben futbol falan bilmem arkadaş. Benim tek bildiğim top şövaltop topu, tek bildiğim spor sövaltop, tek bildiğim maç da şövaltop maçı. Anladın mı beni?”
Prenses nefes almadan konuşuyordu. En sonunda kelimelerin arasına girip onu susturmayı başardı Mert. Bu arada da içinden, şu rüyadan bir an önce uyanmayı diliyordu.
“Tamam, özür dilerim seni bu kadar kızdırdığım için. Şu şövaltop nasıl bir spor bana anlatır mısın prenses?”
Mert’in özür dilemesi ve kibarlığı Defne’nin hoşuna gitmişti. Hemen sakinleşen Defne tekrar eski ruh hâline bürünerek nazik bir prenses gibi davranmaya başladı.
“Şövaltop harika bir oyundur ve bizim ülkemizin millî sporudur. On birer kişilik iki takım arasında topla oynanır. Oyunculara şövalye denir. Oyun sahası, sınırları beyaz boyayla çizilen kalın çizgilerle belirlenmiş kocaman bir dikdörtgendir. Saha, ortasına yine beyaz boyayla çizilen kalın bir çizgiyle iki yarıya ayrılmıştır. Bir yarı bir takımın, diğer yarı da diğer takımındır. Sahanın iki başında da zemine ters U şeklinde saplanmış üç direk vardır. Direklerin arasına file çekilmiştir. Arasına file çekilmiş ters U şeklindeki direklere kale denir. Her iki takımın kalesinin önünde birer şövalye vardır. Bu şövalyelere, atılan topları kurtardıkları için kaleci denir.”
Defne’nin şövaltop dediği şeyin aslında futbol olduğunu anlayan Mert, bunu prensese de anlattı. Ancak Defne bu sporun adının şövaltop olduğunda ısrarcıydı.
“Hayır efendim, bu oyunun adı şövaltop.”
“Uydurmuşsunuz bir kere. Basbayağı futbol bu!”
“Şövaltop dedim. Atalarım, onların ataları, onların ataları hep şövaltop oynadı. Şövaltop ülkemizin millî sporu. Hatta bayrağımızda bile şövaltop topunun resmi vardır. Sizin futbol dediğiniz şey muhtemelen başka bir oyun. Kuralları falan farklıdır mutlaka…”
İkisi de inatçıydı, birbirlerinin söylediğini ikisi de kabul etmiyordu. İşin içinden çıkamayacaklarını anlayınca Mert futbolun tüm kurallarını, Defne de şövaltopun tüm kurallarını anlattı. Evet, ikisi de aynıydı. Sadece isimleri farklıydı, bir de futbolcu yerine şövalye denmesi… İşte şimdi Mert kendini tamamen konuya vermişti. Çünkü futbol denilince akan sular dururdu. İşin uzmanıymış gibi bir tavır takınarak prensese kupa maçıyla ilgi ayrıntılar sormaya başladı.
“Bana şu müsabakaların detaylarından bahset bakalım…”
“Lütfen!..”
“Of, tamam tamam, lütfen!”
“Bizim ülkemizde maçlar hep eğlence için oynanırdı. Daha önce hiç hayati öneme sahip bir ödül için şövaltop müsabakaları yapmamıştık. Maçlarımızda kazanma azmi hep vardı ama dizginlenemeyen hırsın nelere yol açabileceğini yeni öğrendik. Hırslı olmak bir yere kadar faydalıydı, başarı için seni kamçılıyordu, durman gereken yeri biliyorsan tabii. Eğer hırsının seni ele geçirmesine izin verirsen gözlerin kör, kulakların sağır oluyordu. Kötülük senin elinle yayılıyordu. Kara Diyar’ın kralı da güç için hırsına teslim olmuş, kötülüğün temsilcisiydi. ”
Prensesin anlattıklarına dudak büktü Mert.
“Ne kadar tozpembeymiş hayatınız Defne. İçinizde bir tane güçlü kuvvetli şövalye yok muydu kara şövalyenin karşısına dikilip onunla dövüşecek?”
“Dövüş mü? Biz dövüşmeyi bilmeyiz.”
“Nasıl bilmiyorsunuz, anlamadım! Kılıçlarınız ne için o zaman?”
“Ne kılıcı?”
Mert eliyle kendi sırtında asılı duran kılıç kınını göstererek çokbilmiş bir şekilde sırıttı. Prens kıyafetleri giydiğini fark ettiği sırada eliyle sırtını yoklamış ve vücuduna çapraz şekilde bir kılıç kını asılı olduğunu anlamıştı.
“Sırtımda asılı kılıçtan bahsediyorum. Aynı kılıç kını senin sırtında da asılı…”
“Benim sırtımda asılı olan kın boş ki. Dev beni buraya hapsederken aldı içindekileri. Ayrıca sırtımızda asılı olan şey kılıç kını değil. Kın olduğu doğru ama içindeki kılıç değil.”
Mert’in yüzü asılmıştı. Bu saçma sapan rüyada, mutlaka o kının içinde de saçma sapan bir şey vardı.
“Ne yani, biz abuk sabuk bir şeyin hamallığını mı yapıyoruz?”
“Hiç de abuk sabuk değil!” diyerek tersledi Mert’i Prenses Defne.
“O bir kale kını…”
“Kale kını mı? Sen iyice kafayı yemişsin prenses…”
“Bak, senin eğitimini kim verdi bilmiyorum ama hiç terbiye öğretmemişler sana. Çok kaba, şımarık ve saygısızsın!”
Prensesten yediği azar yüzünden utandı Mert. Ailesi tabii ki onu iyi yetiştirmeye çalışmıştı. Ancak ortaokula başladıktan sonra arkadaş çevresi yüzünden Mert’in huyu suyu değişmişti. Hiçbir şeyi beğenmeyen, eleştirildiğinde sinirlenip etrafındakileri tersleyen, derslerini önemsemeyen, şımarık ve saygısız biri olup çıkmıştı.
İlk defa birisi yüzüne karşı pat diye bunları söylemiş, saygı ve terbiye zayıflığı yüzünden ailesini suçlamıştı. Çok üzüldü Mert, çünkü bu durumun sorumlusu ne annesi ne babası ne de diğer aile büyükleriydi. Ortaokulda yeni edindiği arkadaşları yüzünden böyleydi. Şu anda gördüğü bir rüyaydı, uyandığında bitecekti her şey. Ama demek ki gerçek hayatta da Mert’in şımarıklığı ve saygısızlığı yüzünden ailesi suçlanıyordu. Hiç bu açıdan düşünmemişti. Anne ve babası bu suçlamayı hak etmiyordu ki! Prenses bu uyarıyı kibarca, net ve dümdüz yapmıştı. Ya gerçek hayatta ailesi ve kendisi için başkaları daha ağır sözler konuşuyorsa?.. Umarım uyandığımda bunları hatırlarım, diye düşündü. Çünkü ailesine yapılan bu yakıştırmayı ortadan kaldırmak için kendine bir çekidüzen vermeli, hâl ve hareketlerini bir an önce düzeltmeye çalışmalıydı.
Mahcup bir hâlde özür diledi prensesten ve kının içinde ne olduğunu sordu kibarca.
“Kının içinde portatif bir kale var. İki adet minyatür kale direği ile bunlara sarılıp rulo yapılmış bir file.”