Полная версия
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-KRAMPONLU CESET
“Bayilere ilginç gelir belki,” dedim.
“O da doğru ya,” dedi.
“Siz tanıyor musunuz takımdakileri?” dedim. Bir yerden başlamam lazımdı.
“Doğru dürüst tanımam,” dedi Dilek Aytar. “Bir tek o kaleciyle merhabam var. O da birinci ligden transfer edildiğinde gazetecilerle imza törenini ben organize etmiştim, oradan.”
“Nasıl razı oldu Karasu Güneşspor’a gelmeye birinci ligden?”
“Çok anlamam bu işlerden ama galiba suyu ısınmıştı zaten birinci ligde,” dedi Dilek Aytar. “Bir iki yıl da burada takılayım diye düşünüyor olmalı. Hani son vurgun. Ama törende gazetecilere öyle bir birinci lige döneceğim, ama yeni takımımla beraber dedi ki, ölürsünüz. Benden daha iyi PR’cı.”
“Maçlara gidiyor musun?”
“İlhan Bey her seferinde çağırır. Bir iki kere gittim. Feci sıkıldım.”
“Bu hafta sonu gidin ama,” dedim. “Ölüm kalım maçı.”
“Şu ekspozisyonu sağ salim atlatıp bayileri de kalın siparişlerle evlerine yollayabilirsem gelirim,” dedi.
Ayağa kalktım.
“Teşekkür ederim,” dedim, elimi uzattım. “Zamanınızı çok aldım. Akşama görüşürüz.”
Dilek Aytar da ayağa kalktı. Elimi sabahki tanışmamızdakinden çok daha uzun sıktı. Kartvizitim bu kez diğer elindeydi.
“Görüşürüz,” dedi. “Kapıda olacağım.”
*Koridordan aşağıya ağır ağır yürüdüm. Ben çıkarken Dilek Aytar’ın telefonu çalmaya başlamıştı. İlhan Karasu’nun kapısı kapalıydı. Diğer kapıların içinde kimi boş kimi dolu masalar gördüm. Karasu Tekstil kendi çapında önemli bir akşam için harıl harıl hazırlanıyordu.
Kahverengi-sarı renklere boyalı kayar kapıdan çıktıktan sonra ceketimden bu ziyarette elde ettiğim iki kartviziti çıkardım. Karasu Tekstil’in adresini, PBX telefon numarasını ve faksını ezberledim önce. Sonra arkadaki ev numarasını. Daha sonra Dilek Aytar’ınkine baktım. Numara ve faks aynıydı. Dahili numarası yoktu. İki yüz metre kadar uzakta gördüğüm taksi durağına doğru ilerlerken kartvizitleri küçük küçük parçalara ayırıp her adımda bir parçayı yere saçarak İstanbul’u biraz da ben kirlettim.
5. BÖLÜM
Beni alan taksici gevezeye benziyordu, ama ilk geyik teşebbüsünde engelledim onu. Akatlar’a kadar ofladı pufladı direksiyonun başında. Yüz vermedim. Evin önünde değil, biraz ilerideki gazete büfesinde indim. Şoföre susmasının karşılığını paranın üstünü almayarak ödedim. Gazeteciden, pazartesi günleri futbola diğerlerinden daha çok yer ayıran üç gazete ile günlük yayımlanan iki spor gazetesini istedim. Vakit öğleye yaklaşıyordu.
Elimde gazeteler, sabahları gazetemi geç gönderen bakkala girdim. Şikâyetimi fazla ciddiye almadığını görünce, elimdekileri göstererek onu müşterisi olmaktan çıkmakla tehdit ettim. Bu tehdidimin değerini daha da artırmak için beşli pizzalardan iki paket aldım. İki de litrelik kola.
Kapının koluna asılmış poşetteki gazeteyi ve ekmeğimi alıp eve girdiğimde telesekreterin göstergesinde üç mesajım olduğunu gördüm. Parasını peşin ödeyen bir müşteriye sahip olmanın rahatlığıyla dinlemeyi sonraya erteledim. Paketlerden birinin ambalajındaki pişirme talimatını bir kez daha okuduktan sonra birini mikrodalgaya atıp banyoya girdim. Çıktığımda pizzam hazırdı.
Tepeleme buz doldurduğum bardağa kola boşalttıktan sonra pizzamla birlikte salona döndüm. Gazete yığınından ilkini çekip Karasu Güneşspor’un son maçıyla ilgili bilgi kırıntılarını aramaya koyuldum.
Pizza ve kola eşliğindeki araştırmam, üçüncü ligdeki maçların haberlerinin kısalığından dolayı hemen bitti. Toplam altı gazetenin bu konudaki bilgi kırıntılarından anladığıma göre Karasu Güneşspor, bu pazar deplasmanda, sıralamanın ortalarındaki yine bir İstanbul takımıyla maç yapmış ve 1-1 berabere kalmıştı. Kim bilir hangi muhabirin salladığı yıldızlardan, Karasu Güneşspor’un kalecisi Zafer’in, ortada oynayanlardan İsmail ve Tarık’ın maçın en iyi oyuncuları olduklarını anladım. Maç boyunca sarı ya da kırmızı kart gören yoktu.
Merkez İdmanyurdu ise kendi grubunun ikincisiyle oynamıştı ve 3-0 yenilmişti. Varsayılan şike önerisi maçtan epey önce yapıldığına göre bu sonucu öngörüyordu zaten girişim sahibi. Yenilen takım olduğu için, başta kaleci olmak üzere her oyuncunun yıldızı birer adetti.
Puan sıralamasındaki durum netti. Bu cumartesi yenilen takım kümeden düşecekti. Kulüp yöneticilerinin hayalleri ve uçup giden paralarıyla birlikte. Bu kez her iki takımın da teknik direktörünün yerinde olmak istemeyeceğime kesinlikle karar verdim.
Bir süre gazetelerdeki diğer yazılara göz attım. İlgimi çeken bir şey olmadı içlerinde. Pizza tabağımı ve bardağımı mutfağa götürdükten sonra telesekreterin başına geçip mesajları dinledim. Arayanlardan ikisi yanlış numara çevirmiş olmalıydı, dıt dıt seslerinden başka bir şey duymadım. Sonuncusu ise artık iyice tanıdığım bir sesti. Başı kocasıyla belada olduğu için yardımımı isteyen, ama her nasılsa her seferinde telefon ya da adres bırakmayan o kadının sesi. İşin tuhafı, bir kez bile ben evdeyken aramıyordu unutkan müşteri adayım.
Ortalıkta yapacak iş kalmayınca aklım bilgisayara gitti. Cessna’yla Michigan Gölü’nün artık ezbere bildiğim çevresinde küçük bir tur atabilirdim. Ama pizzanın ağırlığını midemde ve gözlerimde hissetmeye başlamıştım. Renkli olacağını umduğum bir ekspozisyona davetli olmanın coşkusuyla, akşama vücutça hazırlanmaya karar verdim ve gidip yattım.
Beynimin içinde patlayan bas ve davul sesleriyle uyandım. Üst kattaki liseli delikanlı okuldan dönmüş olmalıydı. Bu ince duvarları yapanlara bir kere daha küfredip sırf bu işlev için edindiğim uzun sopayla tavana vurdum. Müzik kesildi. Bir keresinde apartmanın girişinde gösterdiğim bir iki bilek hareketinden sonra saygısını kazanmıştım oğlanın.
Üstümdeki salak mahmurluğu atmak için yeniden duşa girdim. Çıkınca içtiğim kahve işe yaradı. Ani bir kararla İstanbul üstünde uçmaya başladım. Belki binlerce kez girip çıktığım Atatürk Havalimanı’nın kimi binalarını temsil eden birkaç dikdörtgenden başka yapı yoktu Microsoft Flight Simulator’ün İstanbul’unda. Marmara, Boğaz, Haliç ve Karadeniz yerli yerindeydi. Uzaklardaki Uludağ’dan başka yükselti yoktu altımda uzayıp giden kara ve deniz parçalarında. Olmayan Boğaziçi Köprüsü’nün üstünde uçup, olmayan Esma Sultan Yalısı’na baktım tepeden.
Hazırlanma vakti gelinceye kadar alçalıp yükselip uçtum İstanbul’un üstünde. Sıkılınca, Cessna’nın motor gürültüsü bir daha asla dinleyemeyeceğim bir blues parçası gibi kulaklarımda, her kentin 4000 fit üstünde hazır bekleyen bulutların içine girdim. Ekran tümüyle beyazlaştığında, manyetoları kapattım birden. Bıraktım uçağım kendi kendine süzülüp istediği yere düşsün diye. Giyinmek için bilgisayarın başından kalktım.
Bu tür akşamlar için hazır tuttuğum takım elbisemi giydim tıraş olduktan sonra. İşim bitince aynanın önünde kendime baktım. İşte Remzi Ünal diye dalga geçtim kendimle. Şu, Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, sayenizde MS Flight Simulator’ün Cessna’sını bile adam gibi indirmeye teşebbüsten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal… İşe çıkıyor.
Evin önündeki otomobilim iki gündür yerinde pineklemekten ince bir bahar tozuyla kaplanmıştı. Yağmur yağsa da yıkansa kendi kendine diyecekken vazgeçtim Dilek Aytar’ı hatırlayıp. Sileceklere su püskürtüp ön camı yıkamakla yetindim. Kasetçalardaki Buddy Guy’ı dinleye dinleye Akmerkez’in önünden Ulus, oradan Ortaköy’e yöneldim.
Akşamın Ortaköy’ü pazartesi tenhalığındaydı. Yine de işbaşındaki otopark delikanlılarından biri el etti Portakal Yokuşu’ndan aşağı ağır ağır inerken. Otomobilimi onlara emanet edip Ortaköy Spor Kulübü’ne bağış makbuzu müsveddesini cebime attım. Kokoreççilerin karşı kıyısından yürüyüp Esma Sultan Yalısı’nın önüne eriştim.
Ana girişin önündeki kalabalığa bakarsanız, yeni kurulmuş ikinci sınıf bir özel lisenin, gelenekselleştirmeye çalıştığı mezuniyet töreninin ilkinde toplaşan mutlu veliler görüyorum sanırdınız. Göbeklerinden rahatsızlık duymadığı belli olan erkeklerle, genellikle onlardan uzun boylu ve yüzleri boyaların ağırlığından sarkmış birtakım kadınlar, diğer davetlilere bakmalarını engellemeyen ağır adımlarla içeri giriyorlardı.
Kalabalığa karışıp kapıya doğru ilerledim. Aralarında Kayseri bayii gibi durup durmadığımı merak ediyordum.
İlhan Karasu ile Dilek Aytar girişteydiler. İlhan Karasu smokin giymişti. Dilek Aytar yerlere kadar uzanan, sıkı dekolteli, daracık siyah bir elbise içindeydi. Boynunda sabahki metal yuvarlaklar yerine gösterişli bir inci gerdanlık vardı. Omzundan böyle bir gece için gözüme büyük gözüken siyah bir çanta sarkıyordu. Yanlarında çirkince bir kadın daha ayakta dikiliyordu. Kimsenin dikkatini çekmeyecek, sıradan bir tayyör vardı üstünde.
Davetlileri karşılayan üçlüye yaklaştıkça bir huninin içindeymiş gibi daralan insan kalabalığına uyarak sıraya girdim. İki adım ötedeki bir fotoğrafçı, İlhan Karasu ve yanındaki çirkin kadına yaklaşıp öpüşen her davetli çift için iki flaş patlatıyordu. Sıra bana geldiğinde bütün Kayseri bayiliğimi takındım.
“Ooo, Remzi Bey,” dedi İlhan Karasu.
“Gözünüz aydın, yağmur yağmadı,” dedim.
İster istemez bakışlarını göğe kaldırdı İlhan Karasu.
“Allah yüzümüze baktı,” dedi. “Remzi Ünal,” diye takdim etti beni yanındaki çirkin kadına. “Eşim Fahrünnisa,” dedi bana dönerek.
Bir flaş da benim için çaktı Fahrünnisa Karasu’yla el sıkışırken. Kadının eli nemliydi. Zaten benim yüzüme bakmak yerine benden sonra gelen kadının giysilerini incelemekle meşguldü. Hızla Dilek Aytar’a geçtim.
Dilek Aytar da bakmadı bana el sıkışırken. Onun gözleri çok daha gerideydi. Ben de dönüp baktım. Gürültülü bir gençler kalabalığı el sıkışma kuyruğuna girip girmemekte tereddüt ediyormuş gibi dikiliyordu az ileride. Boyları tüm davetlilerin genelinden uzun olduğu için ister istemez dikkat çekiyordu grup. Bir ikisinin kafası dazlaktı. Dilek Aytar gürültülü itiş kakışlı gelişlerini onaylamıyormuş gibi kaşlarını çatmış bakıyordu.
Onu yağmur ya da takım konusunda rahatsız etmemeye karar verip bahçenin içerilerine doğru yürüdüm. Davetliler üçlü dörtlü gruplar halinde yerlere yerleştirilmiş dev mumların titrek ışıklarında titreyen gölgeleriyle ayakta gevezelik ediyorlardı. Seyyar aydınlatmalarıyla ortalıkta dolaşan bir iki kamera, ellerindeki tepsileriyle sayısız garson vardı. Kimi bayilerin yetişkin kızları biraz sonra ortalığa dökülecek mankenlerle rekabette kararlı gibi giyinmişlerdi. Seyrekleşen davetlilerin arasından yürüyüp denize kadar ulaştım. Buralara kadar gelip, Boğaz’ın güzelliklerine karşı bedava viski yudumlamamayı suç addeden birkaç kişi de oradaydı. Geri dönüp Esma Sultan Yalısı’ndan artakalan yıkıntıların içine baktım. Podyum orada hazırlanmıştı. Yerden yarım metre yükseklikte uzun bir platformdu podyum. Platformun baş tarafında kapatılarak giysi değiştirme alanı haline getirilmiş bölümün çevresinde hareketli bir çalışma vardı. Televizyonda sık sık gördüğüm bir iki mankenin yüzünü seçtim o kargaşada.
Arkamdaki hareketlenmeyi algılayınca geri döndüm. Televizyoncuların seyyar ışıkları aynı yöne doğru çevrilmişti şimdi. Kameralar artık içeri girmiş olan gürültücü kalabalığın ortasındaki en uzun boylu futbolcuya yönelmişti. Gözlerini kapayan güneş gözlüklerine ve saçsız haline karşın tanıdım çocuğu. Kaleci Zafer’di. Birinci ligden taşıdığı ününün hâlâ onunla olduğunu bir kez daha görmüş ve mutlu olmuş gibi gülümsüyordu kameralara. Üzerinde kapkara bir takım elbise vardı. Gömleğinin yaka düğmesini kapamış, ama kravat takmamıştı. Jilete vurulmuş kafası siyah giysilerinin üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Görgüsüz Karasu Tekstil bayilerinden kendisine selam verenlere öne eğilerek selam verdi. Bir ikisiyle el sıkıştı. Kameralara alışık olmayan takım arkadaşlarını bu renkli dünyayla tanıştırır gibi bir hali vardı her yaptığıyla.
Kameraların ilgisi uzun sürmedi ama. Sanki iş olsun diye yapılan çekimler bitip ışıklar sönünce, takım güvenli bir köşe arar gibi yavaş yavaş yürüyüp duvarın dibine toplandı. Uzaktan her birinin yüzünü belleğime kaydetmek için uzun uzun baktım. Boyunlarında makineleriyle muhabirler, kalabalığın içinde başka avlar aramak için dağıldılar. Biri dışında.
Bu geceye hiç ama hiç uymayan kim var burada diye sorsam, bu şişko gazeteciyi gösterirdiniz bana. En azından beş kilo daha ince olduğu günlerde satın alınmış beyaz bir takım elbise giymişti. Pantolonunu, kemerin hemen altında dışa doğru sarkan bir çıkıntıyı zor zapt ediyordu. Kravatı, iliklenmemiş gömlek yakasının düğmesinden beş altı santim aşağıda sarkıyordu. Boynunda sıkı bir teleobjektifi olan bir fotoğraf makinesi sallanıyordu. Bir elinde içki bardağı, diğer elinde yuvarlak yüzünü pırıl pırıl parlatan terleri silmek için bir mendil vardı. Futbolcularla, ortak düşmanları bu yabancı dünyaya karşı ittifak halinde karşı koymak istermiş gibi omuz omuza dikilip, kocaman gövdenin ağırlığını bir o ayağına, bir öteki ayağına vererek duruyordu duvarın dibinde.
Ama gözleri… O mesafeden bile, kocaman yüzünde, hakiki bir canlılık taşıyan tek unsurun gözleri olduğunu algılıyordunuz. Etrafta olup biten hiçbir şeyi kaçırmamak için fıldır fıldır bakıyordu kalabalığa. Bakıyordu ve yazıyordu zihninde bir yerlere. Yazıyordu ve bardağından bir yudum daha alıyordu.
Biri omzuma dokununca geri döndüm.
Reklamcı arkadaşım. Yalnızdı. Buraya gelmeden önce de bir yerlerde bir iki kadeh içmiş gibi duruyordu. Belki bir iki kadehten de fazla.
“Antrenmanı kaçırdık bu akşam,” dedi.
“Ben çalışıyorum,” dedim.
“Orasına bakarsan ben de çalışıyorum,” dedi gevrek gevrek.
“Dinle,” dedim. “Şu Barbie House’un patronu buralarda mı? Sen hepsini tanırsın. Bir göster bana.”
Sanki çok zor bir soru sormuşum gibi bütün dikkatini toplayıp etrafımıza baktı.
“Cem Tümer mi?” dedi. “Demin gördüm, buluruz. Gel şöyle yürüyelim,” diye sürükledi beni koluma girip.
İnsanların arasında yürümeye başladık. Hafif sendeliyor, dengesini yeniden bulmak için bana yaslanıyordu.
“Dilek çaktırmadan sıkıştırdı beni, senin kim olduğunu öğrenmek için bugün,” dedi.
“Farkındayım,” dedim. “Ötmüşsün.”
“O benim Karasu Tekstil’deki üç numaralı patronum,” dedi reklamcı arkadaşım. “Hoş tutmak zorundayım.”
“İki numara kim?” dedim.
“Bilmiyor musun?” dedi yan yan yüzüme bakıp. “Doğru, sen bugün tanışmadın. Kayahan Karasu Beyzade. Patronun biricik oğlu.”
“Gerçekten iki numara mı?”
“Aslında belki de bir numara. Belkisi fazla bile. Açık seçik bir numara. Ama gizli gizli.”
“Çekleri İlhan Karasu imzalıyordu ama?”
Kalabalıkta tanıdığı bir iki kişiye selam vererek sürükledi beni yıkıntılara doğru.
“Canım o daha işine geliyor Kayahan’ın. Babası geçmişten kalma alışkanlıklarıyla günlük sıradan işlerin içinde her şeye hâkimim sanıyor kendini. Oysa Kayahan ödeme planını onaylamadan tek çek, senet düzenlenmez bu şirkette. En azından benim ödemelerim. Hoş, pek ödeme aldığım yok ya bu kriz ortamında. Aşağı yukarı bütün temel kararlar Kayahan’ındır. Kendisi alır kararları, ustaca babasının kendi kararı olduğunu sanmasını sağlar. Dilek de yardım eder ona bu konuda.”
“Neden?” dedim. “O da mı esas patrona sadık?”
“Daha çok gelecekteki zengin bir koca için yatırım yapıyor diyelim,” dedi reklamcı arkadaşım.
“Amma dedikoducusun ha,” dedim.
“Dedikodu değil,” dedi. “Dilek’in gerektiğinde İlhan Bey’e bile kafa tutacak gücü Kayahan’dan aldığını Karasu Tekstil’de herkes bilir. İlan edilmemiş bir nişan vardır aralarında.”
“Karasu Güneşspor?”
Reklamcı arkadaşım antrenmandan sonra giyinirken yapılan soyunma odası esprilerinden birine güler gibi güldü.
“Karasu Güneşspor, Kayahan’ın babasına tanıdığı ender özgürlük alanlarından birisidir. Dilediği gibi oynamasına izin verir. Ama bahse girerim, yanılıp birinci lige falan çıksınlar, harcamalar çoğalmaya yüz tutsun, el koyup bıraktırır o işi. Bak orada şehzadem.”
Podyumun bitimindeki kıyafet değiştirme bölümünün önünde koşuşturup duranların arasındaki genç bir adamı gösterdi burnuyla. Hareketliliğin odak noktası olduğu ta bizim durduğumuz mesafeden bile belli oluyordu. Elleri kollarıyla, ağarmaya başlamış saçlarına rağmen formunu koruduğu buradan bile belli olan bir kadına bir şeyler anlatıyor, kadın da başıyla onaylayarak dinliyordu onu. Mavi renk smokin giymiş biri gelip elindeki kâğıtta bir yer göstererek bir şeyler sordu, yanıtını alınca geldiği gibi uzaklaştı.
“Benim sunuşun bir bölümünü daha piç ettiler eminim şu iki dakikanın arasında elbirliğiyle,” dedi reklamcı arkadaşım. “Sanki bir haftadır yaptıkları yetmezmiş gibi.”
Mavi smokinli adamı tanıdım sonra. Hafta içi akşamlarının en popüler yarışma programını sunan sunucuydu. Kayahan Karasu beyaz saçlı kadına bir iki şey daha söyledikten sonra elbise değiştirme bölmesinin girişinde kayboldu.
“Ne zaman başlayacak gösteri?” dedim reklamcı arkadaşıma.
“Daha var,” dedi. “Pazarlama ekibine adam kafalamak, İlhan Bey’e düşman çatlatmak için zaman ver biraz daha.”
Kol kola geri dönüp kalabalığın içine girdik yeniden. Futbol takımıyla beyaz elbiseli fotoğrafçının yeri değişmemişti. Duvarın dibinde seyrana devam ediyorlardı. İlhan Karasu ile karısının etrafında kadınlı erkekli grup toplanmıştı. Ellerinde bardaklar sürekli gülüşüp duruyorlardı. Dilek Aytar’ı, gündüz odasına girip dia gösteren gençlerle bir arada gördüm. Arada bir saatine bakıyordu. Reklamcı arkadaşım dirseğiyle böğrümü dürttü.
“İşte aradığın adam…” dedi. “Cem Tümer.”
6. BÖLÜM
Reklamcı arkadaşımla birlikte ağır ağır Barbie House’un sahibi ve de Merkez İdmanyurdu Kulübü’nün başkanı Cem Tümer’e doğru yöneldik. Yanında hangi markanın defilesine çıkarırsanız çıkarın yadırganmayacak güzellikte, ama çıkmayacak olgunlukta bir kadın vardı. İkisi de, çevrelerindeki kalabalığı oluşturan bayi ve bayi karısı ortalamalarının her açıdan üstünde olduklarının bilincinde gibi duruyorlardı. Biraz açıkta, düğünün çağırılacak kadar önemli, ama başköşeye oturtulmayacak kadar uzak akrabaları gibi, ellerinde kadehler, vücutlar dik, bakışlar keskin, sessizce dikiliyorlardı. Cem Tümer de İlhan Karasu gibi smokin giymişti, ama onunki daha bir yakışıyordu ince uzun vücuduna. Yanındaki kadından çok daha uzun saçları ensesinde toplanmış, aşağıya sarkıyordu. Yaşından daha genç durmak için özenmiş diyemezdiniz, apaçık yaşından daha genç duruyordu adam. Çevresini içten bir merakla izliyor, küçümsüyorsa da belli etmemeye çalışıyordu bana kalırsa. Cumartesi günkü maçı aklına getirip getirmediğini merak ettim.
“Daha fazla ilerleme,” dedi reklamcı arkadaşım. Kolumdaki koluyla durmam için baskı yaptı.
“Neden?”
“Adamla karşılaşmayayım şimdi. Her görüşünde Karasu’yu bırakıp kendisiyle çalışır mıyım diye ağzımı aramaya kalkıyor. Zor durumda kalıyorum.”
“Ne mutlu sana, peşinden koşan yeni müşteriler var,” dedim.
Ajansın sorunlarını aklına getirmek bile istemiyormuş gibi yüzünü buruşturdu.
“Ben dolanayım şöyle bir,” dedi. “Kimsenin benim aklıma ihtiyacı yok, ama birine yardımım dokunabilir. Görüşürüz.”
Reklamcı arkadaşım ileride mutlaka yakalaması gereken birini görmüş gibi kararlı adımlarla uzaklaştı yanımdan. Birden ayılmıştı sanki. Ortalıkta dolanan garsonlardan birinden bir kadeh beyaz şarap aldım. Bardak buğulanmıştı. Şaraptan kocaman bir yudum alıp, içimdeki, boş vakitlerinde özel dedektiflik yapan Karasu Tekstil Kayseri bayiini uyandırmaya çalıştım. Cem Tümer’e doğru yürümeye başladım.
Adamla konuşmamın doğru olup olmadığından, hele hele konuşmaya başlayınca ne demem gerektiğinden de emin değildim açıkçası. Lafı hafta sonundaki ölüm kalım maçına getirmenin doğru olacağından da kuşkuluydum. Yalnızca bir yoklamak istiyordum. Kiminle dans etmek için piste fırladığımı anlamak için yalnızca bir yoklamak.
Hayat her zaman olduğu gibi, benim işte de kararsızlığa prim tanımaz. Daha ben Cem Tümer ile yanındakine, onlara doğru geldiğim belli olacak kadar yaklaşamadan arkamızdan, deminden beri dinlediğimiz müziği ninni derecesine düşürecek kadar yüksek volümlü bir müzik başladı. Podyumun hazırlandığı taraftan geliyordu müzik. Bütünüyle bilgisayarda üretilip bilgisayarda icra edildiğini anında anlamak için DJ olmanız gerekmiyordu. Konuşmalar kesildi, yüzler ritmin ve tekdüze melodinin amansızca üstümüze geldiği tarafa yöneldi. Hep beraber ekspozisyonun başlamak üzere olduğunu, izlemek istiyorsak o tarafa doğru yönelmemiz gerektiğini anladık. Kalabalık ağır ağır Esma Sultan Yalısı’ndan artakalanlara doğru yürümeye başladı. Cem Tümer elindeki kadehi en yakınındaki masaya bıraktı, yanındaki güzel kadının elinden tutup kalabalığın arasına karıştı.
Kendime, kızları en iyi yerden görebilmek için telaş eden kalabalığın dışında, çevremi olabildiğince rahat görebilecek bir yer seçtim elimde şarap kadehimle. Davetliler yıkıntı boyunca uzayıp giden podyumun iki tarafına sıkışarak yaklaştılar. Alabildiğince aydınlanmış podyumun giriş çıkışa ayrılmış bölümünün yakınlarında, herkesten uzun boylarıyla Karasu Güneşsporluların toplandığını algıladım gölgelerinden. Fotoğrafçılar ve kameramanlar, seçkin davetlilerin bir ikisini nazikçe iteklediler, en önlerde sotalandılar.
Artık kafamızda başka bir düşünceye izin vermeyecek kadar yükselmiş olan müzik, demin Kayahan Karasu’yla konuşurken gördüğüm sunucu podyumda belirinceye kadar daha da yükselerek sürdü, adam çıkınca birden kesildi. Davetlilerden yükselen alkışlar ya sunucu için ya da o dehşet müzikten kurtuluşumuzu kutlamak içindi.
Sunucunun ağzını oynattığını gördüm ama sesini işitemedim. Kimse de işitemedi. Genel bir şaşkınlık oldu. Gözlerimle podyumun çevresini hızla taradım. Futbolcuların biraz ötesinde duran Dilek Aytar inanılmaz bir serinkanlılıkla duruyordu ellerini göğsünde kavuşturmuş. Bir iki adım arkasındaki reklamcı arkadaşım da sırıtıyordu. Sunucu elindeki mikrofona vurdu hafif hafif. Ses gelmedi. Boynu büküldü. Kalabalıktan sempati dolu bir uğultu yükseldi.
“Bir şeyler ters gidiyorsa… Karasu…” dedi sunucu sonra. Sesi çıkıyordu şimdi mikrofondan. Kalabalıktan gelen uğultu rahatlamış kahkahalara dönüştü. Podyumun üzerindeki ana ışık huzmesi sunucudan ayrıldı, girişe yöneldi. Müzik yeniden başladı. Bir alkış daha koptu. Şimdi sırtı kalçalarının başladığı yere kadar tümüyle çıplak bir manken, iki elinden tutmuş iki simsiyah giysili delikanlının ortasında, geri geri adımlar atarak ağır ağır geliyordu seyircilere doğru. Davetlilerin erkek çoğunluğunun, manken önünü döndüğünde göreceklerinin heyecanıyla nefeslerini tuttuğundan adım gibi emindim. Televizyoncuların arasında sıkı bir hareketlenme oldu, seyyar ışıklar parıldadı.
Kız geri geri geldi, podyumun ortalarında dönüverdi önünü. Yeniden alkış koptu davetlilerden erkeklerin hayal kırıklığı ünlemleriyle karışık. İçyüzü benim için tümüyle meçhul olan bir yöntem, mankenin göğsünden başlayarak aşağı inen kumaş parçasını yerinde tutmayı başarıyordu yerçekiminin bütün çekiştirmelerine karşı. Kız kara giysili delikanlıların elinden kurtuldu, salına salına podyumun sonuna kadar geldi kendisini izleyen ışık demetinin içinde. O yürüdükçe alkışlar izliyordu kendisini podyum boyunca. Podyumun sonuna geldiğinde bir an durdu, televizyondaki defilelerde gördüğüm o müthiş kendine güvenli duruşla baktı seyircilere.
Alkışlar bu kez podyumun baş tarafından yeniden yükseldi. Yine kara giysili başka iki delikanlının iki elinden tutarak geri geri yürümesine yardım ettikleri başka bir manken girmişti podyuma şimdi. Şarabımdan bir yudum daha alıp bu yeni mankenin bize sunacağı sürprizlere hazırladım kendimi.
Arkamda aniden yükseliveren itiş kakış sesleri Karasu Tekstil’in podyuma taşınan ikinci giysisini algılamama izin vermedi. Seslerini alçak tutmaya niyetli, ama bunu başaramayan iki kişinin duyamadığım konuşmaları geliyordu arkadan. “Hişt, kesin yahu, bir ekspozisyon izliyoruz şunun şurasında,” demeye hazırlanıp arkama döndüm. Bir şey demedim ama. Arka tarafta da kendi çapında dramatik bir sahne oynanıyordu.
Şu bizim, bu ortama hiç uymayan kim var diye sorsam iki elinizin işaretparmağıyla birden göstereceğiniz beyaz takım elbiseli şişman fotoğrafçı daha önce hiç görmediğim gencecik bir kızla, çok da hoş olmadığı apaçık bir mevzu üzerinde konuşuyor, daha doğrusu konuşmaya çalışıyordu itişmeyle karışık. Kızın üzerinde göbeğini açıkta bırakan bir bluz ve blucin vardı. Bluzun tam ortasındaki koç başının boynuzları iki göğsünün üzerinde dönerek, meme ucunun olduğunu tahmin ettiğiniz yerde noktalanıyordu. Kız başını hızlı hızlı sallıyordu iki yana sürekli. Ağzının kımıldadığını görüyordum, ama arkamda kesintisiz süren salt ritimden oluşan müzik yüzünden ne dediğini anlamak olanaksızdı. Beyaz elbiseli şişman fotoğrafçı kötü bir niyeti olmadığını belli eden bir yumuşaklıkla tutmuştu kızın bileğini. Manzarayı görseniz şişman fotoğrafçının derdinin aşkını itiraf etmekten çok daha başka bir şey olduğunu şıp diye anlardınız. Kız başını sanki “Olmaz!” der gibi salladıkça, elindeki fotoğraf makinesini gösterip bir şeyler söylüyordu. Kıza fotomodellik öneriyor olsa bu anı seçmezdi diye düşündüm.