Полная версия
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET
“Bunu…” dedi. “Bir zahmet İstanbul’da Orhan’a ver. İbo’yla gönderecektim, sana kısmet…”
“Tamam,” dedim. Anlaşılan gitme zamanı gelmişti. “Telefonum sende var.”
“Cep telefonun yok mu?” dedi.
“Bizim işte insanın iki elinin de serbest olmasında yarar var,” dedim. İyi bir açıklama değildi bu kuşkusuz. Herkesin, her istediğinde bana ulaşması hoşuma gitmiyordu. O yüzden reklamcı arkadaşımın yaptırdığı kartvizitte araç telefonunun numarası da yoktu. Numarayı kartın arkasına ekleyip verdim.
“İbo aklı başına gelip ortaya çıkarsa haber ver,” dedim. “Boşuna debelenmeyeyim. Ben seni sık sık ararım.”
“Haber bekleyeceğim,” dedi. “Hadi, hayra karşı… Bul onu…”
Gelişimdekinden daha sıkı bir öpüşle ayrıldık. Taksiye binmeden önce yürüyerek sokaklarda dolaştım biraz. Maçlardan sonra koşarak şalgam suyu içtiğimiz aynı köşe başı tezgâhtan bir şalgam suyu daha içtim. Sonra ömrümün dört yılını geçirdiğim okulun önüne geldim. Kocaman demir parmaklıkları geçip içeri girmeyi içim istemedi. Yalnızca havayı kokladım. Turunç kokusu yerine kapının yanındaki kocaman çöp konteynerinden bayat çöp kokusu geldi burnuma. Not aldığım kâğıdı ve kartvizitleri yırtıp konteynerin içine attım.
Mersin Caddesi’ne geri dönüp ara sokaktaki bir baklavacıdan kocaman bir kutu baklava aldım. Yusuf Sarı’nın paketini de poşete koyup taksiye atladım Adana… Bu kez akşamın ilk uçağında yer vardı. Uçağa burnumda çöp kokusuyla bindim.
Sanırım Yusuf Sarı’nın İbrahim’e babasıyla ilgili anlatacağı o merak ettiği şeyi ben de biliyordum.
3. Bölüm
Havaalanından eve kadar taksinin içinde uyumamak için kendimi zor tuttum. Buzdolabındaki sucuğu yarım ekmek eşliğinde çiğ çiğ yedikten sonra telefonun zilinin sesini kıstım, arayacakları telesekretere emanet edip yatağa girdim.
Uyumadan önce son düşüncem, belki İbrahim Sarı’nın babasının yayla evinde tavandan sallanışını rüyamda görürüm olmuştu, ama ne onu gördüm ne içindeki 178 yolcusuyla “hafifçe sert” inerek kırdığım DC 100’ü. Uyandığımda saat onu biraz geçiyordu.
Kahvemi içerken İbo’nun evinin numarasını çevirdim telefonda. Yanıt beklemesem de uzun uzun çaldırdım. Kimse açmadı. Ardından Orhan Yılmaz’ın numarasını çevirdim, yine açan olmadı. İyi niyetli olmayan biri Yılmaz Productions’ın çalışma saatleri konusundaki politikasını eleştirebilirdi.
Bir kahve daha içtim. Bakkalın çırağı gazetemi yine getirmemişti. Bakkalı telefonla azarlamayı sonraya bırakıp üzerimdeki blucin ve gömleğin izin verdiği kadarıyla on iki dakika aikido ısınma hareketleri yaptım. İki yıldır Bizimtepe’de keyifli bir dojo’da haftanın üç günü aikido çalışıyordum. Hava Harp Okulu’nda öğrenir gibi yaptığım karatenin sokak çocuklarının eline geçmesinden sonra, benim yaşlarımda, sporu halı sahalarda aramayan biri için mükemmeldi. Biraz felsefe, biraz ter atma, biraz sosyalleşme ve silah kullanmasına yasa gereği izin verilmeyen, verilmese de kullanmayacak bir özel dedektif için gerekli bir iki hareket. Yusuf Sarı’yı bile etkileyen Hürriyet’teki küçük, çerçeveli ilanı da birlikte aikido çalışırken tanıştığım reklamcı arkadaşım hazırlamıştı.
Isınma bitince gazetelerin hayat tarzı yazarlarının deyimiyle “güne hazırdım”. Bakalım İbrahim Sarı, tarafımdan bulunmaya hazır mıydı?
Üstümde, duşa girerek atmaya kıyamadığım incecik, insanı rahatsız etmeyen bir ter tabakasıyla kendimi dışarı attım. Hava, Adana’daki kadar değil ama kalbinden kuşkulanan bir emekli öğretmeni evden çıkartmayacak kadar sıcaktı. Otomobilimin kapısını açtığımda biriken ısı çıksın diye bekledim.
Boğaziçi Üniversitesi evime yakındı. Karargâh nizamiyesi gibi kapıya dayandığımda daha tam olarak uyanmamış, öğle yemeğine kadar uyanacağı da şüpheli görevli, geçerlilik süresi yıllarca önce bitmiş THY mensubu kartıma yarım yamalak baktıktan sonra, eliyle resmi bir selam vererek, engeli kaldıran düğmeye bastı oturduğu yerden, beni içeri saldı.
İşaretleri takip ederek eskiden manzarası muhteşem bir yeşil alan olduğunu zannettiğim koca otoparka ulaştım. Üstü açık bir BMW ile siyah bir 4x4’ün arasına park ettikten sonra yokuş aşağı yürüdüm. Binaların ortasındaki futbol sahası büyüklüğündeki meydanda çimler, bedenlerinin açabildikleri kadarını güneşe vermiş kızlar ve oğlanlarla doluydu. Salak bir öğrenci velisi adımlarıyla kalabalığın daha yoğun olduğu kısma doğru yürüdüm. Pencerelerden gelen parkeye vurulan top seslerinden spor salonu olduğunu anladığım bir binanın alt katına inen merdivenlerden aralıksız inip çıkan çocukların peşine takılıp ben de indim. Geniş bir koridordan sağa dönünce kalabalık bir kantine geldiğimi gördüm.
Girişte dikildim. Yaş ortalaması yirmiyi aşmayan, yaşlarına uygun giysili bir kalabalığın kola, çay, kahve ve sigara takviyeli bol gürültüsü içinde hemen dikkati çekti gelişim. Blucinim, kısa kollu gömleğim, tekne ayakkabılarım onlardan biri sayılmama yetmedi doğallıkla. Bir iki oğlan kız birbiriyle bakıştı. Sesler kısılır gibi oldu. Sonunda en kalabalık grubun içinden, inisiyatif sahibi olduğu anlaşılan bıyıklı bir oğlan nezaketle karışık, yanlış yerdesin koçum tavırlarıyla yanıma geldi.
“Birini mi aradınız?”
“Evet,” dedim gururlu bir öğrenci velisi tavrıyla. “İbrahim Sarı.”
“Hangi bölümde?”
“Sosyoloji. Üçüncü sınıf.”
Düşünür gibi alnını kırıştırdı. Kantinde oturan kalabalığın içinde Sosyoloji’den birini arar gibi bakışlarını gezdirdi.
“Babası mısınız?” Polis misiniz dese de aynı ses tonunu kullanırdı eminim.
“Hayır,” dedim. “Adana’dan akrabasıyım. Amcası bir uğra dediydi…”
“Hangi yurtta kalıyor?”
“Yatılı değil,” dedim. “Hisar’da evi var. Sabah aradım, bulamadım.”
Dudaklarını, ben tanımıyorum, kantinde Sosyoloji’den kimse yok, durum umutsuz, beni de o kadar ilgilendirmiyor tavırlarıyla büzüştürdü. Kantine girmeden önce geçtiğim koridorun duvarlarındaki kulüp duyuru panolarının arasındaki Fotoğraf Kulübü panosunu hatırlayıp salladım:
“Fotoğraf Kulübü’ndeymiş diye duymuştum. Belki ordan tanıyan arkadaşları vardır.”
Hah, şimdi işimiz kolay tavırlarıyla yeniden ilgisini bende topladı. Kantinin köşesinde oturup bilemediğim bir mevzuu hararetle tartışan grubun içinde birine seslendi:
“İsmail, baksana!”
Adı İsmail olan uzun saçlı çocuk, dönüp bana baktı. Önündeki tabloid dergiyi masanın üstündeki kitapların arasına sokuşturup yerinden kalktı ve bize doğru yürüdü.
“Evet?”
Bıyıklı oğlan, “Bu bey…” dedi, polis olmadığıma karar vermişti anlaşılan. “İbrahim Sarı diye birini arıyor. Sizin kulüpteymiş.”
“Evet,” dedi uzun saçlı İsmail. “Epeydir ortada yok. Babası mısınız?”
“Hayır,” dedim. “Adana’dan geldim. Amcası biraz para göndermişti.”
“Açıkçası ben de merak ediyorum. Final dönemindeyiz, ortaya çıkmazsa atarlar valla.”
“Yapma yav!” dedim. “Nerde olabilir bu çocuk?” Biraz telaşlanmam gerekiyordu doğallıkla.
Beni ilk karşılayan bıyıklı oğlan, sınıfından birini bulursam daha iyi olacağını tavsiye edip masasına döndü. Bana olan ilgisi bütünüyle kaybolmuştu.
“Aslında ben de arıyorum İbo’yu,” dedi İsmail. “Karanlık odanın anahtarı ondaydı. Şu ara sınavlara ineklemekten başka bir şey yaptığımız yok, ama giremiyoruz içeri epeydir.”
Sonra aklına şahane bir çözüm gelmiş gibi ekledi:
“Bir kantin daha var ilerde. Ordan sorsanız. Sanırım daha çok oraya takılıyor.”
Öteki kantinin tarifini alıp teşekkür ettim. Koridordan geçip merdivenlerden yukarı çıktım. Çimli alanda güneşlenme faaliyeti devam ediyordu. Boğaz manzarasına doğru, geçen yüzyıldan kalma iki binanın arasından geçip tarif edilen öteki kantine doğru yürüdüm.
Bu kantine ulaşmak içinse merdivenlerden inmek yerine, çıkıyordunuz. Girdiğimde, ilk kantine göre biraz daha “liberal” havalı buldum. Kızlar daha özgür kılıklı, oğlanlar daha umursamazdı. Beni inceleyip kim olduğuma karar vermeye çalışan kimse olmadı.
“Sosyoloji’den kimse var mı?” diye sordum elinde boş fincanlarla oradan oraya seğirten garson çocuğa.
Garsonun benim polis olup olmadığıma karar vermek gibi bir derdi yoktu. Etrafına baktı. Uzayıp giden salonun en dibinde oturan iki kızı burnuyla işaret etti.
O tarafa doğru yürüdüm. Üç adım kadar kaldığında, hedefinin kendileri olduğunu anlayan kızlardan biri, uzattığı bacağını önündeki sandalyeden çekti, mini eteğini babasına yakalanmış gibi çekiştirip, beyaz bacaklarını olabildiğince örttü. Üstünde incecik askıları olan bir bluz vardı. Tepeden biraz gayret etsem bacaklarıyla aynı beyazlıkta göğüslerini görebilirdim. Ama edebimi bildim.
“Affedersiniz,” dedim. “Sosyoloji’deymişsiniz galiba? Sizin bölümden İbrahim Sarı’yı arıyorum. Üçüncü sınıfta.”
“İdareden geliyorum. Sosyoloji’ye giriş dersi sınavında kopya çektiğiniz anlaşıldı!” demişim gibi kızardı yüzü.
“Babası mısınız?”
Boğaziçili çocuklarda derin bir baba kompleksi bulunduğu teşhisine varacak kadar çok karşılaşmıştım bu soruyla. Artık ezberlediğim cevabımı verdim.
“Valla ben de arıyorum,” dedi biraz normale dönen yüz rengiyle. “Bu sabah ilk finalimiz vardı, görünmedi. Evine baktınız mı?”
“Telefon ettim,” dedim. “Başka kime sorabilirim?”
“İsmet bilir belki,” dedi öteki kız.
“İsmet kim?” dedim adını hiç duymamış gibi.
“Ev arkadaşı,” dedi beyaz bacaklı. “Sabah sınavda beraberdik. Biz önce çıktık. Birazdan gelir.”
“Teşekkür ederim,” dedim. “İsmet’i bekleyeyim. Ama siz İbrahim’i görürseniz söyleyin, Adana’yı, amcasını arasın, merak ediyor adamcağız. Hem bende parası var. Buluşalım vereyim.”
“Söylerim,” dedi beyaz bacaklı kız. Tırnaklarını yemeye başlamıştı şimdi. İki masa ötede oturan kara, kısa saçlı, incecik dudaklı kız tuhaf bir duruma şahit olmuş da, kimseyi utandırmak istemezmiş gibi gözkapaklarının altından izliyordu bizi. Üstelik ben onu bir yerden tanıyordum.
Tezgâha gidip bir kahve aldım. Plastik bardakta, berbat bir kahve. Kızlarla işim bitmiş gibi epey uzaklarında bir masaya oturdum. Masada ters edilmiş dünkü Kale Arkası’nı okumaya başladım.
Kantine girenler çıkanlar oldu, gürültü azaldı çoğaldı. Kahvem, bu hızla içersem hiç bitmeyecekti. Şortlu, beyaz tişörtlü, sakallı bir oğlan, kapıdan Travolta’nın gençlik günlerindeki havasıyla girdi, demin konuştuğum kızların masasına doğru yürüdü. Masaya yaklaştığında sıçrayıp ayaklarını havada birbirine çarptırdı. Yere indiğinde beyaz bacaklı kızla “çak bir beşlik” hareketi yaptılar. Beyaz bacaklı kız başıyla beni gösterip bir şeyler söyledi. Oğlan bana baktı. Kalktı, bana doğru yürüdü.
“Beni sormuşsunuz?” dedi soğuk soğuk.
“Aslında İbrahim’i arıyorum,” dedim.
“Hıyar finale de gelmedi. Bilmiyorum nerde.”
İbrahim’le uzaktan yakından bir ilişkisi yokmuş gibi konuşuyordu.
“Birlikte kalmıyor musunuz?”
“Arkadaşların birinin evinde inekliyoruz,” dedi. “İbo’yu çoktandır gördüğüm yok.”
“Otursana,” dedim. “Biraz konuşalım.”
“Ne konuşacakmışız?” dedi. Ama oturdu.
“Dinle,” dedim. “İbo ortada yok. Amcası merakta. Kimse bilmiyor. Sen onun ev arkadaşısın. Bana yardım etmelisin. Nerde olabilir?”
“Bakın…” dedi. “Amcası telefon ettiğinde ona da söyledim. Haberim yok. Zaten evden de çıkacağım herhalde.”
“Aranız bozuk mu?” dedim.
Cevap vermeden önce biraz düşündü.
“İbo’yla zaten çok yakın değildik,” dedi. “Geçen yıl kiraya ortak ev tuttuk. Son zamanlarda yalnız otursa daha mutlu olacağını hissettirdi bana. Hem de biraz kabaca. Çok değişti.”
“Ne değiştirdi onu sence?” diye sordum.
“Para,” dedi İsmet. “Amcası… birden çok para göndermeye başladı.”
Sarkazm denen şeyi sesine yansıtmayı çok iyi biliyordu bu İsmet. “Amcası” sözcüğündeki özel vurgu mükemmeldi.
“Anladım,” dedim. “Yine de görürsen haber ver, Tarsus’u arasın.”
“Söylerim,” dedi.
“Sınav nasıl geçti?” dedim.
“İdare eder,” dedi.
* * *Liberal kantinden çıktım. Çim alanın yanından yürüyerek ilk girdiğim kantinin merdivenlerinden aşağı indim. Koridorda Fotoğraf Kulübü’nün panosunun önünde durdum. Panoda iki ay önceki bir serginin afişinden başka bir şey yoktu. Kantinin oturulan bölümüne girdim. Demin konuştuğum çocuklar gitmişti. Tek başına oturan bir kızdan önündeki tükenmezini istedim, panonun önüne döndüm. İki ay önceki serginin afişinin arkasına kocaman harflerle “İbrahim Sarı! Beni ara!” diye yazdım. Altına ev ve araç telefonumu ekledim. Afişi taşıyan iğneyi kullanarak, bu kez benim mesajım bulunan kısmı görünecek şekilde tutturdum.
Tükenmezi iade etmek için dönmüştüm ki arkamdan gelen sesle durdum.
“Aslında oraya bir duyuru asmak için benden izin almanız gerekir…” diyordu kendinden emin, dostça tonlar taşıyan, gençliğini yeni yitirmeye başlayan bir ses.
Döndüm.
Kısa kollu gömleğine kravat takmış, kumaş pantolonunun altına süet bir ayakkabı giymiş, gözlüklü, sabah özenle tıraş olmuş, bana göre genç ama ortalıktaki çocukların dayısı olacak yaşlarda bir adam duruyordu karşımda. Kantinin, koridorun, panoların, dışarıdaki çim alanın, neredeyse bütün Boğaziçi’nin sahibi gibi duruyordu. Kendine güvenli ve gülümseyerek bakıyordu bana.
“Kuralları mı çiğnedim?” dedim ben de dostluğuna uyarak.
“Çok da önemli değil,” dedi. “Ben Öğrenci Faaliyetleri Dekanı Kurtar Toprak. İbrahim’i arıyormuşsunuz, çocuklar söyledi.”
Anlaşılan Boğaziçi kantinlerinin istihbaratı hızlıydı.
“Tanıyor musunuz?” dedim. “Demin bir iki arkadaşına sordum, gören yok epeydir.”
“Tanıyorum tabii,” dedi. “Öğrenince ben de merak ettim. Finalleri olmalı bu ara. Akrabası olduğunuzu söyledi çocuklar…”
“Sizin çocuklar meraklı,” dedim.
“Özellikle bu kantindekiler kendilerinden yaşlı her yabancıdan kuşkulanır,” dedi Kurtar Toprak. “Siyaset yapıyor olduklarını düşünürler de. Üstelik siz de Adanalı değilsiniz bana kalırsa…”
“Değilim,” dedim. Biraz hareket katabilirdim işe. “Akrabası da değilim.”
“Gelin odamda konuşalım,” diyerek koluma girip beni dostça sürükledi Kurtar Toprak.
4. Bölüm
Aynı binanın içinde bir kat yukarı çıktık. Yan yana odaların olduğu bu koridorda kulüp panolarının yerine, bilgisayar çıktılarının yapıştırıldığı resmi duyuru panoları vardı. Kurtar Toprak, dosyalarla tıka basa dolu bir masada MAD okuyan bir kadının yanından geçip odası olduğu anlaşılan kapısı açık küçük odaya yönelirken mizaha düşkün sekretere seslendi:
“Esin, bize iki neskafe lütfen.”
Esin, kahveyi her zaman kendin alırsın, şimdi misafirine hava atmana gerek yok tavırlarıyla MAD’i kapadı.
Oda gerçekten küçüktü. Aslında çok daha büyük olan bir odayı, sonradan kontrplak benzeri bir malzemeyle birkaç parçaya bölüp küçük küçük odalar elde etmişlerdi, onlardan biriydi. Üstelik elde edilen alanı ağzına kadar dolduran dosya ve kitaplarla dolu beş dolap, rektörün eski misafir koltuklarına benzeyen iki koltuk ve yarısını bilgisayar ile yazıcının kapladığı bir masa vardı odada. Sonuçta oda olduğundan da küçük görünüyordu.
Yusuf Sarı’nın aksine kendi koltuğuna oturdu, masanın üstündeki Marlboro Light’tan bir tane ikram etti bana.
“Dışarıda, çocukların yanında içmemeye özen gösteriyorum,” dedi, sanki ben sormuşum gibi.
Sesimi çıkarmadım. Adanalı ya da Tarsuslu ve de İbo’nun amcası olmadığımı nasıl sindireceğini görmek istedim.
Çocuklardan daha açıksözlüydü.
“Polis değilsiniz, değil mi?” dedi.
“Hayır,” dedim.
“O zaman?”
“Eskiden pilottum,” dedim. Eski ya da yeni pilot olmak, sıkıcı bir konuşmayı daha yumuşak götürmeye yarayan tuhaf bir özellikti, deneyle sabitti bu.
“Ve şimdi?” dedi. Yukarıdaki kural her zaman çalışmazdı.
“Bana bazı araştırma işleri verecek birileri çıkıyor her zaman,” dedim.
“Hiç özel dedektif tanımamıştım,” dedi.
“Sayımız öyle çok değil,” dedim.
“İbrahim’i görev gereği arıyorsunuz o zaman?” dedi.
“Amcası Yusuf Sarı, bir haftadır haber alamayınca endişelenmiş. Dün Tarsus’ta yanındaydım. Boğaziçili bir çocuğu aramaya başlamak için en iyi yer Boğaziçi’dir diye düşündüm,” dedim.
“Önce yönetime başvurabilirdiniz,” dedi.
“Kurtar Bey…” dedim. “Aslında İbo’nun ortadan kayboluşunun öyle çok ciddi bir nedene dayandığını düşünmüyorum. Belki bir gençlik kaprisi, ne bileyim, çocukça bir heyecan arayışı. İşi resmiyete dökmek istemedim.”
“Bakın bu tutumunuzu beğendim,” dedi. “Adınız neydi?”
Söyledim.
“Remzi Bey…” dedi. “Ben de ufak tefek anlaşmazlıkları, hadi kabahatleri diyelim, resmiyete dökmeden halletmeyi severim. Bu çocuklar genç… En hafif deyimle kanları kaynıyor.”
“Evet,” dedim. “İbrahim’i bulmam için bana nasıl yardım edebilirsiniz?”
“Bana biraz zaman verin,” dedi. “Çocuklara sorabilirim. Resmi bir soruşturma yapıyor gibi olmadan. Çocukları daha da meraklandıracak bir insan avına dönüştürmeden. Bazı çocuklar… her toplulukta vardır bu… diğerlerinden daha çok şey bilirler. Sonra Kayıt İşleri’ne bir sormak lazım, sömestr izni filan için başvurmuş mu diye.”
“Dersleri iyiymiş anladığım kadarıyla,” dedim. “Ama bu sabahki finale girmemiş.”
“Hiç belli olmaz,” dedi Kurtar Toprak. “Akıllarına eser, sınavlara girmekten daha eğlenceli şeyler bulduklarına inanabilirler. Finallere yakın artar bu eğilim.”
Aklına daha eğlenceli bir şey gelmiş gibi sordu:
“Sevgilisi var mıymış okulda?”
“Amcası olmadığını söylüyor,” dedim.
“Adana’daki amca ne bilir?” dedi. “Burda saat başı değişir bu durumlar.”
Bu Kurtar Toprak’ı sevmeye başlamıştım.
“Çok teşekkür ederim,” dedim. Bir kartımı çıkardım, arkasına araç telefonumun numarasını da yazdım. “Bir şey bulursanız lütfen hemen arayın.”
“Elbette,” dedi. “Siz de bir daha okula yolunuz düşerse önce bana gelin.”
“Bunu unutmam,” dedim. Kurtar Toprak küçük egemenlik alanının sınırlarını korumaya meraklıydı. Haklıydı belki de.
Ayağa kalkıp elini sıktım. Kapıdan çıktığımda mizah seven sekreter Esin bu kez telefondaydı.
“Ayy!” dedi yapmacık bir ifadeyle. “Kahveyi unuttum.”
Kurtar Toprak’ı daha zor durumda bırakmamak için hızla uzaklaştım oradan.
* * *Kantine inen merdivenlerin başındaki demirlere yaslanarak durdum. Çimlerde güneşlenen ahalinin sayısı biraz azalmıştı. Güneş iyice yükseldi, saat yarımı geçiyor, yemek vakti geldi, bir sınav daha başladı dedim kendi kendime. Acaba şu anahtarını İbrahim Sarı’nın getirmediği karanlık oda nerede diye düşündüm. Sonra kilitli bir kapının önünde dikilmek anlamsız geldi. Anahtarı sizde olmayan kilitli bir kapıyı ya açardınız ya da önünde ağlamazdınız.
Önce Hisar’daki eve bir uğrayayım, sonra sıra hastaneleri dolaşmakta diye karar verdim. Polisle başı bir biçimde derde girse, çoktan okula ya da amcasına haber ulaşırdı. Çimle kaplanmış alanı arkamda bırakıp otoparka doğru çıkan yokuşa yürüdüm.
Daha yokuşu yarılamamıştım ki arkamdan heyecanlı bir kız sesi geldi.
“Affedersiniz… Affedersiniz… Bir dakika…”
Döndüm. Askılı, çiçekli uzun bir elbisenin içinde çok güzel bir kız bana doğru sekiyordu yokuşta. Çok antrenmanlı değildi anlaşılan, soluk soluğaydı. Kısacık kesilmiş, kapkara saçları vardı. Dudakları sanki ameliyatla özellikle yapılmış gibi incecikti. Yanıma geldiğinde elindeki dosyayı kendini korumak ister gibi göğsüne yasladı. Birden hatırladım kızı.
“İbo’yu arayan kişi sizdiniz değil mi?” dedi. “Kantinde Meltem’le konuşurken duydum sizi…”
Tamam, Meltem şu ikinci gittiğim kantindeki beyaz bacaklının adı olmalıydı. Karşımdaki de iki masa öteden gözkapaklarının altından bizi dikizleyen kız.
“Evet,” dedim. Ben bu kızı nerden tanıyordum?
“İbo…” diye başladı lafa, sonra sustu. Önüne baktı. Sanki bizi izleyen biri var mı diye kontrol ediyormuş gibi arkasına döndü baktı. Tekrar önüne baktı. Bu kızı nerden tanıyordum ben?
“Evet…” dedim. Bekledim. Bazen beklemek iyidir.
“Niye arıyorsunuz İbo’yu?” dedi. “Gerçekten?”
“Amcası adına arıyorum,” dedim. “Çok meraklandı ses çıkmayınca.”
“Çok kızgın mı ona?”
“Daha çok merak ediyor. Kızdığını sanmıyorum.”
Yokuşun ortasında duruyorduk. Yavaş yavaş yolun kenarındaki taş duvara doğru geriledim. Beni izledi. Üstümüzde sarmaşıklar vardı.
“Ben aslında…” dedi, durakladı. Kararsız gibiydi.
“Arkadaşı mısın?” dedim.
Başka bir soruyla cevap verdi.
“İbo’yu bulunca ne yapacaksınız?”
“Amcasını aramasını söyleyeceğim yalnızca,” dedim. Biraz işe yarar belki diye ekledim. “Bir miktar para verdi bana, onu da vereceğim.”
“Ben onun nerede olduğunu biliyorum,” dedi.
“Güzel,” dedim. “Nerde?”
Yolun kenarında lolitasını kafaya almaya çalışan, yaşı ileri bir zampara gibi görünüyordum herhalde.
“Yerini benim söylediğimi söylemeyeceksiniz kimseye ama.”
“Söz,” dedim. “Hem bana ne?”
“Ataköy’de bir evde,” dedi. “Okuldan başka bir arkadaşla kapandı.”
“Ders mi çalışıyorlar?”
Kız gülmeye başladı birden. Önce ben de güldüm onunla. Ama normal bir gülüş değildi kızınki. Giderek tuhaf bir krize dönüştü. Bana yan dönmüş, dosyasını yüzüne kapayarak gergin kahkahalarla gülüyordu. Bizi izleyen var mı diye etrafıma bakındım. Allah’tan yoktu. Şimdi kızın sesi daha azalmış, omuzları titremeye başlamıştı. Önüne geçtim, baktım, ağlıyordu.
Koluna girdim. Hiç konuşmadan yokuştan yukarı, otoparka doğru sürüklendim. Şimdi hıçkırıkları azalmış, küçük burun çekmeleriyle ağlıyordu. Otoparkta kapıyı açıp yolcu koltuğuna oturttum. Yerime geçip bir sigara yaktım, verdim.
Sigaradan bir nefes çekti. Camın önündeki kutudan bir kâğıt mendil alıp önce gözlerinin yaşını sildi, sonra burnunu.
“Özür dilerim,” dedi. “Dağıldım birden.”
“Önemi yok,” dedim.
Sigara dumanı otomobilin içini doldurunca camı açtım. Kız da kendi tarafındaki camı açıp, kolunu yaslayarak dışarı bakmaya başladı. Böyle durumlarda konuyu hafif değiştirmekte fayda vardır.
“Ben seni nerden tanıyorum?” dedim.
“Televizyonda görmüşsünüzdür,” dedi. “Mankenim ben.”
Sonra hızla bana döndü.
“Adresini vereceğim size. Bulun onu,” dedi.
Elindeki dosyanın içindeki bir kâğıdın köşesini kopardı. Dosyaya takılı tükenmezle bir şeyler yazdı hızlı hızlı. Kâğıdı ikiye katlayıp bana uzattı.
“Bulun onu,” dedi. “Ona ihtiyacım var!”
Hızla dışarı çıktı, sertçe kapadı kapıyı ardından. Koşar gibi uzaklaştı. Yanına park ettiğim 4x4’ün kocaman gövdesi engellediği için otoparktan çıkışını göremedim. Sonra hatırladım. Kızın adı Sinem’di. Sinem Kocamercan. Mankendi. Ve ben Cessna’mı uçurmadığım zamanlarda bol bol televizyon izlerdim. Demek ki ince dudaklı kızlar gözdeydi bu ara.
Sinem Kocamercan’ı işin ücreti hakkında konuşmadığım bir müşterim saymak doğru olur muydu bilemiyordum.
5. Bölüm
Sinem’in katlayıp bana verdiği kâğıda baktım. Ataköy’de, sokağın, blokun, apartmanın, katın, dairenin numaralarla ifade edildiği bir adresti. Daha okurken ezberledim. Arkasında bir şey yazılı mı diye baktım, boştu. Küçük küçük parçalara ayırıp pencereden dışarı attım.
Happy End! Happy End!
İşim bitmişti. Daha doğrusu, neredeyse başlamadan bitmişti. İbrahim Sarı, Ataköy’de bir evde, bir arkadaşıyla, manken Sinem Kocamercan’ı önce güldürecek, sonra ağlatacak bir şeyler yapıyordu. Evet, çoktandır ortalarda yoktu, tamam, karanlık odanın anahtarını vermeyi ihmal etmişti, doğru, ev arkadaşıyla arası bozuktu, korkunç, finale bile gelmemişti ama Ataköy’deydi. Bulmuştum yerini.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.