Полная версия
GENÇ YAZARLAR IÇIN HIKAYE ANLATICILIGI KILAVUZU
Celil Oker
GENÇ IÇIN. HIKAYE ANLATICILIGI KILAVUZU
BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF
ÇIPLAK CESET
KRAMPONLU CESET
BİN LOTLUK CESET
ROL ÇALAN CESET
SON CESET
ATEŞ ETME İSTANBUL
SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM
BİR ŞAPKA BİR TABANCA
Ali Erdemci’ye…
Başlarken
Sevgili genç yazar adayı okurum,
Sana bu mektubu sabah saat beşte, Cream dinlerken yazıyorum. Celil Oker, yani sana bu kitabı hazırlayan adamın nasıl çalıştığı konusunda söyleyecekleri sadece bu kadar. Sen nasıl istersen öyle yaz. Ne zaman istersen o zaman yaz.
Sana “yaz” demek için buradayım. Yaz yeter ki.
Genç bir arkadaşım olduğunu biliyorum. Yazmayı, yazar olmayı istediğini biliyorum. Hiç itirazım yok. Ne hakkında olursa olsun yazmak muhteşem bir şey çünkü.
Üstelik bu isteğini çekinerek taşıdığını da biliyorum.
Yazarlık ülkemizde tuhaf bir bakış açısıyla karşılanır. Yazarlarımıza saygı gösteririz. Tamam, onları suçlar, hapse atar, haklarında dedikodu çıkarır ama yine de saygı duyarız. O kadar ki, önemli bir yazarımız hakkında, “O öyle bir insandır ki, önce idam etmeli, sonra oturup altında ağlamalısın,” gibi bir söz söylediğimiz bile olmuştur.
Buna karşın genç yazar adaylarıyla dalga geçeriz. İçten içe güleriz çabalarına. Sana mı kaldı, deriz. Daha çok fırın ekmek yemen gerek, deriz. Yazacaksın da ne olacak, deriz. Yazarlıktan kaç kişi ekmek yiyor ki, deriz. Bu işler zor, deriz, tanıdık olmadan zor.
Sana yapmak istediğin şeyin yapılabileceğini göstermek için buradayım.
İnsanoğlunun, hikâye anlatıcılığını birçok başka hayati şeyden çok önce öğrendiğini, tekerleği hiç kullanmamış toplumlarda bile görmüş geçirmiş kimselerin gençlere hikâye anlatmayı ihmal etmediğini bilenlerden biriyim. Yüz binlerce yıldan beri hikâye anlatıp, çok önemli meseleleri eğlenceli biçimde ele almanın insanların diğer insanlara yaptığı en önemli katkılardan biri olduğunu biliyorum.
Bu kadim ve şahane işi yapman için sana yardım etmeye niyetliyim. (“Kadim” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyorsan hemen bir sözlüğe bak.) Birlikte çalışacağız. Çalışmamız bittiğinde eskisinden daha iyi hikâyeler anlatacağına eminim.
Sana aktaracağım bakış açılarını, ilkeleri, yöntemleri, ipuçlarını ben uydurmadım. Çoğunu binlerce yıldan beri biliyoruz; birileri yazmışlar, bizler de okuyabiliyoruz. Yaptığım yalnızca bütün bunların bileşimini, belirli bir yaklaşım içinde eriterek aktarmak. Üzerimde üniversite kokusu olduğu için, neyi nereden, kimden aldığımı belirteceğim. Yazmaya ısındıkça, yapabildiklerine, yapamadıklarına hâkim oldukça o kaynakları bulup daha derinlikli okumayı isteyeceğinden eminim. Bu işin tek kitaplık mesele olmadığını ikimiz de biliyoruz.
Hazırsan başlıyoruz. Kolay gelsin.
1
“Yazar doğmak” diye bir şey yoktur
Kendine, “Bir yazar olabilir miyim, yazar olmak için gerekli şeyler bende var mı?” diye en son ne zaman sorduğunu bir düşün. “Ya yoksa?” diye endişelendiğini ikimiz de biliyoruz. Sen emin olsan bile, başkalarının seni bu konuda şüphelenmeye yönelten sözlerini ne çok duyduğunu da.
Sana bir iyi, bir kötü haberim var.
Önce kötü haber: Yazar olmak, doğuştan yazar olmak, yazar kumaşı taşımak diye bir şey yoktur. Yazar olduğun için yazmazsın; yazdığın, ısrarla yazdığın için yazar olursun. Yazmadan yazar olmak diye bir şey yoktur.
İyi haber de aynı fikre dayalı. Yazar “olmak” diye bir şey olmadığına göre, yazarsan yazar olursun ancak. Bu kadar. Kimseyi dinleme. Yaz. Yazar olabilirsin.
Bu konuda sevdiğim cümle Uruguaylı bir yazardan. Juan Carlos Onetti. İngilizcesi daha anlamlı geliyor bana. “I am not a writer except when I write.” Kaba çevirisiyle, “Yazdığım zamanlar dışında yazar değilim ben.”
O zaman, yazar olmak istiyorsan, yazacaksın.
Şimdi düşün. Yazar olmanın mı peşindesin, yazmanın mı? Bu sorunun cevabını sen verme, arşivin versin. Şimdiye kadar kaç kelime yazdın? Kaç kısa öykü, kaç roman bitirdin? Kaç projen yarıda kaldı? Çekmecende kaç dosya var? Say.
Bilançona en iyi yorumu yapacak olan sensin. Yazmış mısın, yoksa yazar olmayı çok ama çok istiyorum duygusunda takılıp kalmış mısın?
Çözüm önerim basit: Attilâ İlhan’ın yaptığını yap.1 Günde bir sayfa yaz. Basit matematik: Ayda 30, yılda 365 sayfa eder. Şimdi en yakınındaki romanı al ve sayfa sayısına bak. Ne demek istediğimi anlayacaksın. Ya da günde 500 kelime yaz, bir kenara koy. Her gün ama. Okuduğun bu kitabın şu âna kadar kelime sayısı 574. Şimdi parmağını okuduğun bu sayfaya koy ve geriye dön. Her gün bu kadar yazabilir misin? Bence yazarsın.
Yaz. Ama her gün yaz. (Yazdıklarının niteliğiyle sonra hesaplaşırsın. Belki bu kitabı bitirmeden önce, belki sonra.)
Yazmadan yazar olma düşüncesi nasıl ki yazar olmanın önündeki bir barajsa, ikinci baraj da yaratıcılık meselesidir. Hangisi daha kalın duvarlarla inşa edilmiş bilmiyorum ama özellikle ülkemizde yazma işine soyunan senin gibi gençlerin önünde aşılamaz bir engel gibi durduğunu biliyorum.
Şinasi Nahit Berker’in, 1986’da Gazeteciler Cemiyeti Yayınları’nca yayımlanan kitabının adı Gazeteci Olunmaz Gazeteci Doğulur. Bu başlığın içerdiği bakış açısının bir dolu alanda Tanrı kelamıymış gibi ifade edildiğini hepimiz defalarca görmüşüzdür.
Tribünlerde, futbol programlarında: Futbolcu olunmaz, futbolcu doğulur.
Reklam ajansı koridorlarında: Reklamcı olunmaz, reklamcı doğulur.
Usta yazar masalarında: Yazar olunmaz, yazar doğulur.
Özet: Bazı özellikler “fıtrat”a bağlıdır; sonradan, öğrenmeyle, çalışmayla olmaz. İnsan yaratıcı bir işle uğraşmak istiyorsa yaratıcı doğmuş olmak zorundadır. Artık neye inanıyorsan, genler, tanrı, mutasyona uğramış olmak, bir şekilde sende varsa vardır, yoksa yoktur.
“Doğuştan gelen yaratıcılık dehası” ideolojisine kapılanların görüşlerinin özeti gerçekten budur.
Bu bakış açısına sahip birisine, “Ya bende yoksa bu yaratıcılık dediğiniz şey, ne yapacağım?” diye sorduğunuzda alacağınız cevap tuhaf bir dudak bükmeden öteye gitmez.
Bu ideolojiyi en sıkı savunanların başında, kendi alanlarında yaratıcı kimse olduklarını tescil ettirmiş olanlar gelir. Nedenleri açıktır: iktidar. Senin, benim gibi sıradan insanlarla kendi arasına koyduğu büyük duvar.
İşin kötüsü aynı bakış açısını makul, geçerli görenlerin büyük bölümü de bu sıradan insanlardan çıkar. Böylelikle çoğu kimse yaratıcı işlerle arasındaki duvarı kendi elleriyle yükseltir. Ya da yaratıcı bir işe soyunup çıkardığı ürün beğenilmezse suçu kendisinde, kendi “fıtrat”ında arar. “Demek ki bende yokmuş,” demekten başka şansı kalmaz.
Genç yazar adayı kardeşim, bu tuzağa düşme. Yaratıcılık doğuştan gelen bir şey değildir. Dünya üzerindeki pek çok şey gibi, yazmak da öğrenilebilir, öğretilebilir.
Biliyorum, yazdığın şeyleri adı yazara çıkmış birisine gösterdiğinde esas istediğin, hataları göstermesi falan değil, bu yaratıcılık ideolojisinin o kişiye verdiği iktidarla, seni de içinde olduğu seçkin kesime çekmesi.
Kimseye bu iktidar gösterisi fırsatını verme. Yazdıklarını yargılama yetkisine sahip yalnızca üç tür insan vardır bu dünyada: editörler, eleştirmenler ve yazdıklarını ulaştırdığın okurlar. İlk ikisi görevleri gereği yaparlar yargılamayı.
Editörler, adına çalıştıkları kurum adına, iyi yazıları kötü yazılardan ayırmakla yükümlüdürler. İşlerini iyi yapmak zorundadırlar. İyi yerine kötüyü seçerlerse bir süre sonra kurumları, dolayısıyla kendileri zarar görür. Sırtlarında yumurta küfesi vardır yani.
Eleştirmenler de aynı işlevi, okurlara sunulmuş yazılar için yaparlar. İyiyi atlarlarsa, kötüye hangi nedenle olursa olsun prim verirlerse, uzun vadede kötü eleştirmenlere dönüşürler. Onlar da sırtlarında yumurta küfesi taşırlar.
Okurlara gelince. Okurlar yazdığın yazıya zaman ve çoğunlukla para vermeyi kabul etmiş kimselerdir. Onunla kuracağın bağın olumlu ya da olumsuz olması kararı okurundur. Ya ikinci kitabını bekleyecektir heyecanla ya da kütüphanesinin ve aklının uzak bir köşesine atıp unutacaktır seni ve yazdıklarını.
Bu üçünün dışında bir kimsenin, yazdıklarına ilişkin görüşlerine ihtiyaç duyma; zayıf bir ânında iktidarlarına sığınmışsan, söylediklerine inanma. Kendisi yazar olanın başka bir yazarı (bak sana da yazar diyorum) objektif ölçülerle değerlendirmesi olanaksızdır.
2
Peki, nedir bu yaratıcılık?
Doğuştan gelen bir şey değilse, o zaman nedir yaratıcılık?
Müjde: Hayatınızı kolaylaştıracak, kullanışlı, sizi bütün o “yaratıcı deha” ideolojisi baskısından kurtaracak bir tanım geliyor.
Yaratıcılık, işe yarayan yeniliktir.2
Sondan başlayalım. Yeni olmayan bir düşüncenin, fikrin, uygulamanın yaratıcı olamayacağında hemfikiriz herhalde. Her fikrin yeni olmasına gerek yok ama her yaratıcı fikrin yeni olması zorunlu. Bu gerçek bizi şu soruya götürüyor:
Fikrimizin “yeni” olduğunu nereden bileceğiz?
Yeni bir yemek tarifinin yeni olduğunu nereden bileceğiz? Yeni bir kafiye uydurduğumuzu? Yeni bir anlatım tekniği geliştirdiğimizi? İnsanlığın özüne ilişkin yeni bir düşünce bulduğumuzu? Yeni bir kitap fikri bulduğumuzu? Yeni bir kopya çekme yöntemi yarattığımızı?
Cevap basit: O alanın tarihini iyi bileceğiz. Aklımıza gelenin yeni olup olmadığına ancak o alanın tarihini iyi çalışmışsak karar verebiliriz.
Bir üstteki paragrafta yaratıcı bir kimse olmanın ilk koşulunu, sihirli sözcüğünü çaktırmadan verdim. Şimdi üstteki paragrafı bir kez daha okuyup bulun o sihirli sözcüğü.
Buldunuz mu? Hayır mı? Bir daha okuyun.
Evet, şimdi buldunuz. “Çalışmak.” Bir alanın tarihi ancak çalışarak öğrenilir. Demek ki o meşhur ve yanıltıcı inançta olduğu gibi, “içinden gelenleri hiçbir kısıtlama olmadan” dışarı vurmak değil.
Tarifin ikinci ayağına bakalım şimdi. “İşe yaramak.” Ne demek?
Hayatta – yazmak dahil – yaptığımız hemen her şeyi, tarif edilmiş ya da edilmemiş bir jüri için yaparız.
Sabah ne giyeceğimizi seçerken, berbere-kuaföre giderken, espri yaparken, üniversite seçerken, temelde o her an yanı başımızda olan jüriyi memnun etmek için karar veririz.
Ben bu kitabı yazarken, hayatın bir alanına ilişkin görüşlerimi size “satmak” için uğraşıyorum.3 Öteki kitaplarımı da insanlar beğensin diye yazdım. Bütün yazarlar böyle yapar. İşin başlarında olan çoğunluk gibi, “Kendim için yazıyorum,” derseniz, kendinizi kandırırsınız sadece. Kimse yalnızca kendisi için yazmaz.
O zaman yarattığınız her ne ise işe yaraması lazım. Jürinizden, her kimse onlar, olur alması lazım. Şu ya da bu ölçüde. Bir yarışmaya giriyorsanız, seçici kurulun kararını kabullenmelisiniz.
İnsanlık tarihinin bütün yaratıcı kimseleri, kendileri yaşarken ya da öldükten sonra, o muhteşem jüriden onay almış insanlardır. Yaptıkları, buldukları, getirdikleri yenilikler işe yaramıştır. Analarından yaratıcı doğdukları için değildir başarıları.
Öyleyse nereden geliyor bu, “Yaratıcılık bir kimsede varsa vardır, yoksa yoktur” safsatası?
Ben söylemeyeceğim. Siz bulacaksınız. Size yalnızca aranızdaki meraklıların peşine düşmesi için bir anahtar sözcük vereceğim.
“Romanticism” akımı.
Bilerek İngilizce yazdım. Çünkü Türkçesi yaygın başka bir hatalı kullanımı işaret ediyor. Gerisi size kalmış. İnternetten mi ararsınız, Wikipedia’ya mı bakarsınız, bilenlere mi sorarsınız, bir yolunu bulun öğrenin. Ne göreceksiniz? Romantizm insanoğlunun yaratıcı etkinliğinde kısa bir süre egemen olmuş, aslında Endüstri Devrimi ve Aydınlanma çağının normlarına bir tepki olarak doğmuş ve sanatın kaynağını gem vurulmamış duyguların dışavurumu olarak tarif eden edebi, felsefi, mimari vb. bakış açısıdır. Bahçe tanziminden çocuk eğitimine kadar birçok alanda egemen olmuş bir düşünce ve pratik akımıdır. En çok vurguladığı alan şu yaratıcılık meselesidir.
Buraya kadar tamamsa, çoğunuzun mutlaka yaşadığına inandığım şu duruma bakalım: “Yaratıcılık içten gelen bir şeydir, varsa vardır yoksa yoktur” inancına sahip birisi, yaratıcı olması gereken bir işi yaptığında ve jürisinden olumsuz karşılık aldığında ne yapar?
“Demek ki bende iş yokmuş,” der ve yıkılır. Küser, kızar, ağlar, jüriyi suçlar, yaratıcı birinin asla söylememesi gereken şu sözleri söyler: “Beni anlamadılar!” Yaptığı işten vazgeçmekten, depresyona düşmeye kadar varır bu yıkılış.
Tersine inanan, “Yaratıcılık işe yarayan yeniliktir” tarifini geçerli bulan birisi ne yapar?
Gider, jürisini olumlu karar vermeye zorlayacak “yeni” bir iş daha yapar. Olmadı bir daha. Daha olmadı, jürisini değiştirir mümkünse. (Yazarlık işinde jürinizi değiştirmek o kadar kolay değildir, ülkenizin insanlarına yazıyorsunuz, o insanları başka bir ülkenin insanlarıyla değiştirmeyeceksiniz ya.)
Yeniden, o şahane kavram bütün görkemiyle çıktı karşımıza. Yaratıcılığa ulaşmak için sihirli sözcük “fıtrat” değil, “çalışmak”tır.
Bırakın kendilerini “seçilmiş insan” olarak gören yazarlar öyle görmeye devam etsinler. Bırakın kendilerini yukarıdan gelen mesajları okurlarına ulaştırmakla görevlendirilmiş olarak hisseden yazarlar öyle hissetmeye devam etsinler. Bırakın yazarlığı içten gelen samimi duygularını ifade etmekle başlatanlar öyle yapmaya devam etsinler.
Siz çalışın. Yaratıcılığa ulaşmak için çalışmak dışında başka bir yol olmadığına inanmaya devam edin.
Buraya kadar söylediklerim size bir anlam ifade etmediyse, elinizdeki kitabı kaldırıp atın. Yok, daha iyisi, ilgilenebileceğini düşündüğünüz bir arkadaşınıza verin.
3
Hikâye anlatmak
İnsanoğlunun en iyi bildiği işlerden birinin hikâye anlatmak olduğunu söylemiştim başta. Öyledir.
Adına masal deriz, mitoloji deriz, destan deriz, kıssa deriz. Bugünlerde roman diyoruz, oyun diyoruz, film diyoruz, kısa öykü diyoruz.
Neler anlatıyorlar bize? İnsan olmak, cesaret, korku, arkadaşlık, sevgi, kader, kadere karşı çıkmak, isyan, zafer, yenilgi, sınav, merak, hırs, dayanışma, haksızlık, zenginlik, fakirlik, nereden geldik, nereye gidiyoruz, aslında kimiz soruları. Biraz uğraşırsanız benim saydığım kadarını siz de sayarsınız.
Siz kendi romanlarınızda, hikâyelerinizde, senaryolarınızda, derdiniz neyse onu anlatacaksınız. Karışmak aklıma bile gelmez. Sizin bileceğiniz iş. Burada, “nasıl anlatırsanız daha iyi anlatırsınız”, onun peşindeyiz. Bu alandaki evrensel ilkelerin peşindeyiz. O yüzden şimdi size okkalı bir soru:
Dünya üzerindeki hemen bütün hikâyeler aslında neyi anlatır?
Dikkat! Konuyu sormuyorum. Temayı sormuyorum. Ana fikri sormuyorum. Anlattığını hangi temel eylem formunu aracı kılarak anlatır, diye soruyorum. Anlattığı hikâyeyi, konu, karakter, zaman, üslup vb. unsurlardan arındırırsak geride esas ne kalır, diye soruyorum.
Gelin, sorumu birkaç bildik hikâyeyi özetleyerek daha cevap verilebilir kılalım.
Külkedisi’ne ne dersiniz?
Üvey annesi ve kız kardeşleriyle yaşayan bir kız, günün birinde ülkenin prensinin vereceği ve şehrin bütün genç kızlarının davet edildiği baloyu duyunca katılmak ister. Ancak ne doğru düzgün bir giysisi ne de onu kapıya bırakacak göz kamaştırıcı bir aracı vardır. Üvey annesi ve kardeşleri yardım etmeyi reddederler, üstelik onu küçümseyerek üzerler. Ortaya çıkan bir peri yardım etmeyi önerir. Giysi ve araç sorununu sihirle halledecektir. Kız sevinir elbette. Perininse bir kuralı vardır. Gece yarısından önce balodan ayrılmazsa giysi ve görkemli araç kaybolacaktır. Kız kuralı kabul eder. Şahane bir elbise ve mücevherler içinde baloya gider. Prensle tanışır. Bol bol dans ederler. Birbirlerine yakınlaşırlar. Saat 12.00’ye yaklaştığında kız balodan ayrılmak ister. Prensin ısrarıyla biraz daha kalır. Tam zamanında balodan kaçar. Süre dolduğu için sihirli destekleri kaybolmuştur. Son anda ayakkabılarından birisi ayağından çıkar, geride kalır. Prens pek sevdiği kızın peşinden onu aramaya çıkar. Ayakkabıyı bulur. Ertesi gün ayakkabının sahibini bulmak için şehrin bütün genç kızlarını evlerinde ziyaret eder. Bizimkinin evine gelince, mutlu son, ayakkabı kızın ayağına uyar, kavuşurlar.
Hobbit’e bakalım şimdi. Kısa olsun bu sefer.
Hobbit’lerden biri, uzaklardaki bir dağda bulunan defineyi elde etmek için bir grup cüce ve başlarındaki sihirbaz tarafından kendilerine katılmaya çağrılır. Başta bu işe pek niyetli olmayan bizim Hobbit, sonunda onlarla gider. Bir sürü mücadelenin sonunda, hazineyi koruyan ejderhayı yenerler ve bizimki biraz zenginleşmiş olarak evine döner.
Doğru özetledim sanırım. Arada bir de sihirli yüzük meselesi var elbette, diğer Tolkien kitaplarında önemli bir rol oynayacak, ama onu zaten biliyoruz. Şimdi sıra Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nda. Kitabı da filmi de güzeldi. Özetliyorum.
Fakir ama bol sevgi ve sağduyu sahibi ailesiyle yaşayan bir çocuk, yakınlardaki bir çikolata fabrikasının sahibinin açtığı yarışmaya katılma şansı kazanır. Toplam beş çocuk fabrikanın fantastik ortamında gezmeye başlarlar. Diğer dört çocuk, insani zaaflarına yenilerek yarışmadan elenirler. Bizim çocuk yarışmayı kazanarak fabrikanın ortağı olur.
Hep fantastik hikâyelere takılmayalım. İşte size ustalıklarını tartışmayacağımız iki yazarımızdan iki hikâye. Birincisi Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si.
Üç yoksul arkadaş, çalışmak ve ailelerini geçindirecek parayı kazanmak için köylerinden Adana’ya doğru yola çıkarlar. Biri fabrikanın kötü koşullarından dolayı hastalanarak ölür. Diğeri tarlada çalışırken kullandığı makineye bacağını kaptırır ve kan kaybından ölür. Duvarcı ustası olmayı başaran üçüncüsü, karısı ve kızına aldığı hediyelerle köye döner.
Koca kitabı böyle özetlemem sizi kızdırmasın. Elbette Orhan Kemal, romanında Çukurova’nın koşullarını, emek sömürüsünü, insanları yoldan çıkaran bir dolu etkeni büyük bir ustalıkla anlatıyor ama romanın hikâyesinin özü yukarıda yazdığım gibi. Şimdi sıra Orhan Pamuk’un Kar romanında. Yine bütün temasal özelliklerinden sıyırarak özetliyorum.
Almanya’da yaşayan şair ve gazeteci Ka, ilgisini çeken bazı toplumsal olayları araştırmak için Kars’a gider. Kar yüzünden dışarıyla ilişkisi kesilen kentte bir süre kalır. Kentin ileri gelen kanaat önderleri ile görüşür. Bir aşk ilişkisine karışır. Toplumsal şiddete şahit olur. Sonunda kişiliğinde, şehir ve ülkesi hakkındaki görüşlerinde büyük değişikliklerle İstanbul’a döner.
Sorumun cevabı yavaş yavaş kafasında belirenler el kaldırsın. Gözümüzün önünde, değil mi? Hangisi olursa olsun, hikâyelerin, onları hikâye yapan unsurlarını ortadan kaldırınca hepsinde aynı manzara ortaya çıkıyor.
Bütün hikâyeler temelde aynı şeyi, bir yolculuğu anlatır. Kahramanları bir yerden bir yere giderler, başlarına bir şeyler gelir, sonra geri dönerler.
Külkedisi evinde; saraya, baloya gidiyor; evine (prensin sevgilisi olarak) dönüyor.
Hobbit evinde; dağa gidiyor, ejderhayı yeniyor; evine (zenginleşmiş olarak) dönüyor.
Charlie evinde; fabrikaya gidiyor, öbür çocuklar eleniyor, o elenmiyor; evine (fabrikanın ortağı olarak) dönüyor.
Fakir köylüler Adana’ya gidiyor; ikisi ölüyor, birisi evine (meslek sahibi olarak ve armağanlarla) dönüyor.
Ka, Kars’a gidiyor, bir sürü olay oluyor, büyük şehre (hayat hakkında yeni görüşlerle) dönüyor.
Şimdi sıra sizde.
Okuduğunuz romanlarda, sevdiğiniz filmlerde, maceralarını takip ettiğiniz kimselerin yolculuğunu ortaya çıkarın. Kim (nasıl birisiyken) nereye gidiyor? Yola çıktığı yere nasıl birisi olarak dönüyor? Takip ettiğiniz yolculukların her zaman fiziksel yolculuklar değil, manevi, içsel yolculuklar olabileceğini de gözden kaçırmayın. Gördünüz, değil mi?
Kahramanlar bir yolculuğa çıkıyor, yolculukta başlarına türlü işler geliyor, sonuçta geriye başka birisi olarak dönüyorlar. Eksik söyledim, hem aynı kimse hem başka birisi olarak dönüyorlar. Dönüşüyorlar.
Hanımlar, beyler! İşte karşınızda hemşerimiz Aristoteles’in bundan kabaca 2600 yıl önce ortaya koyduğu dramatik dönüşüm ilkesi.4 Hikâyelerde kahramanlar, çıktıkları yolculuktan, o yolculukta başlarına gelenlerden dolayı, dönüşmüş olarak geri dönerler. Onların yolculuklarını omuz başlarından takip eden biz de – okurlar, seyirciler, dinleyiciler – onlarla birlikte dönüşürüz. İyi hikâyeleri kötü hikâyelerden ayıran en temel unsur budur.
Yazmayı planladığınız hikâyede kim, nasıl birisiyken nereye gidiyor, başına neler geliyor, başına gelenlerden dolayı nasıl birisine dönüşerek geriye geliyor?
İsterseniz şimdiye kadar kendi kendinize yazdıklarınıza dönüp bir bakın, öğrendiklerinizi dikkate aldığınızda durum ne?