![Pirinç Şişe](/covers_330/70646995.jpg)
Полная версия
Pirinç Şişe
“İçeri gelmeniz büyük incelik bayım,” dedi ayağa fırlarken. “Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama bir şeyim yok. Sadece biraz sarsıldım. Bu arada, sanırım İngilizce konuşabiliyorsunuz, değil mi?”
“Elbette hitap ettiğim herkesin anlayacağı şekilde konuşabiliyorum,” diye yanıtladı yabancı. “Söylediğimi anlıyor musun?”
“Şimdi gayet iyi anlıyorum,” dedi Horace. “Ancak az önce anlayamadığım bir şey söylediniz. Tekrar etmenizde bir sakınca var mı?”
“Tövbe ey Allah’ın Resulü! Bir daha asla böyle bir şey yapmayacağım dedim.”
“Ah!” dedi Horace. “Sanırım biraz şaşırdınız. Şişeyi açtığımda ben de çok şaşkındım.”
“Söyle bana, o mührü gerçekten senin elin mi kaldırdı ey iyilik sahibi genç adam?”
“Evet, şişeyi ben açtım,” dedi Ventimore. “Ortada bir iyilik var mı bilmiyorum çünkü o şeyin içinde ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.”
“İçinde ben vardım,” dedi yabancı sakince.
IV
Kaçak
“Yani bu şişenin içinde siz vardınız, öyle mi?” diye sordu Horace yumuşak bir sesle. “Ne olağandışı bir durum!” Doğulu bir deliyle uğraşmak zorunda olduğunu ve onu biraz eğlendirmesi gerektiğini anlamıştı. Neyse ki epey eksantrik bir havası olsa da tehlikeli birine benzemiyordu. Saçları uzun sarığının altından kızıl renkli yanaklarına doğru dağınık bir şekilde dökülüyordu; üç tel gri sakalı vardı. Opal mavisi çekik, dar gözlerinin arasında geniş bir mesafe vardı. Biraz kurnazlık biraz da çocuk masumiyeti taşıyan tuhaf bir ifadeye sahipti.
“Doğru söylediğimden şüphen mi var? O lanet şişenin içinde sayısız asırdır kilitliyim. Ne kadar süre olduğunu bilmiyorum çünkü hesaplanamayacak kadar çok.”
“Görünüşünüze baktığımda bunca yıldır bir şişenin içinde hapsolduğunuzu hiç düşünmezdim bayım,” dedi Horace kibarca. “Ancak bir değişiklik yapma zamanınız gelmiş. Uygunsuz olmayacaksa, neden başınıza böyle bir şey geldiğini sorabilir miyim? Gerçi bunca zamandan sonra sebebini unutmuş olabilirsiniz.”
“Unutmak mı?” dedi yabancı, gözlerinde kırmızı bir kıvılcım çakmıştı. “Şöyle bilge bir söz vardır: ‘Bırakın unutulmayı arzulayan bir başkasına fayda sağlasın; zarar verenin hatırası ise sonsuza dek sürsün.’ Ben ne bana sağlanan faydayı ne de verilen zararı unuturum.”
“Kindar bir yaşlı adam,” diye düşündü Ventimore. “Deli olması da cabası… Tam ev arkadaşı olunacak biri!”
“Ey insanlığın en iyisi!” diye devam etti yabancı. “Bil ki şu an seninle konuşan, Yeşil Jinn Fakraş-el-Aamaş’tır. İrem Bahçesi’ndeki Babil Şehri’nin yukarısında, Bulutlar Dağı’nın sarayında otururum. Şanını bilir misin?”
“Sanırım duydum,” dedi Horace adres defterindeki bir yerden bahsediliyormuşçasına. “Muhteşem bir muhit.”
“Benzersiz güzellikte, çeşitli başarılara imza atmış Bedia el-Cemal isminde kadın bir akrabam vardı. Bir Jinneeyeh olmasına rağmen, inançlı olduğunu görünce Davut’un oğlu Süleyman’a elçiler göndererek onunla evlenmesi için teklif sundum. Ancak Jarjareelilerden biri, İblis Rejmoos’un oğlu, el değmemiş güzel akrabamı uygun gördüğünü belirtip gizli gizli Süleyman’a gidip benim hükümdarı mahvetmek için gizli bir plan yaptığımı söyledi. Sonsuza dek Allah’ın laneti üzerinde olsun!”
“Elbette böyle bir şey yapmak aklınızın ucundan geçmemiştir, değil mi?” dedi Ventimore.
“Zehirli bir üslup, en saf istekleri bile kirletebilir,” şeklinde kaçamak bir cevap geldi. “Bunun üzerine Süleyman, kendisine selam olsun, Jarjareeliyi dinleyerek kızı reddetti. Dahası, tutuklanıp pirinç bir şişeye hapsedilmemi, kıyamet günü gelene kadar El-Karkar Denizi’ne atılmamı emretti.”
“Çok kötü, gerçekten çok kötü olmuş!” diye mırıldandı Horace, yeterince empati kurabildiğini umuyordu.
“Asil soyun ve nezaketin sayesinde kurtuldum, sana bin yıl hizmet etsem bile bu iyiliğini ödeyemem. Ne yapsam az gelir!”
“Lafı bile olmaz,” dedi Horace. “Bir faydam dokunduysa ne mutlu bana.”
“Göklerde yazılıdır: ‘İyilik eden iyilik bulur.’ Ben Jinn ifriti değil miyim? Öyleyse dile benden ne dilersen, istediğini alacaksın.”
“Zavallı yaşlı adam!” diye düşündü Horace, “Gerçekten keçileri kaçırmış. Yakında bana bir hediye vermek isteyecek, elbette bunu kabul edemem… Bay Fakraş,” dedi yüksek bir sesle. “Ben hiçbir şey yapmadım, gerçekten. Yapmış olsaydım da bunun için bir hediye kabul edemezdim.”
“İsmin nedir? Ne işle meşgulsün?”
“Kendimi daha önce tanıtmalıydım, size bir kartımı vereyim,” deyince yabancı Ventimore’un uzattığı kartı alıp kemerine sıkıştırdı.
“Bu iş adresim. Mimarım, eğer ne olduğunu bilmiyorsanız evler, kiliseler, sizin kültürünüzde de camiler yapan kişi. Aslında bunlarla da sınırlı değil, kısaca inşa edilebilecek her şeyi yapıyorum.”
“Ne kadar da faydalı bir meslek, saf altınla ödüllendirilecek türden.”
“Benim durumumda ödül, ulaşılamayacak kadar güzel,” diye bir itirafta bulundu Horace. “Başka bir deyişle, henüz bir ödülüm yok çünkü hiç müşteri bulma şansım olmadı.”
“Bahsettiğin müşteri kimdir?”
“Ah şey, bir ev yaptırmak isteyen ve eve ne kadar para harcayacağı umurunda olmayan, hali vakti yerinde bir tüccar. Eminim etrafta onlardan çok fazla var fakat benim kapımı çalan olmadı.”
“Bana biraz süre ver, mümkün olursa sana böyle bir müşteri bulacağım.”
Horace, böyle bir çevreden gelen yaşlı bir adamın tavsiyesinin buralarda pek de etkili olmayacağını düşünmekten kendini alamasa da zavallı yaşlı adamın ona borcunu ödeme konusunda kendini baskı altında hissettiğini anladığından hevesini kırmak istemedi.
“Bayım,” dedi hafifçe, “Eğer aradığım müşteri profiline rastlayıp aradığı mimarın ben olduğuma inandırmayı başarırsanız, aramızda kalsın ama henüz kimse keşfetmemiş olsa da gerçekten işimde iyiyim, onun bana gelmesini sağlayabilirseniz bana en büyük iyiliği yapmış olursunuz. Yine de kendinizi zorlamayın.”
“Bu isteyebileceğin en kolay şey,” dedi ziyaretçisi. “Tabii eski gücümden birazı bile kalmışsa…” Bunları söylerken birden zihnini şüphe kaplamıştı.
“Önemli değil bayım,” dedi Horace. “Yapamazsanız sizi anlayışla karşılarım.”
“Önce Süleyman’ın nerede olduğunu öğrensem iyi olur. Böylece önünde eğilip af dileyebilirim.”
“Elbette,” dedi Horace nazikçe. “Ben olsam ben de aynısını yapardım ancak yine de dikkatli olun. Şimdi uyuyor olabilir, yarın sabah gidersiniz.”
“Şu anda olduğum yer biraz garip, ne tarafta aramam gerektiğini henüz bilmiyorum ama onu bulup kendimi aklayana ve Jarjareeliden intikamımı alana kadar durmak bilmeyeceğim.”
“Pekâlâ, şimdi uslu bir yaşlı adam olup uyusanız iyi olur,” dedi Horace sakin bir şekilde. Bu zavallı çılgın Asyalının polisin eline düşmesinden endişelenmişti. “Yarın Süleyman’ı aramak için çok zamanınız olacak.”
“Dünyanın öteki ucuna kadar gitmem gerekse bile onu bulacağım!”
“Doğru, onu mutlaka bir yerlerde bulacaksınız ancak bu geceden başlamanın bir anlamı yok, son tren çoktan kalktı.”
O konuşurken dışarıda esen rüzgâr, Big Ben’in sesini Westminster Saat Kulesi’ndeki mahallelere taşıyor, kısa bir aranın ardından gece yarısından sonraki ilk birkaç saatin haberini veren kilise çanları duyuluyordu.
“Yarın,” diye düşündü Ventimore, “Bayan Rapkin’le konuşayım da bir doktor çağırıp bu adamı tedavi ettirsin. Zavallı, gerçekten dışarı tek başına çıkacak halde değil.”
“Aramaya hemen başlayacağım,” diye ısrar etti yabancı. “Kaybedecek zamanım yok.”
“Ah, lütfen gelin!” dedi Horace. “Binlerce yıl geçmişken, birkaç saatin önemi olmaz. Hem ev kilitlendi, dışarı çıkamazsınız. İzin verin sizi yukarıya, odanıza kadar çıkarayım bayım.”
“İşler pek düşündüğün gibi değil. Seni bir süreliğine yalnız bırakmam gerekiyor ey iyi kalpli genç adam. Bu süreçte günlerin bereketle dolsun taşsın, seni kıskananların burnu pislikten kurtulmasın çünkü içimde sana karşı bir sevgi yeşerdi ve eğer bana izin verirsen seni korumam altına alacağım.”
Yabancı sözlerini bitirip bir anda arkasındaki duvardan geçerek ortadan kaybolmuştu. Ventimore şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibiydi ve odada tek başına kalmıştı.
Başının arkasını ovuşturmaya başladı, hafif bir ağrı hissediyordu. “Duvardan geçip gitmiş olamaz,” dedi kendi kendine. “Bu çok saçma. Aslına bakılırsa bu akşam çok heyecanlıyım, olanlardan sonra hayal görmeme şaşırmamalı. En iyisi gidip yatayım.”
Ve odasına gitti.
V
Açık Çek
Sabah uyandığında Ventimore’un başı hâlâ ağrıyordu ve Sylvia’nın onu sevdiğini söylediği ve bir gün onun olmaya söz verdiği harikulade an dışında dün yaşanan her şey gözünün önünden bir film şeridi gibi geçmeye başlamıştı. Annesi de onun tarafındaydı, neden ümidini kesecekti ki? Profesör’ü ikna etmesi gerekiyordu ama pirinç şişeden önemli bir şeyler çıkarsa, o da nişanlanmalarına rıza gösterebilirdi. O an Horace rüyasını anımsadı, pirinç şişeyi zorla açıyor ve şişenin içinden elyazmaları değil Hükümdar Süleyman’ın emriyle şişenin içine hapsedilen yaşlı bir Jinnee’nin çıktığını görüyordu!
Aklına bu kadar acayip fanteziler düşüren şeyin ne olduğunu düşündü. Sonra Sylvia’nın Binbir Gece Masalları’ndeki mühürlü kavanoza atıfta bulunarak şişeden bir “peri” çıkabileceğini söylediğini, babasının da bilgiçlik taslayarak kelimeyi “Jinnee” olarak değiştirişini hatırlayıp gülümsedi.
Beyni bütün kurguyu bu temel üzerine tasarlamıştı. Gözünde canlananlar o kadar canlı bir sahne, öyle dolaylı ve inandırıcı bir hikâyeydi ki aşırılığına rağmen şu an bile tamamen rüya olduğuna kendini ikna edemiyordu. Rüya psikolojisi, en ciddiyetsiz öğrenci için bile son derece gizemli bir konudur.
Kahvaltı için oturma odasına girdiğinde, şişeyi tıpkı rüyasındaki gibi kapağı açık bir halde bir köşede bulmayı umarak etrafına bakındı.
Şişe orada değildi, tuhaf bir rahatlama hissetti. Müzayede odasındaki görevliler henüz şişeyi teslim etmemişti. Böylesi daha iyiydi çünkü şişenin içinde bir şey olup olmadığını hâlâ bilmiyordu; hem içinden binlerce yıl şişenin içine hapsolmuş, yalancı ve yaşlı bir Jinnee’den daha fazla işine yarayacak bir şey çıkmayacağını kim bilebilirdi ki?
Kahvaltı bittiğinde, gözleri az önce etrafta dolanan ev sahibesini aradı. Bayan Rapkin, suiistimale uğrayan bir sınıfa ait olmasına rağmen sınıfının üst kesimi sayılan bir kadındı. Temiz ve düzenliydi; saman sarısı saçları o kadar düzgün ve sıkı sıkıya toplanmıştı ki kafası fındığa benziyordu. Keskin, boncuk gibi gözleri; uzaktan savaş kokusu almış gibi görünen burun delikleri; hemencecik kapanan ince ve geniş ağzı; kuru, beyaz kahve renkli bir teni vardı.
Biraz sert görünse de iyi kalpliydi ve Horace’a neredeyse bir anne şefkatiyle yaklaşıyordu. Ancak Horace’ın bu dünyada geçinmeye “yetecek kadar ağırbaşlı” olmadığından hayıflanıyordu.
Birlikte çalışırlarken Rapkin ona kur yapmış, sonra da evlenmişlerdi. Horace, onun bodrum kattaki salonda günlerini su ve cin içip aromalı sigarasını tüttürerek geçirdiğinden şüphelense de arada sırada dışarıdaki işlerin kâhyalığını yapıyordu.
“Bu akşam yemeğe gelecek misiniz bayım?” diye sordu Bayan Rapkin.
“Bilmiyorum. Benim için özel hazırlık yapmayın, büyük ihtimalle akşam yemeğini kulüpte yerim,” dedi Horace. Bunun üzerine tüm kulüplerin ahlaksızlık ve savurganlık yuvası olduğuna inanan Bayan Rapkin memnuniyetsiz bir surat ifadesine bürünmüştü. “Bu arada,” diyerek devam etti Horace. “Eğer pirinç bir şişe gelirse alabilirsiniz. Dün indirimden almıştım ancak dikkatli olun epey eski bir parça.”
“Dün gece geç saatlerde vazoya benzer bir şey getirdiler efendim, söylediğiniz o mu bilmiyorum. O da epey eski moda bir şeydi.”
“Hemen getirebilir misiniz lütfen? Görmek istiyorum.”
Bayan Rapkin pirinç şişeyi getirmek için odadan çıktı. “Dün gece geldiğinizde fark ettiğinizi düşünmüştüm efendim,” dedi tekrar geldiğinde. “Çünkü köşeye koymuştum ve sabah geldiğimde yere devrilmişti ve o kadar kirli görünüyordu ki belki de haddim olmayarak temizlemek için aşağı indirdim.”
Şişe şimdi çok daha iyi görünüyordu. Kapaktaki izler ve çizikler çok daha belirgindi ancak rüyasının gerçek olduğunu fark edince Horace biraz endişelenmeye başladı.
Horace’ın yüzündeki ifadeyi inceleyerek “Umarım yanlış bir şey yapmamışımdır,” dedi Bayan Rapkin. “Biraz sıcak bira kullandım, pirinç işçiliği için çok iyi bir malzemedir. Vitrolia sabunu ve fırçayla yüzeyini sürttüm ancak tüm kiri temizlemek için bundan fazlası gerekli.”
“Şişenin kapağını açmaya çalışmadığınız sürece bir sorun yok,” dedi Horace.
“Kapak zaten açıktı efendim,” dedi ev sahibesi gözlerini Horace’a dikerek. “Çekiç ve keskiyle açtığınızı zannetmiştim çünkü odaya girdiğimde onları halının üzerinde gördüm.”
Horace irkildi. O zaman bu kısmı da rüya değildi! “Ah, sanırım unutmuşum. Şimdi hatırladım. Peki üst kata doğulu, yeşil sarıklı bir beyefendinin taşınmasına izin verdiniz mi?”
“Kesinlikle hayır! Böyle bir şeye asla izin vermem Bay Ventimore,” dedi Bayan Rapkin. “İsterse sarığı gökkuşağı renginde olsun, bu tür düşünceleri desteklemediğimi bilirsiniz. Rapkin’in baldızı küçük salonunu bir doğuluya vermişti, sanırım İranlıydı veya Afrika kabilelerinden birinden geliyordu. İyi görünümüne rağmen, kadıncağız sonradan odasını ona kiraladığına çok pişman olmuştu. Size evimi bir siyah deriliye açacağımı düşündüren nedir?”
“Ah, dün gece böyle birini gördüğümü sandım da ondan merak ettim.”
“Bu evde asla öyle birini göremezsiniz bayım. Kapı komşumuz Bayan Steggars buna izin verebilir, hem onun odaları bu tür insanların barbar görüşlerine çok daha uygun olacaktır. Yeterince işim var, sizinle de ilgileniyorum. Bunun için bir başkasını çalıştırmıyorum, zaten kendim daha iyisini yapabiliyorken neden başkasına ihtiyacım olsun ki?”
Ev sahibesi odadan çıkar çıkmaz Horace şişeyi incelemeye başladı. İçi bomboştu, tüm umudu tükenmişti.
Şişenin içinde uzun süredir kapalı kalan bazı baharatların veya aniden havaya maruz kalan diğer maddelerin hızla ayrışmasından kaynaklanan ağır dumandan dolayı bir halüsinasyon gördüğüne inanmış gibiydi.
Daha fazla açıklamaya ihtiyaç duyacağı takdirde, kafasına yanlışlıkla aldığı darbeyle Binbir Gece Masalları’ndan da etkilenerek zihninin ona böyle bir oyun oynadığını düşünmesi yeterli olacaktı.
Bu şekilde zihnindeki soru işaretlerini giderdikten sonra Great Coloister Sokağı’ndaki ofisinin yolunu tuttu. Ofis bir süreliğine sadece kendisine aitti, önceki gün Profesör’ün gelişiyle kesintiye uğrayan işinin başına oturup Beevor’a istediği şartnamenin taslağını hazırlamaya başladı.
Yaptığı iş neredeyse mekanikti, ona hiçbir fayda veya övgü getirmeyeceği belliydi ancak Horace üstlendiği her işi eksiksiz yapma konusunda yetenekliydi. Ardına kadar açık penceresinin yanında otururken kısa süre içinde önündeki işe daldı.
Öyle ki oda aniden büyük bir cisim geçiyormuşçasına karardığında bile hemen kafasını kaldırmadı. Dönüp baktığındaysa, tekli koltukta nefes nefese oturan kişiyi görünce şaşırdı.
“Kusura bakmayın,” dedi Ventimore. “İçeri girdiğinizi duymadım.”
Ziyaretçisi hafif utangaç ve şaşkın bir gülümsemeyle karşılık vermekle yetindi. Pembe yanaklı, tertemiz beyaz bıyıklı bir beyefendiydi; bakışları kurnaz ama cana yakındı, geniş bir ağzı ve gıdığı vardı. Zenginliğini gizleyen bir şekilde giyinmişti; kıpkırmızı şalına armut şeklinde büyük bir inci takmış, muhtemelen yazlık beyaz şapkası ve yeleğini üzerinden yeni çıkarmıştı.
Tok ve gırtlaktan gelen bir ses tonuyla “Efendim,” diyerek konuşmaya başladı. “Bunun, ah yani sizi zamansız ziyaretimin, mahremiyetinizi ihlal edişimin oldukça alışılmadık bir şekilde gerçekleştiğini düşünüyor olmalısınız.”
“Ah hayır,” dedi Horace. Ziyaretçisinin pencereden içeri girdiğini anlamasını istediğinden emin değildi. “Size yolu gösterecek kimse yoktu, kâtibim burada değil.”
“Önemli değil efendim, önemli değil. Sizin de anladığınız gibi, yolumu bir şekilde buldum. Mühim olan şu an burada olmam.”
“Pekâla,” dedi Horace. “Sizi buraya hangi rüzgâr attı?”
“Beni buraya hangi rüzgâr attı…” Yabancının gözleri koskocaman olmuştu. “İzin verirseniz, sırası gelince neden buraya geldiğimi size anlatayım. Hâlâ biraz, şey… Gördüğünüz gibi biraz nefes nefeseyim.” Gözlerini odada gezdirmeye başladı. “Sanırım mimarsınız Bay…?”
“Adım Ventimore,” dedi Horace. “Ve evet, mimarım.”
“Ventimore,” dedikten sonra emin olmak için elini cebine atıp bir kâğıt çıkardı. “Evet, doğru yere gelmişim. Burada adınız ve mimar olduğunuz yazıyor. Bay Ventimore, muazzam bir yeteneği keşfetmem için buraya gelmem söylendi.”
“Muazzam bir yetenek olduğumu iddia edemem,” dedi Horace. “Ancak mesleğimde son derece yetkin olduğumu söyleyebilirim.”
“Yetkin mi? Elbette öylesiniz efendim. Sizce benim gibi tecrübeli bir işadamı, işinde yetkin olmayan birine gelir miydi?” dedi yabancı. Kanısının aksine, kendini son derece ihtiyatlı davrandığına ikna etmeye çalışan bir havası vardı.
“Bu sözlerinizden, birinin bir incelik yaparak beni size tavsiye ettiğini mi anlamalıyım?” diye sordu Horace.
“Kesinlikle hayır efendim, kesinlikle hayır. Kimsenin tavsiyesine ihtiyaç duymam. Şey, sanat dünyasında olup bitenler hakkında yeteri kadar bilgim olduğuna inanıyorum ve şu kanıya vardım, Bay… Ah! Ventimore, tekrar edeyim, kendi kendime vardığım kanıya göre istediğim şeyi yapabilecek tek kişi sizsiniz.”
Sevinci gözlerinden okunan bir şekilde “Bunu duyduğuma sevindim,” dedi Horace. “Tasarımlarımı nerede gördünüz?”
“Bunun bir önemi yok efendim. Sağlam gerekçelerim olmadan asla karar vermem. Karar vermem uzun sürmez ve hemen harekete geçerim efendim, harekete geçerim. Asıl konuya gelirsek, küçük bir komisyon karşılığında, küçücük bir komisyonla… Bu işi sizin yapmanızı istiyorum. Şey, efendim, sizin üstün yeteneğinizin farkındayım.”
“Kendisi için bir açıkartırmaya katılmamı mı isteyecek?” diye düşündü Horace. “Hayatta olmaz.”
“Gördüğünüz gibi şu anda oldukça meşgulüm,” dedi temkinli bir şekilde. “İstediğiniz şeyi yapabileceğimden emin değilim…”
“Kısaca anlatayım efendim, kısaca. Ben Wackerbath, Samuel Wackerbath. Aslına bakılırsa civarda tanınan biriyim.” Horace ziyaretçisinin adından ve şöhretinden haberdar olmadığını elbette gizledi. “Geçenlerde Hampshire sınırında, şu anda oturduğum evin yakınlarında birkaç dönüm arazi satın aldım ve az önce Westminster Köprüsü’nden geçerken arkadaşıma söylediğim gibi, kendime orada küçük bir ev yaptırmayı düşünüyorum. Mütevazı ve gösterişsiz bir ev… Hafta sonları kalabileceğim, misafirlerimi ağırlayabileceğim veya yılın belli bir kısmını geçirebileceğim bir ev. Şimdiye kadar böyle evler kiraladım, bilirsiniz ya, aileden kalma konaklar ve benzerleri. Aslında basit ama konforlu bir İngiliz kır evinin mütevazı zarafetinde yaşamak istiyorum. Ve siz bunun için en ideal kişisiniz, söyledikleriniz beni daha da ikna ediyor. Bu işi olması gerektiği gibi yürütecek kişi sizsiniz.”
Sonunda uzun zamandır beklenen müşteri gelmişti! Hem de normal bir yol izleyerek gelmişti. Kimse Bay Wackerbath’e bakıp onun bir anda üst pencereden süzüleceğine inanmazdı, en azından böyle bir insana benzemiyordu.
Horace kendisinin bile şaşırdığı bir sakinlikle “Elimden gelenin en iyisini yapacağım,” dedi. “Bu proje için ne kadar bir meblağ belirlediğinizi sorabilir miyim?”
“Eh, bir Kârûn sayılmam ancak yoksul olduğumu da söyleyemeyeceğim. Daha önce belirttiğim gibi, konforu gösterişe tercih ederim. Aklımdaki miktarın ötesine geçmem gerekeceğini düşünmüyorum. Şey, altmış bin diyebiliriz.”
“Altmış bin!” diye haykırdı Horace. Bu miktarın ancak onda birini bekliyordu. “Ah! Altmış binden fazla harcamak istemiyorsunuz demek, anlıyorum.”
“Evin kendisi için evet,” dedi Bay Wackerbath. “Müştemilat ve kulübenin yanı sıra bazı odalara özel dekorasyon isteyeceğim. Toplamda yüz bin kadar harcayabiliriz. Bu miktarla, civardaki evlerin ışığına mütevazı bir şekilde gölge düşürebileceğinizi anlıyorum.”
“Kesinlikle,” dedi Horace. “Bu meblağ karşılığında sizi tatmin edecek bir eviniz olacak.” Ardından arsa, toprak, mevcut yapı malzemeleri ve kaç kişilik konaklama yerinin gerekli olacağı gibi olağan soruları sormaya devam etti.
“Yaşınız genç bayım,” dedi Bay Wackerbath. “Ancak mesleğinizin tüm inceliklerine hâkim olduğunuzu görüyorum. Gidip zemine bir göz atmak ister misiniz? Akıllı bir tercih olur, hem karım ve kızlarım da bu konuda fikirlerini söylemek isteyeceklerdir. Hanımları memnun etmeden inşaata başlayamayız, değil mi? Bir düşüneyim. Yarın pazar, sabah 08.45’te Lipsfield’a gelebilir misiniz? Sizi bir at arabası veya benzer bir araçta beklerim, araziye gittikten sonra Oriel Court’ta birlikte öğle yemeği yiyip tüm detayları konuşuruz. Akşam da sizi şehre göndeririz, pazartesi günü işinizin başında olursunuz. Sizin için uygun mu? O halde anlaştık, yarın görüşmek üzere.”
Bay Wackerbath’in odadan çıkışıyla birlikte, Horace tahmin edileceği gibi başına konan talih kuşunun aniliği ve kusursuzluğu karşısında şaşkına döndü.
Artık işsiz değildi; yapacak bir işi, daha önemlisi ilgisini çeken ve ona istediği fırsatları sunabilecek bir işi vardı. Uyumlu görünen ve parayı sorun etmeyen bir müşteriyle en iddialı fikirlerinden bazılarını hayata geçirebilirdi. Üstelik artık tepkisinden çekinmeden Sylvia’nın babasıyla da konuşabilirdi. 60.000 sterlinden 3.000 sterlin ve ek işlerle dekorasyon için de bir o kadar, belki de daha fazla ek komisyon alacağını düşündüğünde, biraz akılsız davranıp bir sene içinde evlenebilir ve birkaç sene içinde çok daha fazla para kazanabilirdi. Başlangıcı böyle bir işle yapınca daha fazla iş alması kolaylaşacaktı.
Umudunu yitirdiği için kendinden utanıyordu. Son birkaç yıllık yorgun bekleyişi, belki de gerçekten ihtiyacı olduğu anda ve kendiliğinden ortaya çıkan bu fırsat için bir hazırlık niteliğindeydi. Yakında onun yardımından mahrum kalacak Beevor’a verdiği sözü tutarak şartnameyi tamamlayınca içi içine sığmadığından daha fazla ofiste kalamadı. Her zamanki gibi kulüpte öğle yemeğini yedikten sonra Cottesmore Gardens’a gidip Sylvia’ya güzel haberi vermeye karar verdi.
Saat hâlâ erkendi ve tüm yolu zevkini çıkararak yürüdü. Bakla kırı ve somon renkteki gökyüzü, Kensington Bahçeleri’ndeki kehribar, kızıl ve sarı yapraklar, uzaktaki ağaçların gövdesinden sızan mavi-gri tonlardaki sis ve High Sokağı’nın koşuşturması önünde boylu boyunca uzanıyor, burnuna yere düşen kestanelerin ve meşe palamutlarının keskin kokusu geliyordu.
Eve vardığında Sylvia’yı yapayalnız buldu. Verdiği haber karşısında sevgilisinin duyduğu hazza tanık olmak, ellerini omuzlarında hissetmek ve dudakları ilk kez buluştuğunda onu kollarına alabilmek Horace’ı çok sevindirmişti.
O cumartesi akşamı Ventimore’dan daha mutlu bir adam varsa, Yüce Tanrı kıskanmasın diye mutluluğunu gizlemekle iyi ederdi.
Bayan Futvoye kısa süre içinde eve dönüp kızıyla Horace’ı aynı kanepede otururken görünce pek memnun olmadı. “Bu yaptığınız, dün akşam iyi niyetle söylediğim şeyden faydalanmak Bay Ventimore,” diyerek söze girdi. “Size güvenebileceğimi düşünmüştüm.”
“Şartlar dün akşamla aynı olsaydı, sizi bu kadar erken ziyarete gelmemem gerekirdi,” diyerek sözde girdi Horace. “Ancak şartlar değiştiğinden, Profesör’ün bile kızınızla sık sık görüşmemize itiraz etmeyeceğini umuyorum,” deyip olanları anlatmaya başladı.
“Madem öyle,” dedi Bayan Futvoye, “Bunu kocamla konuşsanız daha iyi olur.”
Çok geçmeden Profesör eve gelince, Horace onunla çalışma odasında kısa bir görüşme talebinde bulundu ve birlikte odaya geçtiler.
Profesör’ün önden giderek yolu gösterdiği çalışma odası evin arka tarafındaydı ve her dönemden çeşit çeşit doğuya özgü antikalarla doluydu; mobilyalar Kahireli marangozların elinden çıkmıştı. Kitaplıkların pervazlarında Kuran’dan ayetler vardı. Deri sandalyelerin sırt kısmında yaldızlı Arapça harflerle “Hoş geldiniz!” yazılıydı. Sümbül şişesine benzer uzun delikli bir cami fenerini lamba olarak kullanıyordu ve görkemli bir mumya kutusu tüm görkemiyle odanın köşesinden gülümsüyordu.
“Belli ki yanılmamışım,” dedi Profesör oturur oturmaz. “Şişenin içi doluymuş, değil mi? Getirin de ne olduğuna bir bakalım.”
Horace bir an için pirinç şişenin varlığını unutmuştu. “Ah! Kapağını açtım ancak içinden bir şey çıkmadı.”
“Tahmin ettiğim gibi,” dedi Profesör. “Tarif ettiğiniz şişeden değerli bir şey çıkması pek mümkün değildi, paranızı çöpe attınız.”
“Maalesef öyle oldu ancak ben sizinle daha önemli bir konuda konuşmak istiyorum,” diyerek niyetinden bahsetti Horace.
“Olacak şey değil!” dedi Profesör, bir yandan sinirli sinirli saçlarını ovuşturuyordu. “Olacak şey değil! Aklımın ucundan bile geçmemişti. St.Luc’te karım ve kızıma eşlik etmenizi, tamamen iyi niyetle o sıcakta beni bu çetin ve nahoş görevden kurtarmak istediğinize yormuştum.”