
Полная версия
İbrani Masalları
Bar Şalmon’un küçük oğlu bahçeye çıktı ama sonra hemen eve girdi.
“Baba, gel de bak,” diye bağırdı çocuk. “Bahçe fırtınanın getirdiği acayip yaratıklarla dolu. Sürünüp emekleyen türlü türlü şeyler, kertenkeleler, kara kurbağaları ve bir sürü böcek bahçeyi işgal etti. Ağaçları, çalılıkları ve patikaları kapladılar. Bazıları alacakaranlıkta minik fenerler gibi parlıyor.”
Bar Şalmon bahçeye çıktı ancak kurbağa veya kertenkele falan görmedi. Bunun yerine kocaman bir sıra halindeki ifritler, cinler ve gulyabanileri gördü. Prenses, yani karısıysa etrafı peri hizmetçileriyle sarılı halde bir gül çalısındaydı. Kollarını ona uzatıyordu.
“Kocacığım, benimle Ergetz diyarına dönmen için sana yalvarmaya geldim. Seni çok özledim. Uzun zaman dönmeni bekledim. Babamın öfkesini yatıştırmam çok zor oldu. Hadi, kocacığım, benimle gel. Çok güzel bir karşılama seni bekliyor,” diye dil döktü.
“Dönmeyeceğim,” dedi Bar Şalmon.
“Öldür onu, öldür onu!” diye ciyakladı ifritler. Sonra bir sürü el kol hareketleri yaparak Bar Şalmon’un etrafını sardılar.
“Yo, ona zarar vermeyin,” diye emretti Prenses. “Cevap vermeden evvel iyi düşün, Bar Şalmon. Güneş battı ve gece yaklaşmakta. Gün doğana dek iyice düşün. Yanıma gel, bana dön ve her şey iyi olsun. Ama benimle gelmeyi reddedersen hak ettiğin gibi muamele edileceksin. Gün doğmadan önce çok iyi düşünüp kararını ver.”
“Peki, reddedersem gün doğarken ne olacak?” diye sordu Bar Şalmon.
“Göreceksin. Çok iyi düşün ve unutma, sabaha dek burada seni bekleyeceğim.”
“Ben cevabımı verdim. Sana meydan okuyorum,” dedi Şalmon ve içeri girdi.
Gece bahçeden yükselen tuhaf ve yaslı bir müzikle geçti. Güneş tüm görkemiyle doğarak altın ışıklarını şehrin üzerine yaydı. Işığın gelişiyle birlikte başka tuhaf sesler şehir halkını uyandırdı. Pazar alanında harikulade bir manzarayla karşılaştılar. Burası yüzlerce tuhaf varlıkla, gulyabanilerle, ifritlerle ve perilerle doluydu. O güne dek böyle şeyler görmemişlerdi. Küçücük elfler meydanda koştukça çocuklar pek eğleniyordu. Acayip cinler lamba direklerine tırmanıp belediye binasının çatısına çömelmişlerdi. Bu binanın merdivenlerinde ışıltılı bir sıra oluşturmuş periler ile hizmetçi cinler vardı. Ortalarında ise şafak gibi parlak bir hayal halindeki Prenses duruyordu.
Şehrin belediye başkanı ne yapacağını bilmiyordu. Makam zincirini boynuna takıp Prenses’i karşılamak için uzun bir konuşma yaptı.
“Bu sıcak karşılama için çok teşekkür ederim. Siz Sayın Belediye Başkanı ve bu ölümlüler şehrinin iyi insanları, beni dinleyin! Ben Ergetz Peri Diyarı’nın prensesiyim. Babam Aşmeday ise bizim ülkemizin kralıdır. Aranızda bir adam var, işte o da benim kocamdır,” diye cevap verdi Prenses.
“Kimdir o?” diye sordu kalabalık şaşkınlıkla.
“İsmi Bar Şalmon’dur,” diye cevap verdi prenses. “Bozulması imkânsız yeminlerle bağlıyım ona.”
“Yalan!” diye bağırdı Bar Şalmon kalabalığın içinden.
“Doğru söylüyorum. İşte oğlumuz,” diye cevap verdi Prenses. Elf gibi sevimli bir oğlan çocuğu öne çıktı. Şıp demiş Bar Şalmon’un burnundan düşmüştü.
“Bu şehirde yaşayan siz ölümlülerden tek bir şey istiyorum: Adalet. Bizim Ergetz diyarında Bar Şalmon’a gösterdiğimiz adaletin aynısı. Babasına verdiği yemini bozarak yabancı bir ülkeye yelken açmış ve sonunda bizim elimize düşmüştü. Biz onun canını bağışladık. Adil yargılanma isteğini kabul ettik. Şimdi ben de aynı dilekte bulunuyor ve dileğimi kabul etmenizi rica ediyorum. Kendi Adalet Sarayınızda beni dinleyin.”
“Ricanız son derece makuldür, Prenses,” dedi Belediye Başkanı. “Burada yabancıların adaletten mahrum bırakıldığı söylenmemeli. Bar Şalmon, peşimden gel.”
Belediye Başkanı önden yürüyerek Adalet Sarayı’na gitti. Şehrin hâkimleri, Prenses’le aralarında hahamın da bulunduğu şahitlerin ve Bar Şalmon’un söylediklerini dinledi.
“Majestelerinin, yani Ergetz Peri Diyarı Prensesi’nin doğru söylediği çok açık. Fakat Bar Şalmon’un bu şehirde bir karısı ve çocuğu var. Koparılması imkânsız bağlarla onlara bağlıdır. Bu yüzden, Bar Şalmon Prenses’ten boşanarak evlendiklerinde ondan aldığı çeyizi geri vermelidir,” dedi Belediye Başkanı mahkeme kararını açıklayarak.
“Yasalarınız böyle diyorsa itirazım yok,” dedi Prenses.
“Sen ne diyorsun, Bar Şalmon?” diye sordu Belediye Başkanı.
“Ah! Benim de itirazım yok,” diye cevap verdi Bar Şalmon kaba bir şekilde. “Şu ifrit prensesten kurtulmak için her şeyi kabul ederim.”
Bu acımasız sözleri işiten Prenses utanç ve öfkeyle kıpkırmızı oldu.
“Bu sözleri hak etmedim!” diye haykırdı gururla. “Ben seni sevdim ve sana sadık kaldım, Bar Şalmon. Yasalarınızın hükmünü kabul ediyorum. Ergetz diyarına bir dul olarak döneceğim. Senden merhamet dilenmiyorum. Ama hakkım olan şeyi istiyorum: Son bir öpücük.”
“Pekâlâ,” dedi Bar Şalmon daha da kaba bir şekilde. “Senden kurtulmak için ne gerekiyorsa yaparım.”
Prenses gururla ona yaklaşarak Bar Şalmon’u dudaklarından öptü.
Bar Şalmon’un yüzü ölü gibi bembeyaz kesildi. Arkadaşları onu tutmamış olmasa yere düşüverecekti.
“Bütün günahlarının, bozduğun yeminlerin ve yalan sözlerinin cezasını buldun işte!” diye bağırdı Prenses kibirle. “Kendi Tanrı’na, kendi babana, benim babama ve bana yalan söyledin.”
O konuştuğu sırada Bar Şalmon Prenses’in ayakları dibine düşüp öldü. Prenses’in bir işareti üzerine periler ve ifritlerden oluşan maiyeti uçarak binadan çıktı. Soylu hanımlarını aralarına alarak havada süzüldüler ve gözden kayboldular.
Karmaşa Dolu Saray
İbrahim Peygamber’in karısı ve İbrani halkının ulu anası Sara, gelmiş geçmiş en güzel kadındı. Onu gören herkes baş döndüren güzelliğine hayran kalıyor, gözlerinde parlayan o muhteşem ışık ve yüzündeki harikulade berraklık karşısında büyüleniyorlardı. Bu durum, Kenan Diyarı’ndan Mısır’a göç ettiği sırada İbrahim’i çok endişelendirdi. Kalabalık gezgin gruplarının, karısı Sara’ya sanki insanüstü bir şeymiş gibi bakmaları can sıkıcıydı. Ayrıca Mısırlıların Sara’yı kaçırıp Firavun’un haremine götürmelerinden korkuyordu.
İbrahim bu mesele üzerine epey kafa yorduktan sonra karısını kocaman bir kutuya yerleştirip sakladı. Mısır sınırına gelince gümrük görevlileri kutunun içinde ne olduğunu sordular.
“Arpa,” diye cevap verdi.
“Arpanın gümrük vergisi en düşük olduğu için böyle söylüyorsun. Kutu muhakkak buğdayla dolu olmalı,” dediler.
“Buğday vergisini ödeyeceğim,” dedi İbrahim. Kutuyu açmalarından çok korkuyordu.
Görevliler çok şaşkındı çünkü insanlar genellikle gümrük vergisi vermekten kaçınırdı.
“Daha yüksek vergi ödemeye dünden razı olduğuna göre bu kutuda çok daha değerli bir şey olmalı. Belki de baharat var içinde,” dediler.
İbrahim baharat vergisini de ödemeye hazır olduğunu ima etti.
“Ha, ha!” diye güldü gümrük memurları. “Ne tuhaf adam! En ağır vergileri ödemeye bile gönüllü. Bir şey saklıyor olsa gerek. Belki de altın.”
“Altın vergisini ödeyeceğim,” dedi İbrahim sessizce.
Memurlar şimdi iyiden iyiye afallamıştı.
“En ağır gümrük vergisini kıymetli taşlardan alırız. Madem kutuyu açmayı reddediyorsun, senden en değerli mücevherler için uygulanan vergiyi talep etmek zorundayız,” dedi müdürleri.
“Vergiyi ödeyeceğim,” demekle yetindi İbrahim.
Gümrük memurları bu işi anlayamamıştı. Birbirlerine danıştıktan sonra kutunun açılması gerektiğine karar verdiler.
“Çok tehlikeli bir şey olabilir içinde,” diyerek bu kararı savundular.
İbrahim itiraz etti ama sonunda muhafızlarca tutuklandı ve kutu zorla açıldı. Sara’yı gördüklerinde memurlar şaşkınlık ve hayranlıkla geri çekildiler.
“Hakikaten nadir bir mücevhermiş,” dedi müdür.
Hemen Sara’yı Firavun’a yollamaya karar verdiler. Firavun onu görür görmez mest olmuştu. Sara’nın üstünde bir köylü kadının sade giysilerinden başka ne bir süs ne de mücevher vardı. Buna rağmen, Firavun böylesi büyüleyici güzellikte bir başka kadın daha görmemişti. Ne var ki İbrahim’i görünce birden canı sıkıldı.
“Kim bu adam?” diye sordu Sara’ya.
Sara, İbrahim’in hapse atılmasından, hatta idam edilmesinden korktuğu için onun kocası olduğunu kabul etmek yerine ağabeyi olduğunu söyledi.
Firavun’un içi rahatlamıştı. İbrahim’e gülümseyerek onu nezaketle selamladı.
“Kız kardeşiniz olağanüstü bir güzelliğe sahip ve çok da alımlı. Eşsiz cazibesiyle beni büyüledi. Haremimin gözdesi olacak. Onun kaybını size fazlasıyla telafi edeceğim. Hediyelerle donatılacaksınız,” dedi.
İbrahim kalbinde yükselen öfkeyi belli etmeyecek kadar akıllıydı.
“Cesaret, sevgilim,” diye fısıldadı Sara’ya. “Yüce Tanrı bizi yalnız bırakmayacaktır.”
Firavun’un teklifini kabul etmiş gibi davrandı. Firavun’un baş veziri ona yığın yığın altın, gümüş ve başka mücevherler ile koyunlar, öküzler ve develer verdi. Ardından İbrahim’i güzel bir saraya götürdüler. Burada pek çok köle ona hizmet edip önünde eğildi zira Firavun’un ülkesinde hükümdarın ihsanlar yağdırdığı biri, büyük bir adam olarak görülürdü. İbrahim yalnız kalınca tüm kalbiyle dua etti.
Bu arada Sara muhteşem bir odaya götürüldü. Burada kraliçenin kendi hizmetçilerine Sara’yı en güzel giysilerle donatıp hazırlamaları emredildi. Sonra genç kadın, Firavun’un huzuruna getirildi. Firavun tüm hizmetçilerine çekilmelerini emretti.
“Seninle yalnız kalmak istiyorum,” dedi Firavun, Sara’ya. “Sana söylemek istediğim çok şey var. Ayrıca nadir güzelliğini seyrederek gözlerim bayram etsin istiyorum.”
Fakat Sara kendini geri çekti. Firavun onun gözlerine çirkin ve iğrenç gözüküyordu. Şehvet dolu pis bir bakışla tebessüm ediyordu, sesiyse boğuk bir vakvaklayışı andırıyordu.
“Korkma,” dedi Firavun yumuşak ve nazik bir şekilde konuşmaya çalışarak. “Sana zarar vermeyeceğim. Seni çeşitli payelerle donatacağım. Her dileğini kabul edeceğim.”
“O halde gitmeme izin verin,” dedi Sara hemen. “Sizden yalnızca ağabeyimle gitmeme izin vermenizi istiyorum. Başka bir dileğim yok.”
“Şaka yapıyorsun,” dedi Firavun. “Bu söylediğin mümkün değil. Seni kraliçe yapacağım,” diye haykırdı tutkuyla ve Sara’ya doğru bir hamle yaptı.
“Durun!” diye haykırdı Sara. “Bir adım daha yaklaşırsanız…”
Firavun onun sözünü gülerek böldü. Bir kralı tehdit etmek öyle komikti ki boğuk bir şekilde kıkırdamaktan kendini alamadı. Fakat Sara birden susmuştu. Firavun’a değil, onun arkasına bakıyordu. Firavun sırtını döndü ama hiçbir şey fark etmedi. Sara’nın gördüğünü göremiyordu: Kocaman bir sopaya yapışmış bir adam, bir cin vardı orada.
“Hadi, aptal olma. Senin gibi güzel bir şeye öfkelenemem. Ama başında taç olan birine tehditler savurmak uygun değildir, daha doğrusu akıllıca değildir,” dedi Firavun.
Sara hiç cevap vermedi. Artık korkmuyordu. Kendisinin ve İbrahim’in dualarının kabul olduğunu ve başına kötü bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Firavun onun sessizliğini yanlış yorumlayarak Sara’ya yaklaştı. Bu esnada başına büyük bir darbe aldığını hissetti. Bir an için afalladı. Kendine gelince odaya göz gezdirdi ama hiçbir şey göremedi. Sara kıpırdamadan durmaya devam ediyordu.

“Çok tuhaf,” diye mırıldandı Firavun. “Sanki odaya biri girdi.”
Sonra tekrar Sara’ya doğru yürüdü ama bir kez daha onu sersemleten bir darbe aldı. Bu defa omzuna vurulmuştu. Acısından haykırmamak için büyük bir irade gösterdi. “Ani bir hastalığa yakalandım herhalde,” diye düşündü ama biraz sonra kendini daha iyi hissetmeye başladı ve cesaretle Sara’ya gülümsemeye çalıştı.
“Şey, çok önemli bir şey geldi aklıma,” dedi saygın konumuna hiç yaraşmayan bir şekilde az kalsın yere yuvarlanacak olmasını açıklamaya çalışarak. Sara’ya iyice yanaşıp ona dokunmak için elini kaldırdı.
“Bana elinizi sürerseniz, başınıza geleceklerden kendiniz sorumlusunuz,” diye haykırdı Sara. Gözleri öfkeyle parlıyordu.
“Öööf!” diye bağırdı Firavun, sabrını yitirmekteydi. Sonra elini kaldırdı.
Bu kez Firavun’a görünmeyen cin, sopasıyla ona vurmadı. Bunun yerine sopayı hafifçe aşağı indirip Firavun’un uzattığı koluna yerleştirdi. Firavun kolunu kıpırdatamadı. Yüzü bembeyaz kesildi ve tir tir titremeye başladı.
“Yoksa sen bir cadı mısın?” diye sordu nihayet. Güçlükle nefes alıyordu.
Sara bu hakareti işitince öyle öfkelendi ki gözleriyle cine bir işaret yaptı. Bunun üzerine cin, sopasını kaldırıp hevesle Firavun’un başına ve omuzlarına vurdu. Öyle ki Firavun, bir hükümdara hiç de yakışmayan bir şekilde acı içinde feryat etmekteydi.
“Bağışla beni, bağışla beni!” diye bağırabildi ancak. “Öyle demek istememiştim. Ben hastayım, çok hastayım. Bütün vücudum ağrıyor. Kolumu oynatamıyorum.”
Bunun üzerine sopa dayağı sona erdi. Firavun tekrar kolunu hareket ettirebiliyordu. Acı içinde kıvranıyordu zira tüm vücudu morarmıştı. Sabah geri döneceğini söyleyerek hemen oradan kaçtı. Sara içeride kilitliydi ama bir daha rahatsız edilmeyecekti.
Ne var ki Firavun’u bekleyen başka maceralar vardı. Cinin keyfi pek yerindeydi. Firavun sayesinde bütün gece eğlenmişti. Adam yatağına uzanır uzanmaz cin, yatağı devirip onu yere yapıştırıveriyordu. Firavun ne zaman yatmaya çalışsa aynı şey oluyordu. Bir odadan diğerine gitti ama dinlenmek için gösterdiği bütün çaba boşunaydı. Her yatak onu reddediyordu. Her sandalye ve koltuk da aynı şeyi yapıyordu. Oysa başkalarına uzanmalarını emrettiğinde, bunu gayet rahat bir şekilde yapıyorlardı. Hizmetçilerinden biriyle beraber uzanmayı denedi ancak hizmetçisi hiçbir sıkıntı yaşamazken Firavun baş aşağı kaldırılıp döndürülmüş ve yerde yuvarlanmıştı.
Hekimleri bu soruna hiçbir çare bulamadılar. Hemen uykularından uyandırılan müneccimleri bu duruma bir açıklama getiremediler. Firavun bir odadan ötekine gidip koridorlarda bir aşağı bir yukarı yürüyerek berbat bir gece geçirdi. Sanki duvarların köşeleri yerlerinden çıkıp onun kafasına çarpıyor, merdivenler ise yukarı çıkmak istediğinde onu aşağı götürürken aşağı inmek istediğinde tam tersini yapıyordu. Böylesi bir karmaşa görülmemişti. Daha da kötüsü Firavun, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte cüzamdan mustarip olduğunu fark etti.
Çabucak İbrahim’i çağırtıp şöyle dedi: “Senin kim ve ne olduğunu bilmiyorum. Sen ve kız kardeşin bana bir musibet getirdiniz. Onu kraliçem yapmak istemiştim ama şimdi sana tek sözüm şu: Beni cüzamdan kurtar ve kardeşinle birlikte buradan git. Sana hazineler bahşedeceğim. Yeter ki hemen buradan uzaklaşın.”
İbrahim, göğsüne taktığı sihirli bir mücevherle Firavun’u sağlığına kavuşturdu. Ardından Sara’yla oradan ayrıldı. Firavun’a son sözleri şunlardı:
“Sara benim kız kardeşim değil, karımdır. Seni uyarıyorum: Senin torunların, herhangi bir zamanda bizim torunlarımıza zulmetmeye kalkarsa, Tanrı’mız, yani bu evreni yaratan Tanrı, muhakkak Firavun’u yine musibetlerle cezalandıracaktır.”
İncil'de okuyabileceğiniz üzere, bu kehanet yıllar sonra gerçek olacaktı.
Kırmızı Terlik
Kızılgül tatlı mı tatlı küçük bir kızdı. Bu kızın masmavi güzel gözleri, pespembe yanakları ve ressamların resmetmeye bayıldığı türden sırma saçları vardı. Annesi onu dünyaya getirdiği gün ölmüştü. Ama büyükannesi ona büyük bir şefkatle bakıyordu. Öyle ki Kızılgül onu gerçek annesi gibi seviyordu. Küçük kız gerçekten çok mutluydu. Evde veya evlerini çevreleyen ormanda neşeyle dolaşırken bütün gün şarkı söylerdi. Sesi öyle hoştu ki kuşlar onu dinlemek için ağaçlara konup beklerdi. Kız susacak olursa şirin şirin cıvıldayarak şarkıya devam etmesi için onu teşvik ederlerdi.
Kızılgül, büyükannesinin ondan yapmasını istediği bütün ufak işleri memnuniyetle hallederdi. Bayram günlerindeyse harika bir çift kırmızı deri terlik giyerdi. Babasının ona ilk doğum günü armağanıydı bu terlikler. Aslında ne kendisinin ne de babasının bildiği bir şey vardı: Bu terlikler sihirliydi. Kızılgül’ün ayakları büyüdükçe terlikler de büyüyordu. Kızılgül tek çocuktu. Bu yüzden, normalde terliklerin büyümediğini bilmiyordu. Büyükannesi terliklerin sırrını biliyordu ama söylemiyordu. Babasının aklıysa kendi düşünceleri ve meseleleriyle meşgul olduğundan hiçbir şey fark edecek halde değildi.
Günlerden bir gün Kızılgül’ün ömür boyu büyük bir üzüntüyle hatırlayacağı bir şey oldu. Ormandan döndüğünde büyükannesi gitmişti ve evde üç yabancı kadın vardı. Kızılgül birden şarkı söylemeyi bıraktı. Yanakları bembeyaz kesildi çünkü bu yabancıların görüntüsünden hiç hoşlanmamıştı.
“Kimsiniz siz?” diye sordu.
“Ben senin yeni annenim,” diye cevap verdi üç kadından en büyüğü. “Bunlar da benim kızlarım. İki yeni ablan var artık.”
Kızılgül korkudan tir tir titriyordu. Üçü de öyle çirkindi ki kızcağız oracıkta ağlamaya başladı.
Yeni ablaları ağladığı için onu azarladı. Babası gelmiş olmasa onu döveceklerdi. Babası, şefkatle konuşarak olanları anlattı: Tekrar evlenmişti çünkü kendini yalnız hissediyordu. Üvey annesi ve üvey ablaları ona iyi davranacaktı. Ama Kızılgül bunun doğru olmadığını biliyordu. Küçük odasına koşturup çok sevdiği terliklerini sakladı.
“Benim canım ninemi dışarı attılar. Güzel terliklerimi de benden almak isteyecekler,” diye hıçkıra hıçkıra ağladı.
Kızılgül bu olaydan sonra bir daha şarkı söylemedi. Hüzünlü bir kız olup çıktı. Ayrıca hiç durmadan ağır işler yapıyordu. Kuşlar bunun nedenini anlayamıyordu. Ormanda peşinden gidiyorlardı ama kız hep susuyordu. Sanki birden dilsiz olmuştu ve gözleri de hep ağlamak üzere gibiydi. Ayrıca kuş dostlarını fark edemeyecek denli meşguldü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.