bannerbanner
İran Masalları
İran Masalları

Полная версия

İran Masalları

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
1 из 2

Charles John Tibbitts, Hartwell James

İran Masalları


Önsöz

Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.

2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.

Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili, Amerikan, Çin, Norveç, Kore, Çingene, Eskimo, Kelt, Afrika, Slav ve İskoç Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada İran Masalları var.

Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.

Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hale gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Kedi ile Fare

Tanrı’nın hükmüne göre bir zamanlar İran’ın Kerman şehrinde ejderhayı andıran bir kedi yaşardı. Tıpkı bir aslan gibi avlanan ve uzağı çok iyi gören bir kediydi. Harika gözleri, upuzun bıyıkları ve keskin dişleri vardı. Vücudu bir davulu andırıyordu, güzel tüyleriyse ermin kürkü gibiydi.

Bu kediden mutlusu yoktu. Ne yeni evlenmiş bir gelin ne de misafirlerinin gülümseyen yüzlerini gören misafirperver bir ev sahibi bu kadar mutlu olabilirdi.

Kedi, dostlar arasında dolanıyordu. Kulplu yemek tenceresi, fincan ve avludaki süt sürahisi, ayrıca örtüsü serildiğinde yemek masası onun ahbaplarıydı.

Günlerden bir gün şarap mahzeninin açık olduğunu anlayan kedi neşeyle içeri girdi. Bir fare yakalayabilecek miyim acaba diye düşünüyordu. Sonra bir şarap küpünün arkasına saklandı. O anda bir fare, duvardaki delikten dışarı fırlayıverdi. Hızlıca şarap küpüne tırmanıp başını küpün içine daldırdı. O kadar uzun zaman boyunca ve o kadar çok içti ki sarhoş olup aptalca konuşmaya başladı. Şimdi kendini bir aslan gibi cesur görüyordu.



“Şu kedi de nerede?” diye bağırdı. “Ortaya çıksın da başını kopartayım şunun. Karşıma çıksa cenk meydanındaymışız gibi koparıp atardım kafasını. Benim önüme çıkacak bir kedi, şans eseri yolumdan geçen bir köpekten bile daha perişan olacaktır.”

Bu sözleri dinlerken kedi öfkeyle dişlerini gıcırdatıyordu. Göz açıp kapayana kadar yerinden fırlayıp fareyi pençeleriyle kavrayıverdi ve şöyle dedi: “Ah farecik! Şimdi kafamı koparacak mısın?”

“Ben senin uşağın olurum ancak,” diye cevap verdi fare. “Günahımı bağışla, sarhoştum. Ben senin kulun kölenim. Hem de kulağı delinmiş ve sırtına boyunduruk geçirilmiş bir köle.”

“Daha az yalan söyle!” diye cevap verdi kedi. “Senin gibi bir yalancı hiç görülmüş mü acaba? Bütün söylediklerini duydum. Günahının bedelini canınla ödeyeceksin. Ölü bir köpeğinkinden bile daha değersiz senin canın!”

Böyle dedikten sonra kedi, fareyi öldürüp mideye indirdi ama sonra bu yaptığından pişmanlık duyarak camiye koşturdu. Ellerini yüzüne götürdü, ardından ellerine su dökerek müminlerin namaz saatlerinde yaptığı gibi abdest aldı.

Sonra İranlıların inandığı kutsal kitapta Allah’ı anan o güzel sureyi okudu ve günahları için af diledi:

“Tövbe ediyorum. Bir daha dişlerimle bir fareyi parçalamayacağım. Hak eden yoksullara ekmek vereceğim. Günahımı bağışla, ey bağışlayıcı yüce Tanrım! Zira yüzümü sana çevirip önünde pişmanlıkla eğilmedim mi?”

Bu sözleri öyle çok ve öyle hisli bir şekilde tekrar etti ki samimiyetine kendisi de inandı. Sonunda acı acı ağlamaya başladı.




O sırada minberin ardında bir farecik bulunuyordu. Kedinin ettiği yeminleri işitince bu mutlu ama şaşırtıcı haberleri öteki farelere vermek için koşturdu. Şahit olduğu şeyleri nefes nefese anlattı. Kedi samimi bir Müslüman olmuştu. Onu camide ağlayıp dövünürken görmüş, şunları söylediğini işitmişti:

“Ey yüce Yaradan, günahımı bağışla çünkü koca bir aptal gibi davranıp büyük suç işledim.”

Sonra fare, kedinin tespih çekip gerçekten pişman olmuş biri gibi dua ettiğini anlattı.

Bu hayret verici haberi duyan fareler büyük bir sevinçle eğlenceye başladılar. Her biri kendi köyünün muhtarı olan yedi seçilmiş fare ayağa kalkıp Tanrı’ya şükürler etti, zira kedi nihayet samimi müminler safına katılmıştı.

Sonra dans edip “Ah! Ah! Hu! Hu!” diye bağırıştılar. İyiden iyiye sarhoş olana kadar kırmızı ve beyaz şarap içtiler. İkisi zilleri çaldı, ikisi kastanyet çalıp oynadı ve ikisi de şarkı söyledi. Bir fareyse herkes rahatça yiyip içsin diye ikramlarla dolu bir tepsiyi sırtında taşıyordu. Bazısı nargile içiyor, bir diğeri soytarılık yapıyor, ötekilerse farklı müzik enstrümanlarıyla çeşitli ezgiler çalıyordu.

Şölenden birkaç gün sonra farelerin kralı şöyle dedi: “Ey dostlar! Hepinizden kediye layık armağanlar getirmenizi istiyorum!” Bunun üzerine fareler hediye aramak üzere etrafa dağıldı. Çok geçmeden geri döndüler. Her biri, asilzadelere layık bir armağan taşıyordu.

Farelerden biri bir şişe şarap, bir diğeri kuru üzüm dolu bir tabak getirmişti. Ötekilerse tuzlu fındık fıstık ve karpuz çekirdekleri, peynir topakları, kâseler dolusu şekerleme, çamfıstığı, şeker kaplı küçük kekler, şişeler dolusu limonata, Hint şalları, şapkalar, pelerinler ve daha bir sürü şeyle gelmişti.

Hediyelerini ihtiyatlı bir şekilde Kedilerin Kralı’nın önüne getirdiler. Kral’ın huzurunda hürmetle eğilip başlarını yere değdirdiler. Sonra onu selamlayarak şöyle dediler:

“Ey tüm farelerin canını kurtaran efendimiz, size layık hediyeler getirdik. Tenezzül edip bunları kabul etmenizi rica ediyoruz.”

Bunun üzerine kedi içinden şöyle geçirdi: “Samimi bir Müslüman olduğum için ödüllendiriliyorum. Günlerdir orucumu bozmadım, çok açım. Bugünse rızkım bol bol temin edildi. Allah’ın benden memnun olduğu çok açık.”

Sonra farelere dönüp yaklaşmalarını istedi. Onlara, “Dostlarım!” diye hitap etmişti. Fareler titreye titreye ilerliyordu. O kadar korkuyorlardı ki ne yaptıklarının farkında bile değillerdi. İyice yaklaştıkları zaman kedi aniden üzerlerine atladı. Her biri bir köyün muhtarı olan beş fareyi yakaladı. İkisini ön patileriyle, ikisini arka patileriyle ve birini de ağzıyla tutmuştu. Kalan fareler canlarını zor kurtardılar.



Katledilen kardeşlerinden birini kaldırıp tüm farelere kötü haberi vermek üzere hızlıca geri döndüler. Şöyle dediler: “Ne diye oturuyorsunuz ey fareler? Başlarınıza toprak atın delikanlılar! Zalim kedi, masum beş arkadaşımızı dişleri ve pençeleriyle yakalayıp öldürdü.”

Beş gün boyunca yas tutanların yaptığı gibi giysilerini yırtıp başlarına toprak attılar. Sonra şöyle dediler: “Kralımıza gidip farelerin başına gelenlerini anlatmalıyız. Ona bu felaketi anlatmayı ihmal etmemeliyiz.”



Bunun üzerine ayağa kalkıp derin bir üzüntü içinde yola çıktılar. Biri davulu çaldı, biri de zile vurdu. Hepsinin boynunda şalları vardı. Gözyaşları küçük hatlar halinde bıyıklarından akıyordu.

Fareler, tahtında oturmakta olan krallarının yanına vardılar. Kral’ın huzurunda saygıyla eğilip şöyle dediler: “Efendimiz, bizler kulunuzuz, sizse kralımızsınız. Bilin ki bu kedi bize zulmetmekte. Eskiden yılda bir fare yakalardı. Şimdiyse iştahı öyle arttı ki doymak için bir defada beşimizi yiyor.”

Bu sözleri işiten Kral öyle öfkelendi ki âdeta kaynayan bir tencereyi andırıyordu. Fakat farelerin temsilciler heyetiyle çok nazik bir şekilde konuştu. Onlara, “Başımın tacı yeni misafirlerim,” diye hitap etti. Ayrıca onları teselli etmek için, “Kediyi öyle cezalandıracağım ki ona olanları bütün dünya duyacak!” diye yemin etti.

Sonra heyetin acısını fark ederek ölü farenin şatafatlı bir törenle gömülmesini emretti. Buna uygun olarak, sanki ölen fare kraliyet ailesindenmiş gibi bir hafta boyunca yas tuttular. Hazırladıkları enfes tatlıları sepetlere koyup gözyaşları içinde mezara götürdüler.

Kral, cenaze töreninin ardından ordusuna belli bir günde şehir çevresinde göz alabildiğine uzanan büyük kumlu ovada toplanmalarını emretti. Sonra onlara şu sözlerle seslendi:

“Ey adamlarım ve askerlerim! Mademki kedi, hemşerilerimize böyle zalimce davrandı, o halde bir sapkındır ve suçludur. Tabiat itibarıyla da vahşidir. Hemen Kerman şehrine gidip onunla savaşmamız gerek.”

Böylece üç yüz otuz bin fare kılıçlarını, silahlarını ve mızraklarını donanıp ilerlediler. Bayrakları ve sancakları rüzgârda cesaretle dalgalanıyordu. Çölden gelen ve o sırada hızla yol alan devesinin sırtında uzunca bir direk sayesinde düşmeden oturarak oradan geçen bir Arap, hareket halindeki bu büyük orduyu gördü. Şahit olduğu manzara karşısında öyle hayrete düştü ki dengesini kaybederek yere düştü.

Bu düşüş birkaç fare alayını durdursa da gözlerini korkutmadı. Askerler ilerlemeye devam edecekti.

Ordu savaşa hazır olunca Kral, bir kez daha askerlerine seslendi:

“Ey genç adamlar! Kediye bir elçi yollamak lazım gelir. Becerikli, ihtiyatlı ve belagat sahibi bir elçi.”

Bunun üzerine askerler bir ağızdan haykırdı: “Baş üstüne Kralımız, emirleriniz yerine getirilecek!”

Aralarında tahsilli ve belagat sahibi bir fare hazır bulunmaktaydı. Bu fare, bir vilayetin yöneticisiydi. İşte Kral, Kerman şehrindeki kediye elçi olarak bu farenin gönderilmesini emretti. Henüz adı Kral’ın ağzından çıkmamıştı ki fare saflardaki yerinden fırladı ve çöl rüzgârları kadar hızla yol alarak cesaretle kedinin karşısına çıkıp şunları söyledi:

“Farelerin Kralı’ndan elçi olarak geliyorum, acı ve yorgunluktan iki büklüm haldeyim. Şunu bil ki efendim seninle savaşmaya kararlı. Hatta şu anda ordusuyla birlikte başını koparmaya geliyor.”

Kedi cevap olarak şöyle kükredi: “Git kralına söyle, gebersin! Ben ancak canım isteyince çıkarım bu şehirden!” Sonra Horasan’dan, yani Güneş’in ülkesinden Kerman’a birkaç savaşçı ve avcı kedi yollamaları için haberciler gönderdi.

Kedi ordusu şimdi hazırdı. Kedilerin Kralı hemen ordusuna hareket emrini verdi. Kendisinin de ertesi gün savaş alanına geleceğine söz verdi. Her biri aç bir kaplanı andıran kediler, at sırtında çıkageldiler. Fareler de dişlerine kadar zırhlarını giymiş ve öfkeyle dolu halde küheylanlarına binmişlerdi. “Allah! Allah!” nidaları atan askerler kılıçlarını kınından çıkardılar. Böylece iki ordu çarpıştı.

O kadar çok kedi ve fare öldü ki atlara ayaklarını koyacak yer kalmamıştı. Kediler yiğitçe dövüştü. Şiddetle saldırarak farelerin ilk hattını delip geçtiler, sonra ikinci hatta vardılar. O zaman pek çok emir ve şef öldürüldü. Savaşı kaybettiklerini düşünen fareler şu sözleri haykırarak kaçmak üzere döndüler:

“Başlarınıza toprak atın yiğitler!”



Ama sonrasında tekrar toplanarak peşlerinden gelen düşmanlarıyla yüzleştiler ve “Allah! Allah!” nidasıyla kedi ordusunun sağ kanadına saldırdılar.

Atlı bir fare, arbedenin tam ortasında Kedilerin Kralı’na mızrakla vurdu. Kral bayılarak yere düştü. Fare, ayağa kalkmasına zaman bırakmadan üzerine çullanarak onu kendi krallarına tutsak olarak götürdü. Böylece kediler o gün yenilgiye uğrayarak asık suratlarla Kerman şehrine geri çekildiler.

Kediyi bağlayıp bayıltana kadar dövdüler. Sonra ovada tamtamların sesleri ve sevinç çığlıkları yankılandı. Ardından Farelerin Kralı tahtına oturup kedinin huzuruna getirilmesini emretti.

“Seni alçak herif!” dedi. “Niçin yiyip bitirdin ordumu? Şimdi Farelerin Kralı’nı dinle bakalım!”

Kedi başını korkuyla eğip sustu. Birkaç dakika sonra şöyle dedi: “Ben ölümüne sizin kulunuzum.”

Kral cevap verdi:

“Bu kara suratlı köpeği idam alanına götürün. Katledilen kullarımın kanının intikamını almak için hiç vakit kaybetmeden bizzat gelip onu öldüreceğim.”

Böylece filinin sırtına bindi. Muhafızları gururla önünden yürüyorlardı. Elleri bağlı kedi ise idam alanında ağlayarak beklemekteydi. İdam alanına vardıklarında kedinin henüz idam edilmemiş olduğunu gören Kral, cellada öfkeyle şöyle dedi: “Bu tutsak niçin hâlâ hayatta? Hemen asın onu!”

Tam o anda bir atlı, dörtnala koşturarak şehirden gelip Kral’a şu sözlerle yalvardı: “Sefil kediyi affedin. Bundan sonra bize zarar vermeyecek.”



Ne var ki Kral bu yakarışlara hiç kulak asmadan kedinin bir an evvel öldürülmesini emretti. Fareler çok korktukları için bu emri yerine getirmekte gönülsüz davranarak tereddüt ettiler.

Tabii ki bu durum kralı çok kızdırmıştı.

“Ah aptal fareler!” diye haykırdı. “Sizler kediye acıyorsunuz, oysa sizi tekrar kurban edecek.”

Kedi, atlıyı görür görmez cesaretini yeniden kazandı. Avına atlayan bir kaplan gibi tek sıçrayışla yerinden fırladı ve bağlarını koparıverdi. Sonra beş bahtsız fareyi yakaladı. Hayal kırıklığı ve korkuyla dolan öteki fareler dört bir yana koşturarak şöyle haykırdı:

“Allah! Allah! Vur onu! Tıpkı Rüstem’in savaş günü düşmanlarına yaptığı gibi kopar kafasını!”

Farelerin Kralı olanları görünce bayıldı. Bunu gören kediyse hemen Kral’ın üstüne atlayıp tacını çıkardı. Sonra ipi Kral’ın boynuna sarıp onu astı. Kral hemen öldü.

Ardından bütün fare ordusu hezimete uğrayana ve artık karşısına çıkacak tek bir fare dahi kalmayana dek bir sağa bir sola atlayarak fareleri yakaladı, yerlere çaptı ve öldürdü.

Ayakkabı Tamirciliğinden Müneccimliğe

Muhteşem İsfahan kentinde, Ahmet adında dürüst ve çalışkan bir adam yaşardı. Ayakkabı tamircisiydi. Sessizce yaşayıp gitmekti dileği. Güzel bir kadınla evlenmiş olmasaydı bunu kolayca yapabilirdi lakin karısı onunla evlenmeye tenezzül etmiş olmasına karşın Ahmet’in mütevazı yaşam koşullarından hiç de memnun değildi.

Ahmet’in karısının ismi Sittâra’ydı. Mütemadiyen aptalca planlar yaparak zenginlik ve ihtişam peşinde koşuyordu. Ahmet bu planları asla teşvik etmiyordu ama karısına çok düşkündü ve onu mutlu eden şeyler hakkında tartışmaktan kaçınırdı. Karısının sık sık anlattığı gündüz düşlerine kuşkulu bir tebessümle veya başını sallayarak cevap vermekle yetinirdi. Sittâra’ysa günün birinde büyük bir servete erişeceğine kendini inandırmaya devam ederdi.

İşte Sittâra günlerden bir gün yine bu düşüncelere dalmış halde hamama gitti. Burada muhteşem bir kaftana bürünüp mücevherlerle donanmış, etrafıysa köleleriyle çevrili bir hanımın dinlendiğini gördü. Sittâra hep bunun hayalini kuragelmişti. Bunca hizmetkâra ve böyle zarif mücevherlere sahip bu bahtiyar kadının adını sordu hemen. Öğrendiğine göre bu hanım, Kral’ın müneccimbaşının karısıydı. İşte bu bilgiyle eve döndü. Kocası onu kapıda karşıladı ama karısı suratını asarak cevap verecekti. Bütün okşayışlarına rağmen ne bir tebessüm ne de tek bir söz alabildi Sittâra’dan. Kadın saatlerce sustu. Istırap içinde olduğu belliydi. Nihayet şöyle diyecekti:

“Beni gerçekten ve yürekten sevdiğine dair bir kanıt sunmaya hazır değilsen okşayışlarına son ver.”

“Sana sunmaktan kaçınacağım nasıl bir aşk kanıtı istiyor olabilirsin ki?” diye haykırdı zavallı Ahmet.

“Ayakkabı tamirciliğini bırak. İğrenç ve bayağı bir iş bu. Ayrıca günde on, on iki dinardan fazla para kazandırmıyor. Müneccim ol! Böylece bir servet edineceksin, ben de istediğim her şeye sahip olacağım ve yüzüm gülecek!”

“Müneccim mi?” diye haykırdı Ahmet. “Müneccim! Benim kim olduğumu unuttun mu yoksa? Ben tahsilsiz bir ayakkabı tamircisiyim. Sense şimdi gidip onca hüner ve bilgi gerektiren bir mesleğe atılmamı istiyorsun benden, öyle mi?”

“Niteliklerin umurumda bile değil,” dedi öfkeli kadın. “Tek bildiğim, hemen müneccimliğe başlamazsan yarın senden boşanacak olmam!”

Ayakkabı tamircisi ne kadar itiraz etse de nafileydi. Mücevherleri ve köleleriyle müneccimin karısının görüntüsü, Sittâra’nın hayalini bütünüyle esir almıştı. Bu görüntü bütün gece ona musallat olacaktı. Rüyasında başka şey görmeyecekti. Sabah uyanınca, kocası dileğini yerine getirmezse evi terk edeceğini ilan etti. Zavallı Ahmet ne yapabilirdi? Müneccim falan değildi ama karısını çok seviyordu. Onu kaybetme düşüncesine katlanamazdı. Bu yüzden ona itaat edeceğine söz verdi. Mevcut mallarını satıp bir usturlap, astronomi yıllığı ve on iki burç tablosu aldı. Bu eşyalarla donanmış olarak pazara gidip haykırdı: “Ben bir müneccimim! Güneş ile Ay’ı, yıldızları ve on iki burcu bilirim. Doğumları hesaplayabilir, yaşanacak her şeyi önceden haber verebilirim!”




Ayakkabı tamircisi Ahmet epey tanınan bir adamdı. Çok geçmeden etrafında bir kalabalık toplandı.

“Ne oluyor dostum Ahmet? Yoksa çalışmaktan aklını mı kaçırdın?” dedi biri.

“Kundura kalıbına bakmaktan bıktın da gezegenlere bakmaya mı başladın, ha?” diye bağırıyordu bir diğeri.

Buna benzer yüzlerce şaka tırmalayacaktı zavallı ayakkabı tamircisinin kulaklarını. Ne var ki o, müneccim olduğunu haykırmaya devam etti. Güzel karısını memnun etmek için elinden ne geliyorsa yapmaya kararlıydı.

Şansa bakın ki o sırada Kral’ın kuyumcusu oradan geçmekteydi. Taca ait en değerli yakutu kaybettiği için büyük bir sıkıntı içindeydi. Bu paha biçilmez mücevheri bulmak için her yer didik didik aranmıştı ama nafile. Kuyumcu, bu kaybı Kral’dan daha fazla gizleyemeyeceğini bildiğinden idam edilmesini kaçınılmaz olarak görüyordu. İşte bu umutsuz halde şehirde dolaşırken Ahmet’in çevresindeki kalabalığı gördü. Ne oluyor diye sordu.

“Şu bizim ayakkabı tamircisi Ahmet’i tanımıyor musun? Birdenbire ilhamla dolup müneccim olmuş!” dedi orada duranlardan biri gülerek.

Ne demişler, denize düşen yılana sarılır. Kuyumcu, müneccim lafını duyar duymaz Ahmet’in yanına gidip başına gelenleri anlattı ve şöyle dedi: “Eğer işinde iyiysen Kral’ın yakutunu bulman gerek. Bunu yap, ben de sana yüz altın vereyim. Ama altı saat içinde bunu başaramazsan, saraydaki nüfuzumu kullanıp seni bir sahtekâr olarak idam ettiririm.”

Zavallı Ahmet yıldırım çarpmışa dönmüştü. Uzun süre ne kıpırdayabildi ne de tek kelime edebildi. Başına gelen talihsizlikleri düşündü. Hepsinden öte, canından çok sevdiği karısının, kıskançlığı ve bencilliği yüzünden onu böylesi korkunç bir akıbetle baş başa bırakmasına yanıyordu. Zihni bu üzücü düşüncelerle dolu olarak şöyle haykırdı: “Ey kadın! Erkeğin mutluluğuna çölün zehirli ejderhasından bile zararlısın sen!”

Esasen kayıp yakutu kuyumcunun karısı saklamaktaydı. Kadın, suçluluk duygusunun getirdiği korkuyla kocasını gözetlemesi için kölelerinden birini yollamıştı. Efendisinin müneccimle konuştuğunu gören bu köle, kalabalığa yaklaştı. Ahmet’in birkaç saniye düşüncelere daldıktan sonra kadınları zehirli ejderhalarla mukayese ettiğini işitince bu adamın her şeyi bildiğinden emin oldu. Hanımının yanına koşturup korkudan nefes nefese haykırdı:

“Sırrınız öğrenilmiş sevgili hanımım. Alçak bir müneccim sırrınızı keşfetmiş. Altı saat içinde her şey açığa çıkacak. Müneccimin size merhamet göstermesi için bir yol bulamadıkça kaçıp canınızı kurtarsanız bile adınız lekelenecek.”

Sonra görüp işittiklerini anlattı. Ahmet’in haykırdığı o cümle, dehşet içindeki hanımda kölesindekiyle aynı tesiri bırakarak kadının ikna olmasını sağladı.

Kuyumcunun karısı çabucak çarşafını giyip kendisini çok korkutan o müneccimi aramaya gitti. Ahmet’i bulunca adamın ayaklarına kapanarak yalvardı: “Canımı ve şerefimi bağışlayın. Ben de her şeyi itiraf edeyim!”

“Bana ne itiraf edebilirsin ki?” diye haykırdı Ahmet şaşkınlıkla.

“Ah, hiçbir şey! Yani sizin halihazırda bilmediğiniz bir şey olamaz. Çok iyi biliyorsunuz ki Kral’ın tacındaki yakutu ben çaldım. Bana zulmeden kocamı cezalandırmak için yaptım bunu. Böylelikle kendim için servet edinmek ve onu da idam ettirmek istedim. Ama siz, ey kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen müthiş adam, benim kötücül planımı keşfederek boşa çıkardınız. Sizden yalnızca merhamet dileniyorum. Ne isterseniz yapmaya hazırım.”

Gökten bir melek inse kuyumcunun karısı kadar teselli edemezdi Ahmet’i. Yeni kişiliğinin bir parçası haline gelen asil ve ağırbaşlı tavrını takınarak konuştu:

“Kadın! Neler yaptığını biliyorum. Neyse ki çok geç olmadan evvel günahını itiraf edip merhamet istedin. Şimdi evine dönüp yakutu kocanın uyuduğu divanın üstündeki yastığın altına, kapıdan en uzakta kalacak şekilde koy. Suçlu olduğun kimsenin aklından bile geçmeyecek, müsterih ol.”

Kuyumcunun karısı eve gitti ve kendine söylenenleri yaptı. Bir saat sonra Ahmet de peşinden giderek kuyumcuya hesaplarını yaptığını, Güneş ile Ay’ın yönünü bulduğunu ve yıldızların konumuna bakarak yakutun yerini keşfettiğini söyledi. Buna göre yakut, kuyumcunun yatağının kapıdan en uzak tarafında, yastığın altındaydı. Kuyumcu, Ahmet’in deli olduğunu düşündü. Ne var ki çaresizler için her umut kırıntısı, cennetten gelen bir ışık gibidir. Bu yüzden kuyumcu yatağına koşturdu. İşte orada, tam da tarif edilen yerde yakutu bulunca hem çok şaşırdı hem de sevinçten havalara uçtu. Sonra Ahmet’in yanına dönüp ona sarıldı. Artık en sevgili dostu ve hayatını kurtaran adam olduğunu söyleyerek ona iki yüz altın birden verdi. Ahmet’i çağın en büyük müneccimi ilan etti.

Gelgelelim, bu övgüler zavallı ayakkabı tamircisini neşelendirmeyecekti. Talihi nedeniyle mutlu olmaktan çok canını bağışladığı için Tanrı’ya şükrederek döndü evine. Kapıdan adımını atar atmaz karısı ona doğru koşturarak haykırdı: “Anlat bakalım, benim canım müneccimim! Başarılı oldun mu?”

“İşte!” dedi Ahmet büyük bir ciddiyetle. “Tam iki yüz altın var burada. Umarım artık tatmin olursun ve bir daha bu sabah yaptığım gibi hayatımı tehlikeye atmamı istemezsin benden.”

Sonra başından geçenleri anlattı. Ne var ki bu hikâye kadında, olayların Ahmet’te yarattığından çok farklı bir etki bırakmıştı. Sittâra’nın gözü altından başka bir şey görmüyordu. Bu altınlar sayesinde hamamda müneccimbaşının karısıyla yarışabilecekti.

“Cesaret! Cesaret benim canım kocacığım. Yeni ve asil mesleğindeki ilk günündü bu. Hadi, devam et ve muvaffak ol. Artık zengin ve mutlu olacağız,” dedi kadın.

Ahmet boş yere itiraz edip yaşayacağı tehlikeleri anlattı. Buna karşılık karısı ağlamaya başladı. “Beni sevmiyorsun,” diyerek sözlerini her zamanki boşanma tehdidiyle bitirdi.

Ahmet’in kalbi yumuşadı. Bir kez daha müneccimlik işini denemeyi kabul etti. Ertesi sabah usturlabı, burç tablosu ve yıllığını yanına alıp yine bağırmaya başladı: “Ben bir müneccimim. Güneş ile Ay’ı, yıldızları ve burçları bilirim. Doğum tarihlerini hesaplayabilirim. Yaşanacak olayları önceden haber verebilirim!”

Yine etrafında bir kalabalık toplandı ama bu defa kalabalık Ahmet’le alay etmek yerine ona hayranlık duyuyordu zira yakut hikâyesi dört bir yana ulaşmıştı. Kazandığı şöhret, yoksul ayakkabı boyacısı Ahmet’i İsfahan’da yaşamış en yetkin ve bilgili müneccime dönüştürmüştü.

Herkes gözlerini ona diktiği sırada çarşaflı bir kadın oradan geçti. Bu kadın, şehrin en zengin tüccarlarından birinin karısı olup hamamdan dönüyordu. Orada çok kıymetli kolyesi ile küpelerini kaybetmişti. Şimdiyse korku içinde eve dönmekteydi. Kocasının ona inanmayıp mücevherleri bir âşığa verdiğinden şüphelenmesinden endişeleniyordu. Ahmet’in etrafındaki kalabalığı görünce niçin toplandıklarını sordu ve meşhur müneccimin bütün öyküsünü öğrendi: Eskiden ayakkabı tamircisiydi ama sonra ilhamla dolmuş ve doğaüstü bilgilerle donanmıştı. Usturlabı, burç tablosu ve yıllığını kullanarak dünyada yaşanmış veya yaşanacak her şeyi biliyordu. Sonra kadına kuyumcu ve Kral’ın yakutu hakkındaki hikâye anlatıldı. Yanında hiç yaşanmamış olağanüstü olaylar da nakledildi. Böylece müneccimin hünerinden emin olan kadın hemen Ahmet’in yanına giderek kaybettiği mücevherlerinden bahsetti. Şöyle dedi: “Sizin bilgi ve zekânıza sahip bir adam mücevherlerimi kolayca bulacaktır. Onları bulun, ben de size elli altın vereyim.”

На страницу:
1 из 2