
Полная версия
Pudding Shop
1950 – 1960 Arası Türkiye
Cumhuriyetin kurucusu ve demokratik, modern bir ülke inşa etmek isteyen Mustafa Kemal Atatürk, bunun bir gereği olarak çokpartili hayata geçişin de öncülüğünü yapmıştı. Erken Cumhuriyet Dönemi’nde onun açtığı yolda Terrakiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi muhalif partiler kurulmuştu. Fakat bu partilerin etrafında daha sonra hızla cumhuriyet ve Atatürk karşıtı olan kişilerin birleşmesi ve partileri farklı siyasi amaçları için kullanmayı hedefleyen kişilerin çıkardığı ciddi sorunlar nedeniyle kısa sürede kapatılmışlardı. Bu sebeple Erken Cumhuriyet Dönemi’nde çokpartili hayata çok istense bile geçiş sağlanamamıştı.
Türkiye, Atatürk’ün vefatından sonra kendini yine bir dünya savaşının ortasında bulmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerini yakinen görmüş ve küllerinden yeniden bir ülke kurmayı güçlükle başarmış başta İsmet İnönü ve diğer devlet yöneticileri, barış yanlısı tarafsız bir politika benimsemiş ve bu sebeple İkinci Dünya Savaşı’na katılmaktan kaçınmışlardı. Atatürk henüz hayattayken yakın bir tarihte gerçekleşmesi muhtemel yeni bir dünya savaşını öngörmüş, her ne pahasına olursa olsun ülkesinin bu savaşa asla katılmaması ve asla taraf olmaması gerektiğini söylemişti. Onunla aynı görüşte olan İsmet İnönü de bu düşünce doğrultusunda ülkeyi yeni bir yıkıcı dünya savaşına sokmamış ve tarafsız kalmayı başarmıştı.
Savaşa katılmamış olsa bile savaş koşulları nedeniyle savunma harcamalarındaki artış, bazı temel ihtiyaç mallarının yokluğu ve hayat pahalılığı gibi etkenler, özellikle dar gelirli halk için oldukça zorlayıcı olmuştu. Yaşanan ekonomik sıkıntıları hafifletmek için hükümet tarafından birçok tedbir alınmış olsa da, savaşın yıkıcılığı karşısında bu tedbirler çok da başarılı olamamıştı. Aslında bu Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmamış olsa da, savaşın ekonomik ve siyasi anlamdaki yıkıcı etkilerinden nasıl sert bir şekilde etkilenmiş olduğunun bir göstergesiydi. O dönemin belki de en unutulmaz anısı, bir çocuğun İnönü’ye “Bizi aç bıraktın,” diye şikâyette bulunması üzerine İnönü’nün “Sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım,” diye cevap vermesi olacaktı.
Savaş döneminde oluşan bu olumsuz ortam, vatandaşlar arasında tek parti yönetimine yönelik bir hoşnutsuzluğun doğmasına neden olmuş ve bu hoşnutsuzluk muhaliflerin de etkisiyle çokpartili hayata geçişin iç dinamiğini oluşturmuştu.
Çokpartili hayata geçişin dış dinamiğini ise doğrudan İkinci Dünya Savaşı’nın kendisi oluşturmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da, demokratik olmayan yönetimler yıkılmış, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar daha çok ön plana çıkmıştı. Bu da Türk yurttaşlar arasında bu düşüncelerin hızla yaygınlaşmasına ve artık çokpartili hayata geçmenin vaktinin geldiği inancının artmasına yol açmıştı. Bunun yanında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e girişi ve artan Sovyet tehdidi karşısında Batılı devletlerle yakınlaşmak istemesi, Türkiye’de çokpartili bir demokrasiye geçişin hükümet kanadında teşvikçisi olmuştu.
Türkiye’nin Batı’yla yakınlaşmak istemesi tek taraflı bir istek değildi elbette. Soğuk Savaş döneminde, Sovyet komünist rejiminin yayılmasından endişe duyan ABD, özellikle SSCB’ye yakın bölgelerde yer alan devletlerin Sovyet sistemine yakınlaşmasını engellemeye çalışmıştı. Bunun için ABD, demokrasi kavramını ön plana çıkarmış ve Sovyetlere karşı “Hür Dünya” sloganını geliştirmişti. Ancak ABD’nin bu yeni siyasi yaklaşımı, Türkiye’deki tek parti yönetimiyle ters düşüyordu. Bu nedenle 1947 yılında ABD kongresinde, “Truman Doktrini” görüşmeleri sırasında bu konuda önemli fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştı. Türkiye’ye yapılacak herhangi bir yardımın amacının baskıcı rejimlere karşı demokrasiyi korumak olduğunu söyleyen bazı kongre delegeleri ile yapılacak yardımın Türkiye’deki otoriter rejimi daha da güçlendireceğini, bu nedenle Türkiye’nin yardım dışında bırakılması gerektiğini savunanlar arasında tartışmalar yaşanmıştı. Bu tartışmalar elbette Türk hükümeti tarafından da yakından izlenmiş ve Türkiye’deki politik gelişmeleri derinden etkilemişti. Bu dönemde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve CHP yönetiminde olan Türkiye, Batı dünyasına kabul edilebilmek için çokpartili bir döneme geçmenin gerekliliğini görmüştü.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de çokpartili hayatın destekleyicisi olmuş ve savaşın zorunlu kıldığı şartlar ortadan kalktıkça çeşitli konuşmalarında ülkenin siyasal hayatında demokratik ilkelerin daha fazla yer tutması gerektiğini savunarak bir anlamda yakın zamanda çokpartili hayata geçişin sinyallerini vermişti. Zaten kısa bir süre sonra 1945 yılında Milli Kalkınma Partisi’nin ve ardından 1946 yılında CHP milletvekillerinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan gibi dönemin en etkin siyaset adamlarının Demokrat Parti’yi kurmalarıyla beraber Türkiye, nihayet çokpartili siyasi bir hayata tam anlamıyla geçmişti.
“Demokrat” sözcüğü halk arasında pek alışılmamış bir sözcük olduğundan, halk bu yeni partiye “Demirkırat” ismini vermişti. Kısa süre içerisinde Demokrat Parti ülkedeki pek çok farklı görüşten muhalifi çevresinde toplamayı başarmıştı. Görüşleri ve siyasi programları tam olarak bilinmeyen Demokrat Parti’nin halk tabanında gördüğü bu yoğun ilginin belki de asıl sebebi, savaş yılları boyunca yaşanan tüm sıkıntıların sorumlusu olarak dönemin tek partisi ve yöneticisi olan CHP’nin görülmesiydi. Bu nedenle insanlar çoğunlukla bir siyasi fikir ya da düşünceden kaynaklı olmaktan çok, Cumhuriyet Halk Partisi’ne duymuş oldukları tepkiden dolayı Demokrat Parti’ye yönelmişlerdi.
Çokpartili hayata geçişle birlikte CHP de artık çeşitli sorunlara karşı alacağı tutumlarda diğer partileri hesaba katmak zorunda kalmıştı. Yeni bir siyasi program belirleyerek faaliyetlerini seçmenin fikir ve isteklerine uydurmaya çalışmış; devrimci, akılcı ve ülkücü felsefesini değiştirmek zorunda kalmış; daha evrimci, ampirik ve faydacı bir felsefeyi benimsemişti.
Ancak ne yapılırsa yapılsın, CHP’nin halkın gözünde tek partili sistemin simgesi haline gelmiş olması, onu kaybetmeye mahkûm kılıyordu. Çünkü CHP’nin kazanması halinde kamuoyunda tek partili sistemin devam etmekte olduğu algısı devam edecekti. Beklenen oldu ve 1950 seçimlerinde Demokrat Parti çoğunluğun oyunu alarak iktidara geldi.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Celal Bayar cumhurbaşkanı, Adnan Menderes başbakan, Refik Koraltan TBMM başkanı ve Fuat Köprülü de dışişleri bakanı oldu. Demokrat Parti daha sonra 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanarak, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi ile hazin bir şekilde son bulacak on yıllık iktidarı boyunca, Türk siyasal tarihinde yeni bir dönüm noktası oluşturmuştu.
Özgürlük, demokrasi, eğitim reformları, ekonomik kalkınma için yatırımlar, köylünün kalkınması ve desteklenmesi, ibadet konusunda yasakların kaldırılacağı ve tüm bunların çok kısa bir süre içerisinde gerçekleştirileceği gibi söylemlerde bulunan Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si, bu söylemler karşısında büyük heyecan ve beklentiye kapılan toplum tarafından kabul görmüş, iktidara taşınmıştı.
Ancak 1954 yılına gelindiğinde DP’nin iktidara gelmeden vaat ettiği icraatların büyük bir kısmını gerçekleştirmediği gibi rejime yönelik olarak da tehlike oluşturduğu düşünülüyordu. Menderes hükümetinin en çok eleştirildiği konular arasında dış borçların artması ve ödenememesi, dış ticaret açığının artması, tarihin en yüksek oranlı devalüasyonunun yaşanması, cumhuriyet döneminde kurulan fabrikaların özelleştirilmesi ve kapatılması sonucu dışa bağımlı iktisat programı, halk evleri ve köy enstitülerinin kapatılması, köylüye değil toprak ağalarına destek verilmesi, yabancılara petrol arama ve çıkarma izinlerinin verilmesi, Marshall yardımları, TBMM onayı olmadan Kore Savaşı’na asker gönderilmesi, seçim yasasını değiştirerek partilerin seçim öncesi ittifak yapmasını engelleyecek maddeler eklenmesi ile seçimlerde partisine haksız avantaj sağlaması, İstanbul’da gerçekleştirdiği geri dönüşü olmayan yıkıcı imar faaliyetleri, muhalif gazeteci ve yazarların hapse atılması, Atatürkçülük ve laiklik anlayışına ters politikalar, muhafazakâr kesime verilen tavizler ve desteklerin artması, halkın kutuplaştırılması sayılabilir.
Ekonomik ve siyasi yapıdaki değişmeler, dönemin içinde bulunduğu koşullar neticesinde toplumu da kökten etkilemiş ve toplumsal bir hareket olan köyden kente göçü hızlandırmıştı. Artık köylüye çekici gelmeyen kırsal yaşantı sonucu büyük kentlere göç dalgaları başlamıştı. Köyden kentlere doğru akan bu göç dalgası beraberinde birçok problemi de getirmişti. Bu göç dalgasından en büyük payı alan ise İstanbul olmuştu. Ülkenin her yerinden insanlar bu büyük şehre akın ediyorlardı.
Yine bu dönemde Atatürk’ü koruma kanunu çıkartılmış, dönemin cumhurbaşkanının resimlerinin paraya basılması geleneği değiştirilerek tüm paralara Atatürk’ün resimleri basılmıştı. 1932 yılından itibaren Türkçe okunan ezanın, yeniden Arapça okunması kararlaştırılmıştı. 1930’ların sonlarında başlatılan ama İkinci Dünya Savaşı nedeniyle aksayan banknot matbaası kurma işi 1951 yılında yeniden başlatılmış ve 1958 yılında Ankara’da banknot matbaası kurularak, ilk banknotların Birleşik Krallık’ta basılmaya başlanmasından yüz yirmi sene sonra artık Türkiye’de basılması sağlanmıştı. 1951 yılında TBMM kararı olmaksızın ve tüm masrafları bize ait olmak üzere 4500 kişilik bir Türk tugayı, Kore Savaşı’na gönderilmişti. 1951 yılında Moskova’ya giden Nâzım Hikmet vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Yine aynı yıl bir başka ilginç karar ise Rus yazarların kitaplarının okul kütüphanelerinden çıkartılmasına olmuştu. Lozan Antlaşması’na göre Fener Rum Patrikhanesi’nin başındaki Patrik’in Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması zorunluyken, ilk kez bu dönemde ABD’den uçakla gönderilen Athenagoras’ın gelişiyle bu durum bozulmuştu. Kuzey Atlantik Paktı Konseyi’nin çağrısı üzerine 1952 yılının Eylül ayında Türkiye, NATO’ya kabul edilmişti. 1944 yılından beri inşaatı süren Anıtkabir bu dönemde bitirilerek 10 Kasım 1953’te büyük bir törenle Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı toprağa verilmişti. Bir gazetede çıkan “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” haberi sonucunda 6-7 Eylül olayları yaşanmış ve İstanbul’da yaşayan on binlerce Rum asırlardır yaşadıkları bu ülkeyi terk etmişlerdi.
Yaşanan bu olaylar diğer ülkelerdeki örneklerinde olduğu gibi zamanla Türkiye’de de önlenemeyen büyük olayları beraberinde getirmişti. Gençlerin başlatmış olduğu gösteriler zamanla daha geniş kitlelerin katılımıyla büyümüştü. Üniversiteliler, 1950 öncesi eğitiminin daha nitelikli olduğunu düşünüyor; cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren eğitime verilen önemin kararlı ve hızlı şekilde artırılmasını, cumhuriyetle birlikte geliştirilen halkevleri ve eğitim alanında yapılan köklü değişimler sonucunda ortaya çıkan yaz okulları, kamplar, sağlık hizmetleri gibi yeniliklerin hızlı ve kalıcı şekilde hayata geçirilmesini istiyorlardı. Ayrıca düşünce özgürlüğünün olmadığı bir ülkede demokrasi de olamayacağını, iktidardaki partinin gençlik üzerinde etkilerini artırmak için siyasi baskı uyguladığını ve çatışma ortamı yarattığını, mevcut hükümet politikaları üzerinden sağlıklı bir geleceğin olamayacağını düşünen üniversiteliler, boykot ve eylemlerle siyasi iktidara karşı muhalefetlerini açıkça dile getirmişlerdi. Türkiye’deki bu gençlik hareketi, daha sonra Avrupa’da 1960’larda yaşanan gençlik hareketlerine benzetilir hep. Fakat bu ikisini birbirinden ayıran en önemli husus, ileri endüstri ülkeleriyle Türkiye gibi ülkeler arasında bazı köklü farklılıklar olmasıdır. Batılı gençlik endüstri dönemini yaşamış, liberal fikirli bir ailede yetişen ilk modern ötesi kuşaktı. Bizdeki gençlik ise henüz endüstriyel gelişimini gerçekleştirememiş bir ülkenin yeni kuşakları olma özelliğini gösteriyordu. Nitekim Türkiye’deki bu gençlik hareketi, Demokrat Parti iktidarının baskılarına karşı başlatılan siyasal ve sosyal direnişlerle doğmuştu. Genç üniversiteler ile sivil aydınların desteklediği bu direniş zamanla gelişmişti, fakat 27 Mayıs 1960 darbesi ülkeyi yeni bir döneme doğru sürüklemişti.

“Vietkonglular (Kuzey Vietnamlılar) bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım.”
Efsanevi Boksör Muhammed AliVietnam Savaşı
İnsanlık tarihinin en yıkıcı olayları savaşlardır. Savaşların kazananı sadece silah tüccarlarıdır. Savaşlardan geriye kalan ise sadece yıkım, derin acılar ve ölümlerdir. Bu yıkıcı etkinin ne kadar büyük olduğunu ve ne kadar kalıcı izler bıraktığını insanlar ancak savaş bittikten sonra anlarlar. Huzurlu ve güvenli bir dünyada yaşamak isteyen herkesin en korkulu rüyasıdır savaşlar. Çocuklarını daha iyi bir dünyada barış içinde büyütmek, herkesin ortak arzusudur. Fakat binlerce yıllık insanlık tarihi içinde binlerce savaş olmuş ve her defasında bunun için geçerli bir mazeret bulunmuştur. Savaşlarda sadece askerler değil sivil kayıplar da çoktur. Vietnam Savaşı da yakın tarihte gerçekleşmiş o yıkıcı savaşlardan ve acı hatıralardan biridir. Yirmi bir yıl süren bu savaşta dört milyondan fazlası sivil olan yaklaşık beş milyon insan hayatını kaybetmiştir.
Tayland, Malezya yarımadası, Laos, Kamboçya ve Vietnam’ı içerisine alan bölge “Çinhindi” olarak adlandırılır. Önceleri İngiliz ve Fransız sömürgesi altındayken, İkinci Dünya Savaşı döneminde Japon İmparatorluğu’nun hâkimiyetine giren bu bölgede, savaşı kaybedeceğini anlayan Japonya’nın kışkırtmasıyla milliyetçi ayaklanmalar başlamıştı. Bu ayaklanmalar Japonya’nın beklediği neticeleri vermiş ve sonradan Çinhindi bölgesinde Vietnam, Kamboçya ve Laos devletleri kurulmuştu.
Japonya savaşı kaybedip bölgeden çekildikten sonra 1945 yılında İngilizler ve Fransızlar tekrar bölgeye girmişlerdi. Fakat o esnada bölgede Sovyetler Birliği ve Çin tarafından yayılan komünist bir siyasal etki söz konusuydu. Bölgedeki çıkarlarını ve orada bulunan Fransız vatandaşlarının hayatlarını koruma derdinde olan Fransa, Başkan Harry S. Truman döneminde ABD’den destek almaya başladı. Soğuk Savaş döneminde, bir ülkenin komünist idare altına düşmesinin komşu ülkelerde de komünizmin yayılmasına sebebiyet verebileceği varsayımına dayanan ve kısaca “Domino Teorisi” olarak bilinen siyaseti doğrultusunda ABD, Fransa’ya destek vermeye başladı.
Fransa, ABD Başkanı Truman’ın da desteğini alarak, bu gerillalarla mücadele etmeyi ve bölgede yeniden hâkimiyet kurmayı denemiş fakat bunda başarılı olamamıştı. Sonuç olarak Fransa bölgeden çekilmek zorunda kaldı.
Bu geri çekilmenin ardından bölgeye hızla yayılan komünizm özellikle Vietnam’da komünistlerle milliyetçi kesim arasında çatışmalara, daha doğrusu bir iç savaşa neden olmuştu. Bu çatışmaların sonucunda Birleşmiş Milletler olaylara dahil olmuş ve 1954 yılında imzalanan Cenevre Antlaşması ile “Güney ve Kuzey Vietnam” adı altında bağımsız devletler kurularak ülke geçici süreyle ikiye bölünmüştü. Cenevre Antlaşmasına göre, 1956 yılında yapılacak referandumla, eğer isterlerse Güney ve Kuzey Vietnam yeniden birleşecekti. Kuzey Vietnam komünist Doğu Bloku’na yakınken, Güney Vietnam Batı Bloku ülkeleri tarafından destekleniyordu. Doğu Bloku’nda Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ve Kuzey Vietnam yer almakta; Batı Bloku’nda ise ABD ve Güney Vietnam bulunmaktaydı. Bu dönemde bölgede artık Fransa’nın değil, ABD’nin etkin olduğu görülmekteydi. ABD, kendi çıkarlarına uygun bulduğu ve Güneydoğu Asya’da stratejik öneme sahip bir konumda bulunan Güney Vietnam’ı desteklemekteydi. Bu sebeple 8 Eylül 1954’te ABD öncülüğünde, içlerinde İngiltere ve Fransa’nın da bulunduğu, Güneydoğu Asya ülkelerinde çıkarları bulunan sekiz ülke tarafından uluslararası kolektif savunma için SEATO (Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı) oluşturulmuştu.
1955 yılında Kuzey Vietnam lideri Ho Chi Minh, ABD’nin etkisi altında olan Güney Vietnam lideri Ngo Dinh Diem yönetimini devirmek ve bölünmüş olan ülkeyi yeniden birleştirmek üzere harekete geçti. 1960 yılından itibaren Vietkong olarak da bilinen “Vietnam Halk Kurtuluş Cephesi (NLF)” öncülüğünde gerilla hareketi başladı. ABD ise Başkan Dwight Eisenhower döneminde buna engel olabilmek için desteklediği Güney Vietnam’a askeri yardım yapılmasına karar verdi. Fakat Eisenhower, başkanlığı döneminde her zaman barışçıl bir politika yürütmüştü. Bu sebeple bölgeye askeri danışmanlar ve askeri mühimmat gönderdi fakat doğrudan savaşa girmekten kaçınmıştı. John F. Kennedy döneminde ise asker sayısı artırılmış ancak yine savaşa doğrudan dahil olunmamıştı. ABD, Lyndon B. Johnson ve Richard M. Nixon dönemlerinde Vietnam Savaşı’na katılmış ve doğrudan sıcak çatışmalara girmişti.
Böylece ABD ile Kuzey Vietnam arasındaki savaş başlamış oldu. Tarihe, “İkinci Çinhindi Savaşı” olarak da geçen “Vietnam Savaşı”, 1955-1975 yılları arasında, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Doğu Bloku ve Kuzey Vietnam ile Batı Bloku’nun başını çeken ABD güçleri ve Güney Vietnam arasında Vietnam, Kamboçya ve Laos bölgelerinde gerçekleşmişti. ABD bu savaşa en başından beri dışarıdan askeri ve politik olarak destek vermiş fakat 1963 yılından 1973 yılına kadar artık doğrudan dahil olmuştu.
Uzun yıllar süren savaş boyunca her iki taraf da kazanabilmek için acımasızca, sert ve şiddetli yöntemler uygulamışlardı. Hafızalardan uzun süre silinmeyecek gerilla taktikleri, işkence yöntemleri, köy baskınları, tecavüzler, yağmalar, biyolojik saldırılar, toplu cinayetler ve infazlar görülmüştü. Amerika’nın bu savaşta kullandığı napalm bombalarıyla milyonlarca Vietnamlının ölmesi, başta ABD olmak üzere birçok ülkede büyük tepkilere yol açmış ve daha sonra bu bombanın kullanımı yasaklanmıştı.
1975 yılına gelindiğinde Buon Ma Thuot adlı bölgeyi ele geçiren Kuzey Vietnam, daha da güçlenerek 30 Nisan’da Güney Vietnam’ın başkenti Saygon’a girmeyi başarmıştı. Böylece yirmi bir yıl boyunca süren ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bu kanlı savaş sona ermişti.
Elbette bilançosu ağır olan bu savaşın, diğer tüm savaşlarda görüldüğü gibi ciddi sonuçları olmuştu. Öncelikle savaş, Batı Bloku ülkelerinin beklediği şekilde sonuçlanmamış, Kuzey Vietnam galip gelmiş ve ülke yeniden birleşmişti. Fakat savaşın ardından uzun yıllar ülkede komünist ve antikomünistler arasındaki çatışmalar devam etmişti. Bu çatışmalarla baş etmek zorunda kalan Vietnam, günümüzde Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti adıyla yönetilmektedir. Günümüzde halen, savaşın bu ülkedeki izleri ve acı hatıraları görülebilmektedir.
Doğu Bloku’nda ise beklenenin aksine Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilişkileri bozuldu. Bu ilişkinin bozulması Soğuk Savaş dönemi boyunca süren gerginliklerin azalmasını sağladı ve küresel bir savaştan kaçınabilmek için Doğu ve Batı Bloku ülkelerinin görüşmelere başladığı, tarihe “Yumuşama Dönemi” olarak geçecek yeni bir döneme girilmesini hızlandırdı. Savaşın ABD tarafında da yıkıcı etkileri olmuştu. ABD, 2196 hava aracını ve 58.000 askerini bu savaşta kaybetmişti. Savaş sonunda eve dönen on binlerce asker ise ya ağır yaralıydı ya da sakat kalmıştı. Pek çok askerde ise savaş, psikolojik travmalar yaratmış ve intiharlara yol açmıştı.
ABD’den binlerce kilometre uzakta olan bu savaş, televizyon ve gazeteler sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınmıştı. Ölen, yaralanan, acı çeken askerlerin görüntüleri; savaş sırasında mağdur olan suçsuz sivil halkın kan ve gözyaşları içindeki hali insanları savaştan soğutmuş, böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştı. Zaten, 1960’lardan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkartmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı bir duruş ortaya çıkmıştı.
Savaşın başlangıcından beri bilinçli, üniversiteli genç kuşak tarafından savaş karşıtı eylemler düzenlenmişti. Yüzyılın başından beri iki büyük dünya savaşı geçirmiş, ardından Soğuk Savaş dönemini yaşamış insanlık için belki de Vietnam Savaşı bardağı taşıran son damla olmuştu. İnsanlık, özellikle de genç nesil artık hak ettiği barışı, huzuru, mutluluğu ve özgürlüğü yaşamak istiyordu. Bu tepkilerin bir sonucu olarak yeni bir akım doğmuştu. Bu akımın sembolü ise barış olacaktı. Tüm insanlık için barış…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.