bannerbanner
Necla
Necla

Полная версия

Necla

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

Kâmi, hep yeşil gözlü, sarışın kadınlardan hoşlanıyordu. Siyah gözlü, pembe tenli kadınları yazılarına layık görmüyordu. Sevilmekten ziyade sevmekten zevk alıyordu. Halbuki sevilmekte de nihayetsiz bir haz ve saadet olduğunu bilmesi lazım değil miydi? Bir gün büyük bir cesaretle bu sualleri ona sormaya karar verdi.

Kâmi, kendisine her zaman “küçük kadın” diye hitap ederdi. Yorgun olduğu akşamlar kapıdan girerken “Küçük kadın, bana ellerinle bir çay yapar mısın?” derdi.

Necla işte bu zaman dünyanın en mesut insanı olurdu. Çayı getirince Kâmi ona bir paket çikolata uzatır ve “Al bakalım küçük kadın! Dün akşam unuttum, fakat bu akşam hazır,” diyerek gönlünü alırdı.

Necla on altı yaşında, Kâmi ise otuzundaydı. O, çocukluktan henüz çıkmış, küçük ve iptidai28 bir kızdı. Kâmi’nin başını dolduran hayallerin içinde Necla’nın henüz hiçbir yeri yoktu.

Zaman süratle geçiyordu. Necla artık tamamıyla genç kızlık çağına ermişti. Boyu daha ziyade serpilmiş, çehresinde hayat ve gençlik parlamaya, vücudu dolgunlaşmaya, uzun ve kıvrık kirpiklerinin gölgelediği siyah gözlerindeki cazibe kuvvetli bir alev gibi yanmaya başlamıştı.

Kâmi’nin kalbinde bu kıza karşı yavaş yavaş tuhaf bir his uyanıyordu. Artık ona evvelki gibi teklifsizce “küçük kadın” diyemiyordu. Evde halasını bulamadığı günlerde yalnız kalmaktan ürkerek hemen kapıdan çıkıyordu.

Necla yıllardan beri büyük bir sabır ve tevekkülle beklediği günlerin geldiğini, bir gün Kâmi’nin kendisini seveceğini düşünüyordu. Yaşıyla beraber kalbinde büyüyen aşkını ona itiraf için titriyor, artık onun her şeyi bilmesini istiyordu.

Halbuki Kâmi, evvelki gibi halasına uğramıyordu. Necla’nın cazibesinden müteessir olmaya, onun alevli gözlerinin ateşinden korkmaya başlamıştı. Nazlı Hanım yeğeninin kendisini bu kadar ihmal etmesine karşı sitemli haberler yolluyor, geceleri salonunu dolduran misafirleri arasında onun varlığını istiyordu.

Nihayet bir gün Kâmi gelmişti. O gün Nazlı Hanım, gece yatısına kızına gitmiş olduğu için, evde Necla ile ihtiyar hasta dadısını bırakmıştı.

Kâmi salona girdiği zaman bugün evde Necla ile yalnız olduğunu anlamış, geri dönerse fena bir harekette bulunacağını düşünerek oturmaya mecbur olmuştu. İkisi de birbirine bakmaktan ürken tatlı bir heyecan içinde birkaç dakika sustu.

Necla, sapsarı çehresiyle ayakta durmuş, ellerini masaya dayamıştı. Bu aşk ve heyecan dakikası içinde kalbindeki derin sır boğazında düğümlenmişti, bir şey söyleyemiyordu.

Kâmi, elinde olmadan oturduğu yerden kalkmıştı. Ne yaptığını, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Hiç beklemediği bu yalnızlık onu da şaşırtmıştı.

“Necla!” diyebildi.

Ah, onun ne tatlı ve ne içe işleyen bir sesi vardı. Bu ses senelerce ruhunun ta derinlerine sinmişti.

Genç kız uzun kirpikli gözlerini yavaş yavaş kaldırdı.

“Benim geldiğimi halama söylersin, değil mi? Bugünlerde çok meşgul olduğumu da ilave et. Ben artık gideyim çocuğum.”

Necla başını önüne eğdi. Onu görmediği günlerin kalbinde yanan hasretini ezmek istiyordu. Kendisiyle bir an yalnız oturmaya tahammül edemeyen bir adama bir şey söylemek istiyordu.

Kâmi bu defa daha ziyade yanına sokuldu.

“Neclâ, neden benimle konuşmuyorsun bakayım?” dedi.

“Emirlerinizi dinliyorum.”

“Oooo! Bugün çok ciddisin küçük kadın.”

“Her zaman öyle değil miyim?”

“Aferin kızım. Genç kızların her zaman ciddi ve metin olmaları lazımdır,” dedi.

Necla hiç cevap vermeden bir heykel gibi ayakta duruyordu.

Kâmi onun sessiz ve hareketsiz duruşunda gizli bir vakar sezmişti. Büyük bir kadının huzurunda duyulan heyecan ve hürmet hissiyle elini uzatarak “Allahaısmarladık!” dedi.

Necla hafifçe başını eğerek onu selamladı. Kâmi’nin hızlı hızlı merdivenlerden inen ayak seslerini dinledi. Sonra kendisini bir koltuğa atarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Ondan ne bekliyor ve istiyordu? Bunu kendisi de bilmiyordu. Hem ne ümit edebilirdi? Annesi tarafından getirilerek evlatlık diye bırakıldığı bu evdeki sıfatı neydi? Kalbinin karanlık emelleri içinde ve damarlarına yayılan bir hüzün ve mahrumiyetle başını iki elinin arasına aldı. Ağladı.

Kâmi, Necla’dan ayrıldıktan sonra garip bir hissin tesiri altında bir an kapının önünde durdu ve nereye gideceğini düşündü. Arkadaşlarına verilmiş randevusu vardı. Gönlü istemedi. Bu gece boş laflarla geçecek vakit ona pek ağır geldi. Uzun zamandan beri eline kalemi almamış ve evde yazıları birikmişti. Ruhunda yazmak için kuvvetli bir ihtiyaç duyuyordu.

Başının içindeki hayallerde yeni bir canlılık vardı. Siyah gözlü güzel bir kız sıcak bakışlarıyla, nazlı ve kıvrak gülüşleriyle gözleri önünde dolaşıyordu.

Yavaş yavaş evine yürümeye başladı. Odasına çıkıp kapıyı kapadı. Masanın başına geçti; kâğıtları ve defterleri o kadar karışmış, öyle perişan olmuştu ki bu hale kendisi de hayret etti.

Aylardan beri masasının başına oturmadığını, dalgasız ve fırtınasız bir liman gibi sakin bir hayat geçirdiğini düşündü. Başını koltuğun arkasına dayadı, gözlerini kapadı, hayalinde Necla’nın bugünkü ince ve kederli yüzü vardı. Salonun ortasındaki masaya dayanmış sakin ve melül halinde öyle bir incelik, öyle bir şiir edası vardı ki şimdiye kadar onu böyle hiç görmemişti. Artık bu kızın kendisini sevdiğine bugün tereddütsüz hükmediyordu. Buna karşı kendisi nasıl hareket edebilirdi? Bugün bile onunla yalnız kalmaktan ürktüğü için yanından kaçmamış mıydı?

Halasını düşünüyordu. Ufak bir şüphe fena bir netice verebilirdi. Sevilmek… Bu reddedilemezdi. Necla gibi bir kızın sevgisini reddetmek için kalbinin ölü olması lazımdı. Bunu çoktan anladığı halde bugünkü kadar alaka gösterdiğini hatırlamıyordu. Hayatını saran kadınlar arasında Necla’yı küçük ve manasız bir kız olarak görmüştü.

Fakat bugün onunla baş başa kalmak fırsatını kaçırdığına pek yanıyordu. İçinde sıkıntıyla karışık derin bir arzu vardı. Bu kızı dinlemek, onun ince ve hassas ruhuna nüfuz etmek istiyordu.

O, ilk defa bir genç kız tarafından sevilmişti. Gördüğü kadınlar hep birer kukla gibi süslü ve boyalıydı. Bu yeni tablo Kâmi’nin pek hoşuna gitmeye başlamıştı. Hayatında bir yenilik, hislerinde bir değişiklik vardı.

Sandalyesini masanın yanına çekti, defterini açtı; yarım kalmış bir eser…

Kendi kendine güldü “Tastamam altı ay olmuş ki elime almamışım,” diye söylendi.

Masanın başından kalktığı zaman gece olmuştu. Sofrada annesiyle biraz konuştu. Halası ile annesi senelerden beri dargın oldukları için birbirlerine gidip gelmezlerdi. Bunun için Kâmi halasına gittiğini annesine söylemezdi.

Bu gece Kâmi çok dalgındı. Ruhundaki sıkıntı, garip ve müphem29 bir arzu asabını germişti. Halasının eve gelmiş olması ihtimalini düşündü. Tekrar oraya gitmek için kendisini zorlayan bir kuvvetin tesiriyle kapıdan çıktı. Sevilmek zevkinin sarhoşluğu içinde genç bir mektepli gibi hızlı hızlı yürüdü.

Ona kapıyı açan Necla oldu. Genç kız şaşırmış gibi bir an onun yüzüne baktı. Kâmi heyecanlı bir sesle, “Halam geldi mi?” diye sordu.

“Hayır.”

“Sen neden ağladın bu kadar, gözlerin şişmiş,” dedi.

“Korktum, çok korktum!”

“Neden?”

“Dadı kalfa birdenbire hastalandı. Ne yapacağımı şaşırdım. Uykusunda öyle tuhaf seslerle bağırıyordu ki… Ölüyor zannettim. Hanımefendiye telefon etmeyi düşündüm. Fakat meraklandırmak istemedim.”

“Vah yavrum! İyi ki gelmişim. Korkma, ben buradayım. İcap ederse bir doktor getiririz.”

Kâmi aşağı salonlardan birine girdi. Necla elektriği yakmıştı. Kuvvetli bir ziya30 ile aydınlanan büyük salonun ortasında ikisi de ayakta durdu.

Kâmi titrek ve tatlı bir sesle “Bu gece buraya gelmek için içimde öyle bir istek vardı ki… İnsanların bazen çok kuvvetli hisleri oluyor. Geldiğim ne isabetli olmuş,” dedi.

Necla rüyalı bir âlem içinde olduğuna inandığı şu dakika uyanmaktan korkan bir hisle ne yapacağını şaşırmıştı. Şimdiye kadar Kâmi’den bu kadar samimi, bu kadar candan bir söz işitmemişti. Bu gece bakışlarında bir sıcaklık ve yakınlık vardı.

Kâmi konuşmaya devam ediyordu.

“Senden ayrıldıktan sonra eve gittim. Çoktan beri yazılarımdan uzaklaşmıştım. Yazmak için birdenbire öyle tatlı, öyle zevkli bir ihtiyaç duydum ki hemen kalemi elime aldım. Zannederim ki bu yazdığım satırlar, eserimin en canlı yerleri olmuştur.”

“Siz her zaman canlı ve ruhlusunuz!”

“Bu defakini sana borçluyum Necla.”

“Bana mı?”

“Evet!”

Genç kız titriyordu. “Nedenini sorabilir miyim?” dedi.

“Elbet.”

“O halde?”

“Bu akşamki ilhamı bana veren sensin de ondan.”

Necla gözlerini ona çevirdi. Rengi heyecandan solmuştu. Kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi çarpıyordu.

“Kâmi!” diye söylendi.

Kâmi ona yaklaştı ve “Bu gece hep seni dinleyeceğim, bana her şeyi söyleyeceksin, değil mi?” dedi. “Kalbinin en derin köşelerini açacaksın, hislerinin en ince noktalarını anlatacaksın. Benden hiçbir şeyi gizlemeyeceksin artık.”

Necla derin bir göğüs geçirdi ve bir an Kâmi’ye baktı. Bu bakışlarda umulmayan bir saadetin perişanlığı vardı. Gözyaşlarıyla geçirdiği günün ona bir aşk ve cennet gecesi hazırlamış olduğunu zihninden geçirdi. Şu dakika hiçbir kayıt tanımadan bütün iradesini ezen bir on sekiz yaş aşkının kuvvetli hislerine kendini bıraktı.

O geceden sonra uzun müddet devam eden bu gizli ve tatlı sevda nihayetinde acı bir akıbet hazırladı. Korkunç ve siyah bir gecede Necla yavaşça kapıdan geçerek kendisini bahçede bekleyen Kâmi’ye koştu. Kendisine açılan kolların arasına atılarak başını onun göğsüne dayadı. Boğuk ve mustarip bir sesle “Kâmi,” dedi, “ben gebeyim!”

Genç adam dizlerinin üzerine çökecek gibi sallandı. Kendini güç toplayarak “Eyvah, Necla! Bu ikimiz için de bir felaket,” diye söylendi.

Necla, ümitlerinin aksi olan bu cevap karşısında harap olmuştu. O, Kâmi’den bunu değil, hemen evlenmelerini teklif etmesini ve bu haberden çok mesut görünmesini bekliyordu. Her aldanan zavallı gibi birdenbire başına inen bir yıldırım darbesiyle yandığını duydu. Acı bir şaşkınlık içinde etrafına bakındı. Her yer simsiyah ve korkunçtu. İmdat ve merhamet dileyen gözleri Kâmi’nin gözlerini aradı. O, başını önüne eğmiş, gözlerini gözlerinden saklamıştı.

Genç kız ümitsiz ve acı bir sesle “Ben şimdi ne yapayım Kâmi? Söyle! Konaktakilerin yüzüne nasıl bakayım? Bana bir çare bul!” diye yalvardı.

Kâmi yavaş yavaş başını kaldırdı. Sesi donuk ve ağırdı. “O kadar şaşkın bir haldeyim ki sana hiçbir şey söyleyemem. Hadi sen şimdi içeri gir. Ne yapacağımızı düşünmek için yalnız kalmaya muhtacım,” dedi.

Necla’nın ümit ve ufak bir teselli beklediği şu anda Kâmi’nin sözleri zehirli bir ok gibi kalbine saplanmıştı. Hayatını yakıp kavuran müthiş bir fırtına içindeydi. Hiçbir şey söylemeden döndü. Ağır ağır içeriye yürüdü.

Bir hafta sonra Necla konaktan kaçarak Kâmi’nin Bursa’daki sütninesi Sıdıka’nın evine gitti. Çocuk doğuncaya kadar kimseye görünmeden orada kalacak, ara sıra Kâmi de gelecek, ileride bir çare bulunup evlenmelerine karar verilecek, her şey unutulup gidecekti.

Kâmi, Necla’yı maneviyatına çok tesir eden bu sözlerle ikna etmiş ve onu sütninesinin evine hapsetmeye muvaffak olmuştu.

Sıdıka, Kâmi’yi çok severdi. Onu emzirmiş, büyütmüş ve nihayet biriktirdiği biraz parayla ufak bir ev alarak Bursa’nın bir köşesine çekilmişti. Senede bir defa İstanbul’a gider, beş on gün Kâmi’de kalır, yine Bursa’ya döner ve bu dönüş onun için çok faydalı olurdu.

İstanbul’dan ayrılarak Sıdıka’nın küçük ve izbe evinde yaşamak Necla’ya ilk günler pek ağır gelmişti. Ondan uzak, her şeyden uzak, etrafın sükûn ve melali31 içinde kalbinde derin bir öksüzlük ve gurbet acısı, ruhunda nihayetsiz bir hasret ateşi yanarken, büyük bir sabır ve tevekkülle günleri, saatleri saymakla vaktini geçirmeye çalışıyor, işlediği hatanın cezasının pek ağır olduğunu görmekle beraber bir yandan da saadet günlerinin tatlı hülyalarıyla avunuyordu.

Necla’nın vaziyetini bilen ve teessürlerini gören Sıdıka’nın, teselli için ara sıra söylediği sözler tahammül edilmez ikinci bir azap oluyordu. Kâmi’den ara sıra gelen mektuplar onun bunalan ruhuna yeni bir hava veriyordu.

Altı ay içinde Kâmi Bursa’ya iki defa gelmiş, bir iki gece kalarak tekrar dönmüştü. Kâmi’nin ona tekrar yakında geleceğini vaat ederek İstanbul’a döndüğü gün, Necla onun arkasından uzun uzun bakmış, kalbinde henüz yeri belli olmayan yeni bir yaranın sızladığını duyarak daha ne tükenmez intizar32 ve ıstırap günleri geçireceğini düşünmüştü. Nihayetsiz bir boşluğun ortasında yalnız ve kimsesiz kalmak korkusuyla hıçkıra hıçkıra ağladı. Küçük odanın penceresi önünde, Kâmi’yi götüren trenin ovalara yayılan dumanlarını seyre daldı.

Artık doğum yaklaşıyordu. Zavallı küçük kadın, hasta ve mustarip bir halde her gün Kâmi’yi bekliyor, hiçbir tarafa çıkmayarak bütün günlerini bu küçük odanın penceresi önünde geçiriyordu. Gözleri yeşil ovaların üzerinde uzanarak Mudanya tarafına doğru dalıp giderken, o taraftan gelen bulutlara, rüzgârlara hep onu sormak için titriyor, hayatının her dakikası bin bir endişe ve düşünceyle geçiyordu.

Hülya ve ıstırapla geçen dakikaların verdiği yorgunlukla her gün biraz daha soluyor, her gün biraz daha harap oluyordu.

Kâmi’den gelen mektupların arası uzamaya başlamıştı. Gelenler de soğuk cümleler, zoraki yazılmış satırlarla doluydu. Necla gün geçtikçe hatasının cezasını pek acı olarak çektiğini anlıyor, gözlerinin önünde annesinin ve kardeşinin hayali dolaşıyor, İstanbul’a dönme yollarını düşünmeye başlıyordu.

Nihayet bir gün postacı ona her vakit olduğu gibi pencereden bir zarf uzattı. Necla heyecanla fırladı ve mektubu titreyen elleriyle güçlükle açtı; gözleri satırlar üzerinde dolaşır dolaşmaz sedirin üstüne yığıldı.

Necla’yı bu halde gören Sıdıka şaşırdı ve hemen “Necla, kızım, ne oldun?” diye sordu. Necla cevap veremedi. Sıdıka’nın dediklerini işitiyordu, fakat gözlerinin önüne bir perde gelmiş gibi etrafı göremiyor, beyni müthiş uğulduyordu.

Necla kendini toplayıp da bir türlü Sıdıka’nın telaş ve korkuyla ettiği ısrarlara cevap veremiyordu. Zavallı cahil kadın, onun şakaklarını ve bileklerini durmadan kolonya ile ovuyor ve sebebinin ne olduğunu anlamadığı bu halden onu kurtarmaya çalışıyordu. Necla’nın bu ilk buhranını bir baygınlık takip etti. Epeyce zaman geçmişti. Nihayet söylenenleri yeniden duymaya ve gözlerinin önünden bir perde kalkmaya başladı. Sıdıka gözlerini açan Necla’ya “Kızım, ne oldun? Nen var? Yoksa ıstırapların mı başladı?” gibi tertipsiz, dağınık birtakım şeyler sorup duruyordu.

Necla acı ve hafif bir gülüşle mektubu gösterdi. Sıdıka “İyi ya. Kâmi’den gelmiş işte. Ne yazıyor? Biraz bana da anlatsana,” dedi.

Necla’nın gözlerinde tuhaf bir parıltı peyda oluverdi. Aldanan her insanın duyduğu şaşkınlık ve acıdan henüz kurtulamamış bir halde gözlerini sütninenin yüzüne dikmişti.

Sütnine yine ısrar ediyor, Necla’nın derdini anlamaya çalışıyordu.

“Kızım, bir şey söylemiyorsun! Ben nasıl anlayayım? Söylesene. Kâmi geliyor mu?”

Necla başını sallayabildi ve boğulur gibi bir sesle “Artık o hiç gelmeyecek!” diyebildi.

Sıdıka yerdeki mektubu tekrar Necla’ya uzatarak “Oku be yavrum şunu! Ben de anlayayım ne olmuş,” dedi.

Necla’nın bakışları hâlâ donuk ve manasızdı.

Akşam olmuş, yeşil tepelerin üzerinden inen esmer bir bulut tabakası şehre ve ovaya gümüş rengi bir deniz manzarası vermişti. Necla hâlâ sedirin üstünde, elleri koynunda ve gözleri bir noktaya dalmış duruyor ve kati bir karar vermek isteyenlerin halini gösteriyordu. Odanın bir köşesinde yanan petrol lambası etrafa kızıl ve gamlı bir loşluk veriyordu.

Sütnine odada dolaşıyor, ara sıra acıyan bir gözle ona bakıyor ve bazı teselli verici sözler söylemekle beraber, Necla’yı bu kadar harap eden mektuptaki yazının ne olduğunu anlamak istiyordu.

Kâmi, Necla’ya iki üç satırla bütün hakikati anlatmakta müşkülat33 çekmemişti.

Mektup şuydu:

Necla,

Seni ümitle yaşatmak artık bana gittikçe artan bir azap oluyor. Hayatımızı birleştirmenin mümkün olamayacağını sen de biraz düşünebilmeliydin. Seni seviyorum ve hayatım müddetince de seveceğim. Fakat hayatımı saran bazı kayıtlar34 beni senden ayırıyor. Yarın buradan Avrupa’nın uzak bir şehrine gitmek mecburiyetinde bulunuyorum. Uzun yıllardan sonra belki memleketime dönebileceğim. Müşterek günahımızın en ağır cezasını çeken zavallı sen olduğun için sonuna kadar vicdan azabı içinde kalacağım. Ne kadar yalvarsam da beni affetmeyeceğini biliyorum. Allahaısmarladık küçük kadın. Dilerim ki talihin sana yâr olsun.

Aldatılmış insanların duyduğu ilk şiddetli acıyı duyan Necla’nın, gözlerinde kuruyan yaşlar birer zehir gibi kalbine akıyordu şimdi. Bir müddet hıçkırdı, fakat gözlerinden yaş gelmiyordu. Bunu uykuya benzer bir ağırlık takip etti. Gözleri kapanıyor gibiydi. Nihayet olduğu yerde kendinden geçti.

Necla’nın bir oğlu dünyaya gelmişti. Doğumdan sonra şiddetli bir hummai nifasiye35 yakalandı. Kendini bilmiyor, şiddetli nöbetler içinde çırpınıyor ve söyleniyordu. Sütnine şaşırmıştı. “Loğusaya al bastı!” diye komşulara koştu. Kadınlar hastanın etrafına toplandı ve perilere kırmızı şeker ziyafet çekmenin çok faydalı olduğunu söylediler. Zavallı Necla ölümle pençeleşiyordu. Nihayet getirilen doktor onun hemen hastaneye nakledilmesini söyledi. Doktorlar kurtulmasından ümidi kesmişlerdi. Necla hastanede kendinden geçmiş bir haldeyken Sıdıka da evde canından usanmıştı. Kâmi’nin getirip başına bela ettiği bu kızın şimdi de doğurduğu çocuk hasta olmuş ve o da başına ayrı bir bela olmuştu. Ne yapacağını şaşırmış, öteye beriye koşuyordu.

Günler geçiyordu. Necla uzun bir uykudan uyanmış gibi bir ay sonra kendine gelmeye başladı. Ne olmuştu? Neredeydi? Korkulu bir rüyadan uyanan insanın, gördüğü kâbusu hatırlamaktan ürkmesine yol açan bir dehşet içinde kimseye bir şey soramıyordu.

Sıdıka’yı yanında ilk görüp tanıdığı gün solgun yüzünde beliren hafif bir tebessümle ona bir şey sormak istiyordu. Sütnine onun ne sormak istediğini hemen anladığı için başını önüne eğmiş ve içini çektikten sonra kısaca “Sen sağ ol yavrum, ne yapalım,” diyebilmişti.

Necla yüzünü hiç görmediği çocuğu için kalbinde bir yaranın acıdığını duymuş ve iki büyük yaş damlası, sararmış yanakları üzerine yuvarlanmıştı.

Necla hastaneden çıktıktan sonra İstanbul’a dönmeyi hiç aklına getirmiyordu. Hem İstanbul’da kime gidebilecekti? Annesi daha çocukken onu başından atmıştı. Şimdi, kapıyı büsbütün yüzüne kapatabilirdi. Tekrar Nazlı Hanım’ın konağına düşmek! Bu kendisi için o kadar çetindi ki… Bunu düşünmek bile ruhuna dehşet veriyordu. O ev, tatlı emellerine şimdi artık ebedi bir mezar olmuştu. Necla’nın ne tutunacak bir dalı ne de barınacak bir bucağı vardı. Geçen günlerin hicranı kalbine sinmiş, bütün maneviyatı kırılmış, hayata ve insanlara küsmüş, yalnızlığın bütün acılarıyla şimdi baş başa kalmıştı.

Hastaneden çıktığı gün tekrar sütninenin izbe evine gelmeye mecbur oldu. Ah bu ev ve bu oda! Mahvolan hülyaların havasıyla dolu olan bu oda, onu şimdi yakıyordu. Sedirin üstüne dermansız bir halde yığıldı.

Sıdıka ona elinden geldiği kadar iyi bakmaya çalışıyordu. Fakat bu hayat Necla’ya pek ağır geliyordu. Elinde bulunan az miktardaki parası da bitmek üzereydi. Artık çalışmak mecburiyeti karşısında bulunuyordu. Fabrikalardan birine gündelikle girdi. Hiç olmazsa sütninenin başına angarya olmaktan kurtulmuş sayılabilirdi. Akşamları yorgun ve bitap eve döndüğü zaman kendini yatağa atıyor, düşünmekten ve yalnızlıktan ürküyordu. Geceleri artık hülyasız ve rüyasız geçiyordu. Onda her şeye tahammül etmeye karar vermiş bir insanın sükûneti vardı. Aldığı gündeliği Sıdıka’ya teslim ediyor ve hiçbir şeye karışmıyordu. Artık ne halinden şikâyet ediyor ne de maziden bahsediyordu.

Bir akşam ağır ağır eve dönerken yolda patronuyla karşılaştı. Genç kadın o kadar yorgun ve dalgındı ki karşısındakini bir an tanıyamamıştı. Fabrikatör ona eliyle “dur” işareti yaptı. Necla başını eğerek selam verdi ve durdu.

Adam ona birdenbire “Yarın fabrikaya gelmeyiniz,” dedi.

Genç kadın sarardı. Bir an içinde hayatını kazanmak için başka ne yapabileceğini düşündü ve titrek bir sesle “Niçin? Acaba bir kusur mu ettim?” diyebildi.

Fabrikatör başını salladı.

“Hayır, hayır,” dedi. “Evde oturunuz. Fabrikadan alacağınız para size gelecektir. Çünkü hastaneden yeni çıktığınızı işittim. Görüyorum ki çok dermansızsınız. Bir müddet için dinleniniz.”

Necla kızardı ve sadece “Fakat,” diyebildi.

“Sıkılmayınız, rahat ediniz, tamamıyla iyileşiniz sonra yine çalışırsınız,” cevabını aldı.

Necla gözlerini bu adamın yüzüne kaldırdı. Bu çehrenin her çizgisi merhamet ve insaniyet ifade ediyordu. Şimdiye kadar birkaç defa rastladığı halde ona hiç dikkat etmemişti. Acaba bunda bir maksat mı var diye biraz düşündü. Fakat fabrikatör cevap beklemeden ve Necla’nın söylemeye hazırlandığı teşekkürlerini de dinlemeden yürüdü gitti.

Necla istirahate çekilmişti. Bu muammalı lütfun neden icap ettiğini bir türlü anlayamıyordu. Patron yaşlı bir adamdı. Necla, dünyada iyi insanların da olabileceği ihtimalini artık fikrinden silmişti. İlk tecrübe, ilk darbe ona hayatın ne demek olduğunu kâfi derecede anlatmıştı. Fakat kalbinde daima işleyen yaranın acısı hiç şifa bulmuyordu. Bursa’nın uzak bir köşesindeki bu izbe mahallede, Sıdıka’nın yanında yaşamaya alışmıştı artık. Ne yolunu bekleyeceği yolcusu ne de İstanbul’dan gelecek mektubu vardı. Hayat onun için bomboş ve ıssız bir çöldü.

Konu komşu ona bir piçe hamile kalmış ve bu yüzden kenara atılmış adi bir kadın gözüyle bakıyordu. O, bunları hazmediyor, fakat bu hayatın böyle devam edemeyeceğini de düşünüyordu. Bir gün Sıdıka ona yüz çevirecek, belki evine kabul etmeyecekti. Bu kadın haksız değildi, muhitine karşı bunu yapmaya mecburdu. Gençliği ve güzelliğinin kendisine daima bir tehlike ve bir düşman olduğunu biliyordu. Günden güne çehresinde sıhhat ve güzellik yeniden parlamaya başladı.

Bir akşam sütnine, çarşıdan eve geç dönmüştü. Yüzünde tuhaf bir gülüş, gözlerinde manalı bir bakış vardı. İçeri girer girmez, “Sana havadis getirdim, bil bakayım kimden,” demişti.

Necla’nın beyninden bir rüzgâr geçmiş, kalbi hızlı hızlı atmaya başlamıştı.

“Çabuk söyle, sütnine! Ne var Allah aşkına, ne havadisi?” dedi.

Sıdıka, “Dur söyleyeceğim, acele etme, hele bir nefes alayım. O kadar acele de neden sanki?” diye söyleniyordu.

Necla sedirin kenarına ilişti. Sıdıka’nın ağzına bakıyordu. Sütnine anlatmaya başladı.

“Bak dinle. Şimdi eve geliyordum. Yolda senin fabrikatör Kemal Bey’e rastladım. Beni görür görmez durdu ve yolumu kesti.”

Necla hemen başını çevirdi ve “Havadis dediğin bu mu Sıdıka Hanım? Yüreğimi oynattın, ben de sandım ki…” dedi. Artık fazla bir şey dinlemek istemiyordu. Ayağa kalktı.

Sıdıka müstehzi36 bir gülüşle “Kimden havadis bekliyordun küçükhanım? O çapkın Kâmi’den mi? Hâlâ mı ondan haber bekliyorsun? O şimdi Frenk37 kızlarıyla fink atıp eğlenirken sen burada yas, matem tut; aklına şaşayım senin!” dedi.

Necla, yarasının üzerine neşter vurulmuş gibi titredi. Aylardan beri Kâmi’nin ismi ilk defa aralarında geçiyordu. Sütnineyi başından savmaya ve söyleyeceği sözlerin ne olduğunu bilmediği halde dinlememeye çalışıyordu.

Sütnine eliyle onu oturtmaya çalıştı.

“Otur be kızım hele, sana söyleyeceklerim var. Azıcık dinle beni, ne oluyorsun böyle? Elbet sana o kadar diyen ondan sonrasını da diyecektir.”

“Boş laf dinlemeye tahammülüm yok Sıdıka Hanım.”

“Söyleyeceklerim boş laf değil be kızım, dinle beni bir kere diyorum sana. Bak ne kadar memnun olacaksın.”

“Ooof! Allah aşkına Sıdıka Hanım, beni sinirlendirme. Görüyorsun ki çok sıkıntılıyım, niçin beni üzüyorsun?”

“Sıkıntı ne demek? Artık gönlünü ferah tut. Kimseden fayda olmadığını anlamadın mı hâlâ?”

Necla başını salladı. “Neme lazım benim,” dedi. “Ben kimseden artık bir şey beklemiyorum ve bir şey umduğum da yok.”

“Beklemiyorsun ama ayağına gelen kısmeti tepmek de doğru bir şey değildir. Bu fabrikatör seni çok seviyor be kızım!”

Necla hayret ve dehşetle “Ne? Ne söylüyorsun Sıdıka Hanım, şaşırdın mı sen? Bu nasıl söz?” diye bağırdı.

Sıdıka, “Neden şaşırayım evladım? Pek doğru bir söz. Ben işittiğimi söylüyorum. Bu adam sana her şeyi yapacağını vaat ediyor. Bankaya istediğin kadar para da koyuyor. Sana küpeler, broşlar, konaklar, yalılar alıyor. Kapına bir de otomobil veriyor. Daha ne istersin bilmem ki… Dünyada bundan daha iyi ne olur?” dedi.

На страницу:
2 из 3