Полная версия
Küçük Bey
Nedense bana ikinci katta, merdivenlerin altındaki karanlık odayı gösterdiler. Oda dayanılmaz derecede sıcaktı. Bu odayı istemediğimi söyleyince hizmetçi, “Maalesef diğer tüm odalar tutuldu,” diyerek valizlerimi bırakıp dışarı çıktı. Yapacak başka bir şey yoktu, bu odada terlemeye katlanacaktım. Sonunda banyo yapabileceğimi söylediklerinde neşeyle küvete atladım ve hemen çıktım. Dönüşte etrafa bakarken serin görünen bir sürü odanın boş olduğunu gördüm. Terbiyesiz herifler. Yalan söylemişler. Sonra hizmetçi ayaklı yemek tepsisiyle geldi. Oda sıcaktı ama yemekler Tokyo’daki pansiyona göre çok daha lezzetliydi. Hizmetçi yemekleri servis ederken nereli olduğumu sordu. Tokyolu olduğumu söyleyince, “Güzel bir yer olmalı, değil mi?” dedi. Ben de “Evet, öyle,” diye cevap verdim.
Hizmetçi tepsiyi alıp mutfağa gittiğinde bir kahkaha sesi duydum. Onlarla uğraşmaya değmeyeceğinden hemen yattım ama bir türlü uyuyamadım. Han sadece sıcak değildi, aynı zamanda gürültülüydü de. Önceki pansiyondan hemen hemen beş kat daha gürültülüydü. Bir ara uyukladığımda rüyamda Kiyo’yu gördüm. Tatlı pirinç jölesini bambu yaprağıyla birlikte iştahla yiyordu. Bambu yaprağı zehirli olduğundan durmasını söyleyince, “Hayır, bu şifadır,” deyip çok lezzetliymiş gibi yemeğe devam etti. Hayretten ağzım kocaman açıldı. Kahkahalarla gülerken uyandım. Hizmetçi kız panjurları açıyordu. Her zamanki gibi bulutsuz, güneşli, güzel bir havaydı.
Seyahat ederken bahşiş verildiğini duymuştum. Bahşiş vermediğinizde insanların size kaba davrandığını söylüyorlardı. Böyle dar ve karanlık bir odaya konulmamın sebebi bahşiş vermememdi sanırım. Perişan görünümlü kıyafetlerim, keten çantam ve saten şemsiyem yüzünden de olabilirdi. Tam da bu taşralılardan bekleneceği gibi beni küçümsüyorlardı demek! Vereceğim yüksek bahşişi gördüklerinde ne yapacaklar acaba? Tokyo’dan ayrılırken okul masraflarından geriye otuz yen kalmıştı. Tren, gemi gibi masrafları düşünce hâlâ elimde on dört yen vardı. Hepsini harcasam da bundan sonra her ay maaş alacağımdan sorun olmazdı. Taşralılar cimri olurdu, beş yen verirsem şaşkınlıktan gözleri kamaşırdı eminim. Ne yapacağıma karar verdikten sonra yüzümü yıkayıp odama geri dönerek beklemeye başladım. Dün akşamki hizmetçi yemek tepsisiyle geldi. Tepsiyi koyup yemekleri servis ederken pis pis sırıtıyordu. Küstah şey. Maymun mu oynuyor karşında? Yüzüm, hizmetçinin yüzünden çok daha güzeldi bir kere! Yemek bittikten sonra bahşiş vermeyi düşünüyordum ama öyle sinirlenmiştim ki yemeğin yarısında beş yen kâğıt parayı çıkarıp “Bunu han sahibine verin,” dedim. Hizmetçi tuhaf bir ifadeyle baktı.
Yemek bitince hemen okula doğru yola çıktım. Ayakkabılarımı cilalamamıştım. Dün çekçekle geldiğimden yolu az çok biliyordum. Kısa sürede okulun önüne geldim. Kapıdan binanın girişine kadar granit döşenmişti. Dün bu taşların üzerinden çekçekle geçerken çıkardığımız yüksek sesleri düşününce biraz utandım. Yolda Ogura12 kumaşından üniforma giyen çok sayıda öğrenci vardı. Hepsi bu kapıdan içeri giriyordu. İçlerinde benden daha uzun ve daha güçlü görünenler de vardı. Bunlara mı ders vereceğim diye düşünürken nedense huzursuz hissettim. Kartvizitimi gösterince beni Müdür’ün odasına yönlendirdiler. Müdür hafif sakallı, esmer, koca gözlü, tanuki13 gibi bir adamdı. Büyüklük taslıyordu. “Elinden gelenin en iyisini yapmalısın,” diyerek büyük bir mühürle personel kabul kâğıdımı damgaladı. Tokyo’ya dönerken bu kâğıdı buruşturup denize attım. Müdür yakında diğer öğretmenlerle tanışacağımı ve hepsine bu kabul evrakını göstermem gerektiğini söyledi. Çok zahmetli iş. Böyle zahmetli bir şey yapmaktansa kabul evrakını personel odasında üç gün asmayı tercih ederdim.
İlk ders zili çalana kadar öğretmenler dinlenme salonunda toplanmayacaktı. Bolca zaman vardı. Müdür saatine bakıp öncelikle genel şeyleri kavramamı, zamanla her şeyi yavaş yavaş anlatacağını söyledi. Sonra da eğitimin ruhuyla ilgili uzun bir nutuk çekti. Dinliyor gibi yapıyordum, konuşmanın ortalarında rezil bir yere geldiğimi düşünmeye başladım. Müdür’ün söylediği gibi biri kesinlikle olamazdım. Benim gibi pervasız birinin öğrencilere rol model olması, tüm okulda erdem örneği olarak görülmesi, ders dışında da bireysel ahlaki prensiplere bağlı kalması nereden bakarsanız bakın saçma bir istekti. Öyle yüksek bir şahsiyet, bu kadar yol katedip bu kırsal bölgeye aylık 40 yene çalışmaya gelirdi sanki!
İnsanlar hemen hemen aynıydı. Kim olursa olsun sinirlenirdi ama benim için bu durumda en iyisi sessiz kalmaktı. Bu kadar zor bir görevse, beni işe almadan önce böyleyken böyle diye anlatsalar daha iyi olurdu. Kandırılıp buraya getirilmiştim. Yalan söylemekten nefret ettiğim için kararlılıkla istifa edip buradan ayrılarak eve dönmekten başka şansım yoktu.
Hana beş yen verdiğimden cüzdanımda dokuz yen kalmıştı. Dokuz yenle Tokyo’ya kadar gidemezdim. Keşke bahşiş vermeseydim. Pişman oldum fakat dokuz yenle de bir şeyler yapabilirdim. Seyahat masraflarını karşılayamasam da yalan söylemektense gitmeyi tercih ederdim.
“Asla sizin dediğiniz gibi biri olamam. Bu kabul belgesini geri alın,” deyince Müdür’ün tanuki gözleri yanıp sönerek yüzüme baktı. Sonunda gülerek, “Sözlerim sadece bir temenni. Senin istediğim gibi biri olamayacağını biliyorum. Endişelenmene gerek yok,” dedi. Madem biliyordu, öyleyse beni neden böyle korkutmuştu?
Orada burada vakit geçirirken zil çaldı. Birden sınıfların olduğu taraftan bir gürültü yükseldi. “Öğretmenler çoktan çıkmış olmalı,” diyen Müdür’ü takip ederek öğretmenler odasına girdim. Geniş ve dikdörtgen odanın etrafına masalar sıralanmış, herkes oturuyordu. Benim girdiğimi gördüklerinde hepsi önceden kararlaştırmışlar gibi yüzüme baktılar. Bir gösteriye çıkmıştım sanki. Sonra söylendiği gibi tek tek önlerine geçip kabul evrakımı göstererek kendimi tanıttım. Genelde çoğu sandalyesinden kalkıp beni selamladı. Titiz olanlar gösterdiğim evrakı alıp, kısaca göz gezdirip saygıyla geri verdi. Sanki tapınak festivallerinde oynanan piyesin taklidi gibiydi. On beşinci kişi olan beden eğitimi öğretmenine sıra geldiğinde aynı şeyi tekrar tekrar yapmaktan biraz sıkılmıştım. Diğerleri bir kez yapıp kurtuluyordu. Oysa ben aynı hareketi on beş kez tekrarlıyordum. Bana karşı biraz daha anlayışlı olabilirlerdi.
Tanıştığım kişilerin içinde müdür yardımcısı bilmem ne denen biri vardı. Edebiyat mezunuymuş. Bu edebiyatçı, üniversite mezunu olduğundan yüksek şahsiyetli biri olmalıydı. Garip bir şekilde kadın gibi yumuşak bir sesi vardı. Beni en çok şaşırtansa bu sıcakta pazen gömlek giymesiydi. Kumaşı ne kadar ince olsa da kesinlikle sıcaklıyor olmalıydı. Belki de edebiyatçı rolüne bürünürken çok fazla çaba harcıyordu. Dahası, gömleği kırmızı olduğundan gülünç görünüyordu. Daha sonraları duyduğuma göre tüm yıl boyunca aynı kırmızı gömleği giyermiş. Ender bir hastalığı varmış ve açıklamasına göre kırmızı sağlığına iyi geldiğinden özellikle sipariş ediyormuş fakat bence gereksiz bir endişe. Eğer durum öyleyse kimonosu ve hakaması14 da kırmızı olsaydı daha iyi olmaz mıydı?
Son derece soluk benizli olan Koga adında bir İngilizce öğretmeni vardı. Genelde soluk yüzlü insanlar zayıf olurlar ama bu adam şişman biriydi. Uzun zaman önce ilkokula giderken Tami Asai adında bir sınıf arkadaşım vardı. İşte Asai’nin babasının da aynı böyle bir ten rengi vardı. Babası çiftçi olduğundan Kiyo’ya “Çiftçilerin yüzü hep böyle mi olur?” diye sormuştum. Kiyo, “Ondan değil. O, sadece ham balkabağı yediği için öyle,” diye açıklamıştı. O zamandan beri ne zaman soluk benizli biri görsem kesinlikle ham balkabağı yemenin sonucu olduğunu düşünürüm. İngilizce öğretmeninin de sadece balkabağı yediğine şüphe yoktu. Şimdi bile bu konuda daha ayrıntı bir bilgim yok. Bir keresinde Kiyo’ya sormuştum fakat gülüp cevap vermemişti. Muhtemelen o da bilmiyordu.
Sonra benim gibi matematik öğretmeni olan Hotta vardı. Eizanlı15 kötü rahiplerden biri gibi görünmesine yol açan uğursuz bir yüz ifadesi vardı. İri yarıydı. Kısa saçlarıyla örtülü kafası kestaneye benziyordu. Kibarca evrakımı gösterdiğimde bakmadan, “Demek sen yeni atanan kişisin. Bir ara ziyaretime gel,” deyip “Haha!” diye güldü. “Haha!” da ne? Görgüsüzlüğünün farkında bile olmayan böyle bir herifin evine kim gider? O zamandan sonra tıraşlı kafaya “Oklukirpi” lakabını taktım. Çin klasikleri öğretmeni kendisinden bekleneceği gibi sert biriydi. “Dün mü geldin? Kesinlikle yorgun olmalısın. Hemen derslere başlayacak mısın? Çok çalışkansın,” diye durmaksızın konuşan, cana yakın, yaşlı bir adamdı. Resim hocasının görünüşünden sanatçı olduğu anlaşılıyordu. İnce ipekten bir haori16 giymişti. Yelpazesini durmadan sallarken, “Nereden geldi? Ha! Tokyo mu? Buna sevindim. Arkadaşlık ederiz. Ben de Tokyo’da doğup büyüdüm,” dedi. İçimden Tokyo’da doğup büyüyen buysa kimse Tokyo’da doğmak istemez diye geçirdim. Bunların dışındakiler hakkında da tek tek yazacağım birçok şey var fakat sonsuza kadar devam edeceğinden burada bırakıyorum.
Tanışma faslı bitince Müdür bugünlük çıkabileceğimi, ilgileneceğim sınıflar hakkında matematik zümresiyle daha sonra bir hazırlık görüşmesi yapıp yarından sonraki gün de derslere başlayacağımı söyledi. Zümre başkanının kim olduğunu sorduğumda bizim Oklukirpi olduğunu söylediler. Canım sıkıldı. Onun gibi birinin altında çalışmak hayal kırıklığıydı. Ben ayrılırken “Nerede kalıyorsun? Yamaşiroya’da mı? Hımm, bugün gelirim, konuşuruz,” deyip tebeşir alarak sınıfa doğru yöneldi. Zümre başkanının, yeni atanan birini ziyaret etmesi haysiyetsizce görünüyordu ancak kendi evine çağırmamasından etkilendim.
Okuldan çıkıp hemen hana geri dönmeyi düşündüm ancak handa yapılacak bir şey olmadığından biraz yürüyüş yapma düşüncesiyle ayaklarımın götürdüğü yere öylesine gezinmeye başladım. Valilik binasını gördüm. Eski çağlardan kalma bir yapıydı. Kışlayı gördüm. Azabu17 kışlası kadar güzel değildi. Anacaddeyi gördüm. Kagurazaka Caddesi’nin genişliğinin yarısı kadar bile değildi. Dükkânlar da iyi görünmüyordu. Böyle bir yerde yaşayıp kale kasabası diye hava atan insanların acınası olduklarını düşünürken fark etmeden kendimi Yamaşiroya’nın önünde buldum. Kasaba daha büyük görünüyordu ama küçük bir yermiş. Böylece neredeyse her şeyi gördüm sanırım. Yemek zamanı geldiğinden hana girdim. Girişte oturan han sahibi beni görünce hemen yerinden sıçradı, başı ahşap zemine değecek kadar eğilerek “Hoş geldiniz,” dedi. Ayakkabılarımı çıkarıp içeri girince hizmetçi ikinci katta boşalan bir oda olduğunu söyleyip oraya kadar bana eşlik etti. İkinci katın girişinde, yaklaşık 25 metre kare, geniş tokonoması18 olan bir odaya girdik. Hayatımda gördüğüm en güzel Japon tarzı odaydı burası. Bundan sonra da ne zaman böyle bir yerde bulunurdum bilmiyordum, bu yüzden batı tarzı kıyafetlerimi çıkarıp tek parça yukatamı19 giyerek odanın ortasında, ellerimi kollarımı uzatarak yattım. Güzel bir histi.
Öğle yemeğini yer yemez Kiyo’ya mektup yazdım. Yazmakta kötüydüm, üstelik bir de karakterleri20 bilmediğimden mektup yazmaktan nefret ediyordum. Zaten yazacak kimsem de yoktu fakat şimdi Kiyo benim için endişeleniyor olmalıydı. Gemi kazasında mı öldü acaba diye düşünmesini istemediğimden büyük bir çaba göstererek uzunca bir mektup yazdım. Mektubum şöyleydi:
“Buraya dün vardım. Sıkıcı bir yer. 25 metre kare bir Japon odasında uyuyorum. Hana beş yen bahşiş verdim. Han sahibi başını ahşap zemine kadar eğdi. Akşam uyuyamadım. Senin bambu yaprağına sarılmış tatlı pirinç jölesini, bambu yaprağıyla birlikte yediğinle ilgili bir rüya gördüm. Gelecek yaz eve döneceğim. Bugün okula gittim. Herkese lakap taktım. Müdür’e Tanuki, Müdür Yardımcısı’na Kırmızı Gömlek, İngilizce öğretmenine Ham Balkabağı, matematik öğretmenine Oklukirpi, resim öğretmenine Soytarı. Yakında daha fazla şey yazacağım. Görüşürüz.”
Mektubu yazmayı bitirdiğimde tatmin olmuş hissettim. Biraz uykum gelmeye başladığından az önceki gibi odanın ortasında ellerimi ayaklarımı uzatıp rahatça yattım. Bu sefer rüyamda hiçbir şey görmeden mışıl mışıl uyudum. Biri, “Oda burası mı?” diye bağırdığında uyandım. Oklukirpi gelmişti. “Sabahki davranışım için özür dilerim. Senin sorumluğundakiler…” diye ben uyanır uyanmaz konuşmaya başlamasına oldukça şaşırdım. Yapmam gerekenleri dinleyince öyle zor bir yanı varmış gibi görünmüyordu. Eğer bu kadar kolaysa iki gün sonra değil yarın da başlayabilirdim. Okul ve görevlerle ilgili tartışmamızı bitirdikten sonra, “Sonsuza kadar böyle bir handa kalmayı planlamıyorsun, değil mi? Senin için güzel bir pansiyon ayarladım. Oraya geç lütfen. Yabancıya vermiyordu ama ben konuşunca hemen ikna oldu. Ne kadar erken olursa o kadar iyi. Bugün bak, yarın taşınırsın. İki gün sonra okula geldiğinde güzelce yerleşmiş olursun,” dedi. Bana sormadan her şeyin kararını vermişti.
Gerçekten de 25 metre kare odada sonsuza kadar kalamazdım. Maaşım yeter miydi bilmiyordum. Beş yenlik bahşiş verdikten sonra hemen taşınmak da yazık olurdu ancak her türlü taşınmam gerekiyorsa bir an önce taşınıp yerleşmek daha iyi olurdu. Benim için bu işle ilgilenmesini istedim. Ben böyle deyince, “O halde birlikte bakalım,” dedi ve handan çıktık. Ev, şehrin biraz dışındaki bir tepenin yamacında, sessiz bir yerdeydi. Ev sahibi antika alım satımı yapan İkagin adında bir adamdı. Karısı, ev sahibinden dört yaş büyüktü. Ortaokula giderken İngilizcede “cadı” kelimesini öğrenmiştik. Cadı denince gözümün önünde canlanan kişi tam da bu kadına benziyordu. Sonuçta bu adamın karısı olduğundan cadıya benzemesi beni hiç ilgilendirmezdi. Nihayet ertesi gün taşınabilirdim. Dönüşte Oklukirpi bana bir bardak buzlu su ikram etti. Okuldayken kibirli ve küstah biri olduğunu düşünmüştüm ama benimle böyle ilgilenince gözüme o kadar da kötü biri gibi gözükmedi. Yine de ben ve o aynıydık. O da benim gibi aceleci, çabuk parlayan birine benziyordu. Sonradan duyduğuma göre öğrenciler arasında oldukça popülermiş.
Üçüncü Bölüm
Sonunda okula başlama zamanı gelmişti. İlk kez derse girip kürsüye çıktığımda kendimi biraz tuhaf hissettim. Ders anlatırken benim gibi biri öğretmen olmaya uygun mu diye düşündüm. Öğrenciler çok gürültü yapıyordu. Bazen yüksek sesle öğretmenim diye seslenirlerdi. Bana böyle seslenmelerinden rahatsız oldum. Şimdiye kadar fizik okulundayken ben de birilerine öğretmenim, öğretmenim diye sesleniyordum fakat bana böyle hitap etmeleri bambaşkaydı. Nedense bir ürperti hissettim. Korkak bir insan değildim. Çekingen biri de değildim ama maalesef sinirlerim zayıftı. Öğretmenim diye bağırdıklarını duyduğumda kendimi açken Marunuçi’de21 öğlen vaktinde atılan topun sesini duymuş gibi hissediyordum. İlk dersi bir şekilde hallettim. Beni zorlayacak sorular sormamışlardı. Öğretmenler odasına geldiğimde Oklukirpi nasıl geçtiğini sordu. Kısaca “İyiydi,” diye cevap verince rahatlamış gibi göründü.
İkinci ders için tebeşir alıp öğretmenler odasından çıkarken düşman bölgesine giriyormuş gibi hissettim. Sınıfa girerken bu seferki öğrencilerin öncekilerden daha büyük olduğunu gördüm. Tokyo’da doğup büyümüş ufak tefek, zayıf biri olduğumdan kürsüye çıksam bile etkili olamıyordum. Gerekirse kavga etmekten, hatta güreşmekten bile çekinmezdim fakat önüme sıralanmış böyle iri yarı kırk adamı, sadece kelimeleri kullanarak korkutup geri çekilmeye zorlayacak bir yeteneğim yoktu. Ancak bu taşralılara zayıf yönümü göstermeye niyetim yoktu. Mümkün olduğunca yüksek bir sesle, Tokya’da yaptığımız gibi “r” harfini yuvarlayarak ders anlatmaya başladım. İlk başlarda öğrencilerin kafası karıştı, şaşırdılar. Bunu görünce daha da muzaffer hissederek onları aşağılayan bir ses tonuyla ön sıranın ortasına geldim.
İlk sırada oturan biri aniden ayağa kalkıp “Öğretmenim,” dedi. Bunun geleceğini bildiğimden “Ne oldu?” diye sordum. Yerel şivesiyle, “Çok hızlı gidiyorsunuz, anlayamıyorum. Biraz daha yavaş anlatabilir misiniz? Geride kalıyorum,” dedi. “Aşırı hızlıysa yavaşlayabilirim ama ben Tokyoluyum. Sizin şivenizi kullanamam. Anlamıyorsanız, alışmaya çalışmak zorundasınız,” diye cevap verdim. Bu şekilde ikinci ders düşündüğümden daha iyi geçti. Tam çıkarken öğrencilerden biri, “Bu soruyu çözebilir misiniz?” diye sordu. Bu geometri sorusunu çözemeyeceğimi anlayınca soğuk terler döktüm. Başka seçeneğim olmadığından “Bir dahaki sefere bakarız,” deyip aceleyle ayrılırken öğrenciler arkamdan “Vay, vay!” diyerek alay ediyordu. İçlerinden bazılarının, “Yapamaz, yapamaz,” diyen seslerini duydum. Aptallar. Bir öğretmenin de yapamaması doğaldı. Yapamıyorsam yapamıyorum demek tuhaf bir şey mi? Bu kadarını yapabilen biri aylık 40 yene bu taşraya gelir miydi sanki?
Öğretmenler odasına geldiğimde Oklukirpi tekrar “Nasıl geçti?” diye sordu. “İyiydi,” dedim. Cevabım yeterli gelmeyince “Öğrencilerin anlayışı kıt,” diye ekledim. Oklukirpi garip bir ifadeyle baktı. Üçüncü, dördüncü ders ve öğleden sonrakiler de hemen hemen aynıydı. İlk gün dersine girdiğim sınıfların her birinde ufak da olsa hatalar yaptım. Öğretmenlik uzaktan göründüğü kadar kolay değilmiş. Derslerim bitse de eve dönemiyordum. Üçe kadar boş boş beklemek zorundaydım. Saat üç olunca, sorumluluğumdaki öğrencilerin sınıflarını temizleyip temizlemediklerini teftiş etmem gerekiyormuş. Yoklama kâğıdını kontrol ettikten sonra nihayet ayrılmakta özgürdüm. Her ne kadar maaşlı çalışan olsak da sınıflar boşalana kadar okula bağlanmamız ve masaya boş boş bakmamız mantıklı bir şey miydi? Yine de diğer çalışanların hepsi bu kurala itaat ederken benim gibi yeni gelen birinin yaygara koparması pek uygun olmayacağından sabrettim. Dönüş yolunda “Nereden bakarsan bak üçe kadar okulda kalmaya mecbur tutulmamız saçmalık,” diye Oklukirpi’ye şikâyet ederken o da “Öyle,” diyerek güldü. Sonra ciddileşip “Okul hakkında şikâyette bulunmamalısın. Şikâyette bulunacaksan sadece bana söyle. Biri seni ihbar edebilir, bu tavsiyemi dikkate alırsan iyi edersin,” dedi. Köşede ayrıldığımızdan ayrıntılar hakkında soru sormaya vaktim olmadı.
Eve döndüğümde ev sahibi gelerek “Çay hazırlayayım mı?” diye sordu. Böyle sorunca çay ikram edeceğini sanmıştım ama hiç çekinmeden benim çayımdan hazırlayıp kendi de içti. Ben evde yokken gönlünce çayımı kullanıp tek başına keyfini çıkarıyor muydu acaba? Ev sahibi, “Resim, kaligrafi ve antikaya çok düşkünüm. Bu yüzden gayri resmi olarak bu işe başladım. Siz de zevk sahibi birine benziyorsunuz. Antika almak ister misiniz?” diyerek saçma bir teklifte bulundu. İki yıl önce birinin ayak işleri için İmparatorluk Oteli’ne gittiğimde beni çilingirle karıştırmışlardı. Battaniyeye sarılıp Kamakura’daki büyük Buda heykelini ziyarete gittiğimde arabacının biri bana patron demişti. Şu âna kadar pek çok konuda yanlış değerlendirildiğim olmuştu fakat hiç kimse tutup da “Oldukça zevk sahibi birisiniz,” dememişti.
Genel olarak kıyafetlerinden kişinin durumu anlaşılır. Zevk sahibi denen kişiler başlık takar, üzerine şiir yazılan dar kâğıtlar taşırlar. Ciddiyetle bana zevk sahibi dediğine göre gerçekten uzman bir dolandırıcı olmalıydı. Ben, “Böyle tasasız emeklilerin yapacağı türden şeyleri sevmem,” deyince ev sahibi güldü. “Başlarda kimse sevmez ama bir an için bu yola girdiğinde çıkamıyorsun,” derken kendine bir çay daha koydu. Fincanı çok tuhaf tutuyordu. Esasen çay almasını ben rica etmiştim ama aldığı acı ve sert çayı beğenmedim. Bir fincan içince midem yanmaya başladı. “Bir dahakine bu kadar acı çay almayın,” dedim. “Hayhay!” dedi, ardından bir fincan daha doldurup içti. Bedava çay bulmuşken içebildiği kadar içmeye bakıyordu. Adam gidince ertesi günün dersleri için hazırlık yapıp hemen yattım.
Her gün okula gidip kurallara göre çalışıyordum, geri döndüğümde de ev sahibi “Çay hazırlayayım mı?” diyordu. Sadece bir hafta olmuştu ama okuldaki durumu genel olarak kavramış, ev sahibi karı kocanın karakterini neredeyse anlamıştım. Diğer öğretmenlerin dediğine göre işe başladıktan sonra bir haftayla bir ay arası bir süre, itibarının iyi mi kötü mü olacağı konusunda oldukça endişeli oluyormuşsun. Benim kesinlikle böyle bir duygum olmadı. Sınıfta zaman zaman hata yapıyordum. Sadece o an için kendimi kötü hissediyordum ama yarım saat geçince aklımdan çıkıyordu. İstesem bile herhangi bir konuda uzun süre endişelenebilecek bir adam değildim. Sınıftaki hatalarımdan öğrencilerin nasıl etkileneceği ve bu etkiye Müdür ile Müdür Yardımcısı’nın nasıl tepki vereceği konusunda oldukça kayıtsızdım. Önceden de dediğim gibi çelikten sinirlerim yoktu ama oldukça kararlı biriydim. Beni bu okulda istemezlerse hemen başka yere gitmek için hazırlık yapardım. Ne Tanuki’den ne de Kırmızı Gömlek’ten korkuyordum. Ayrıca sınıftaki gençleri yalakalıkla, pohpohlamayla yönetmeye hiç mi hiç niyetim yoktu.
Okulda sorun yokken pansiyonda durumlar öyle değildi. Ev sahibi sadece çay içmek için gelseydi dayanabilirdim ama gelirken farklı farklı şeyleri beraberinde getiriyordu. İlk başta yanında on tane mühür getirip dizerek “Hepsi 3 yen. Çok ucuz. Almak ister misiniz?” dedi. Seyahat eden bir ressam olmadığımdan böyle bir şeye ihtiyacım olmadığını söyledim. Başka sefer, ismi Kazan ya da ona benzer bir şey olan bir adamın çiçekler ve kuşlar çizdiği parşömeni getirdi. Tokonomaya asıp “Usta işi, değil mi?” dedi. “Hımm, öyleyse ne olmuş?” diye gönülsüzce cevap verince Kazan isimli iki kişi olduğunu anlatmaya başladı. Biri bilmem ne Kazan, diğeri bilmem ne Kazan. Bu parşömen bilmem ne Kazan’ın çalışması gibi gereksiz bir açıklamadan sonra, “Nasıl buldunuz? Size 15 yene veririm. Satın alır mısınız?” dedi. Param olmadığını öne sürerek reddettiğimde “İstediğiniz zaman verirsiniz,” diyerek epeyce ısrar etti. Param olsa da almayacağımı söyleyince uzaklaştı. Sonrakinde neredeyse onigavara22 boyutlarında büyük bir mürekkep taşıyla içeri girdi. Bu Tankei23 malıdır. Tankei malı, Tankei malı diye iki üç kez Tankei deyince yarı eğlence maksatlı, “Tankei de nedir?” diye sordum. Hemen açıklamaya başladı. “Tankei taşları üst, orta, alt tabaka olarak sıralanır. Günümüzdekileri hepsi üst tabakadır. Bu kesinlikle orta tabaka. Kendiniz bakın. Üç gözlü olanlar nadirdir. Hatsuboku24 tekniği için son derece iyi. Deneyip bakın lütfen,” diyerek büyük mürekkep taşını önüme itti. Ne kadar olduğunu sorunca, “Sahibi Çin’den getirdi. Mutlaka satmak istediğini söylediğinden fiyatı indirip 30 yen yapalım,” dedi. Bu adam kesinlikle aptaldı. Okuldaki kurallara öyle ya da böyle uyabilirdim ama bu antikacıyı çok fazla tahammül edebileceğimi sanmıyordum.
Çok geçmeden okuldan da nefret etmeye başladım. Bir akşam Omaçi denen bir yerde yürüyüş yaparken postanenin yanında “soba”25 yazan bir tabela gördüm. Altında da “Tokyo usulü” yazıyordu. Sobayı çok severim. Tokyo’dayken bile soba restoranlarının önünden geçerken baharat kokusunu duyduğumda ne olursa olsun dükkânın perdesinin altından geçmek isterdim.26 Bugüne kadar matematikti, antikaydı derken sobayı unutmuştum. Bu yüzden tabelayı görünce geçip gidemedim. Hazır gelmişken bir tabak yiyip gideyim diye düşünerek içeri girdim. Tabela iyi görünmüştü ama içerisi için aynı şeyi söyleyemem. Tokyo usulü diye belirttiklerinden en azından biraz daha temiz olur diye düşünmüştüm. Tokyo’nun nasıl olduğunu mu bilmiyorlardı yoksa paraları mı yoktu? İçerisi son derece pisti. Zeminin rengi solmuş, üstünü kumlar kaplamıştı. Duvar kurumdan simsiyahtı. Lambanın isi yüzünden tavanı kurum kaplamıştı. Bu tavan öyle alçaktı ki istemsizce başımı eğdim. Sadece gösterişli şekilde yemekleri yazıp duvara yapıştırdıkları fiyat listesi yeniydi. Muhtemelen eski bir ev satın alıp iki üç gün önce dükkânı açmışlardı. Fiyat listesinde ilk sırada tempura27 vardı. Yüksek sesle, “Hey! Bana tempura getirin,” diye bağırdım. Bunun üzerine, bir köşede yemeklerini höpürdeten üç kişilik grup dönüp benim tarafıma baktı. Oda karanlık olduğundan bir an için fark edememiştim ama birbirimize bakınca hepsinin öğrencim olduğunu gördüm. Karşı taraf selam verdikten sonra ben de selam verdim. Soba yemeyeli uzun zaman olmuştu. Tadı da güzel olduğundan dört tabak tempurayı silip süpürdüm.
Ertesi sabah sakince sınıfa girdiğimde karatahtayı dolduracak kadar büyük harflerle “Tempura Öğretmen” yazıldığını gördüm. Yüzüme bakıp kahkahalarla gülmeye başladılar. Saçma geldiğinden “Tempura yemek komik mi?” diye sordum. Bunun üzerine öğrencilerden biri, “Dört kâse çok fazla ama,” dedi. “Dört kâse de yerim beş kâse de. Kendi paramla yiyorum. İtirazı olan var mı?” diyerek hızlı bir şekilde dersi bitirip öğretmenler odasına döndüm. On dakika geçtikten sonra sıradaki sınıfa girdim. Karatahtada “Dört kâse tempura. Ama gülmek yasak!” yazıyordu. Az öncekinde kızmamıştım fakat bu seferkinde tepem attı. Şaka değil, düpedüz saygısızlıktı bu yaptıkları. Pirinç kekini fazla pişirip kapkara yaparsan kimse seni övmez. Bu taşralılar nezaket bilmedikleri için, ne kadar ileri giderlerse gitsinler önemi olmadığını düşünüyorlardı galiba. Muhtemelen bir saatte yürüyerek gezilecek kadar küçük bir şehirde yaşayıp bir de üstüne heyecan verici bir şey olmayınca tempura meselesi Rus-Japon Savaşı gibi heyecan yaratmıştı. Zavallılar. Çocukluklarından beri böyle büyütüldükleri için vaktinden önce olgunlaşıp saksıdaki akçaağaç gibi dar görüşlü yetişecekler.28 İyi niyetli bir şaka olsaydı birlikte gülerdik ama bu başka bir şeydi. Ortada kötü niyet vardı. Hiçbir şey söylemeden tahtayı silerken “Böyle yaramazlıklar yapmak eğlenceli mi? Korkakça bir şaka. Sizler korkaklığın anlamını biliyor musunuz?” diye sordum. Biri, “Kendine gülündüğünde sinirlenmek de korkaklık değil midir?” diye cevap verdi. Küstah! Tokyo’dan buraya bunlara bir şeyler öğretmeye gelme zahmetine katlandığımı düşününce üzülüyorum. “Çok boş konuşmayın da ders çalışın,” diyerek derse başladım. Sonraki sınıfa girdiğimde bu sefer “Tempura yemek, boş konuşmak istemenize neden olur,” yazıyordu. İşler kontrolden çıkmıştı. O kadar sinirlendim ki bu şımarık veletlere hiçbir şey öğretemem diyerek aceleyle geri döndüm. Öğrenciler ders boş diye çok sevinmişler. İşler bu hale gelince okuldansa antikacıyı tercih eder olmuştum.