bannerbanner
Valeria Bunu Anlayamaz
Valeria Bunu Anlayamaz

Полная версия

Valeria Bunu Anlayamaz

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Aylarca evden binlerce kilometre uzakta yaşama fikrinden başlangıçta çok korkmuştum. Hayal ettiğim kadar kötü olmadı. İlk zamanlar çalışmamak, çocuk bakmamak, akşamları bir evle uğraşmamak hoşuma bile gidiyordu. Sonra yalnızlık duygusu çöktü. Yavaş yavaş değil, bir gün birdenbire.

Saat farkına geldiğimizden beri bir türlü uyum sağlayamıyorum. Bitmeyen jet lag gibi… Sistemin verdiği zorunlu mola, o meşhur gebelik uykusu bile çökmedi hiçbir akşam.

Kıbrıs’a sıkça gidip geldiğim dönemde embriyolog, “Tabiatın cömert davrandığı kadınlardan birisin,” demişti. “Kıymetini bilmelisin.” Tabiat doğrudan para gönderse asıl cömertlik bu olurdu, zahmetsizce… Yine de yakınmak istemem, sadece geride bıraktığım şehirde bile yerimde olmak isteyen yüzlerce kadın var.

Doğrudan taşıyıcılıkla başlayan az. Önce yumurtalarını satıyor herkes. Ben de öyle yaptım. İlk operasyonu herkesten gizlemiştim. Yevgeniy’in bile haberi yoktu. Birdenbire elime geçen bin avroyu açıklama güçlüğü olmasaydı bunu daha da sürdürürdüm. Anlatmam gerektiğini düşündüm ya da paylaşma ihtiyacından. Duygusal olarak etkilenip etkilenmediğimi sordu. Bu Yevgeniy için oldukça ileri bir aşama. “Hayır,” derken gözümden düşen birkaç damlaya engel olamadım. Sanırım daha çok aşağılanma hissiyle ilgili. Klinikle tanışmama vesile olan Olga dünyanın her yerine kök salma fikrinden hoşlandığını söylemişti. İlk seferde benimle aynı gün yumurtası alınan Gürcü, çok genç bir kadınsa bunu düpedüz fahişeliğe benzetti, kendimizden bir parçayı satıyoruz ve bunu sadece zenginler alabilir.

Tanrı gibi patron da erkek. Daima. Bir kadının yumurtası başka bir kadının rahminde büyüyüp bir adam mutlu olsun diye üçüncü bir kadın tarafından büyütülecek. Karısına çocuğu isteyip istemediğini sormamıştır bile. Bu kısım biraz acıklı.

Bunların hepsi herhangi bir anda insanın zihnine girip çıkabilir. Asıl sorun, ilk bakışta hesaba katılması kimsenin aklına gelmeyecek şeyler. Zaman burada benim için hâlâ hiçbir şey ifade etmiyor. Karıştırdığım sadece gün ve gece de değil. İnsan alıştığı toprağın dönüşümüne tanıklık edemediğinde mevsim geçişlerini bir türlü bütünüyle duyamıyor. Bir yere alışmak için önce kokusuna alışmak gerek. Elbette unutmak için de. Unutmak istemiyorum. Valeria’nın lavanta kokan saçlarını, Yevgeniy’in terini, yatak odamın rutubetini bile.

Yevgeniy’den Valeria’yı bahçede videoya çekip göndermesini istedim. Ayrıntı vermeden. Bu duyguyu anlayabilecek derinlikte biri değil. Ağaçlarımı özlediğim kadar, sonbaharın geldiğine ikna olmaya da kendimden beklemediğim bir taşkınlıkla ihtiyaç duyuyorum.

Merdan bütün donukluğuna rağmen konforum için elinden gelenin en iyisini yapıyor. Öbür kadınlar pizzaya makarnaya talim ediyor, bense özel menülerle hazırlanmış sofralardan önüme konanların bir kısmına çoğunlukla dokunmadan kalkıyorum. Sadece bu iş için görevli, öğlenleri eve yemek taşıyan birisi var. Geçen cumartesi sırf Merdan’ı sınamak için canım hiç de çekmediği halde gece yarısı incir istedim. Ertesi gün öğlene kalmadan ne yapıp edip buldu. İşin aslı, Valeria’ya hamileliğimde Yevgeniy’den onun yaptıklarının çeyreğini bile görmedim. Bunu sırf görev icabı yaptığını da düşünmüyorum. Önceki gün parkta uzun süre onu izledim. Bütün çocuklar ve bütün köpekler ona gidiyordu. Çocuklar yanılabilir ama dünyanın her yerinde sokak köpeklerinin sezgisine güvenebilirsin.

Buraya geldiğimizden beri, hatta daha öncesinden, uçaktaki davranışlarından insanlık için önemli bir icadı karnımdan çıkaracakmışım gibi hissediyorum. On üçüncü haftayı doldurmak üzereyken kanama geçirdiğimde telaştan neredeyse ölecekti.

Patronunun ona güveni, standart getir-götür işçisininkine kıyasla, aralarında başka bir bağın varlığını düşündürecek kadar yüksek, kaygılanmasını gerektiren bir durum olduğunu sanmıyorum. Burada başıma ne gelirse gelsin, hatta bebekle birlikte ölsem bile kimse bunun onun ihmaliyle yaşanan bir felaket olduğunu aklına getirmez. Getirse de bunu önemsemez. Benim içinse herhangi bir terslik en az bir operasyon daha geçirecek olmam ve ekmek kapımın artık sonsuza kadar kapanması demek. Bir kadın bunu kaç yaşına kadar yapabilir ki. Otuz iki yaşımı doldurmak üzereyim, daha en az iki doğumluk borcumuz var. Harkov’da bunun için kaba hesapla altmış iki yaşına kadar es vermeden çalışmam gerekir.

Olga doğum yaklaştıkça durumun iyiden iyiye sıkıcı hale geleceğinden söz etmişti. Yine de bu kadarını beklemiyordum. Merdan sadece telefonda konuşurken ve uyumaya gittiğimde başımdan ayrılıyor. Bazen şefkatle bakıyor karnıma. Nadiren gözleri yukarıya doğru da tırmanıyor. Göz göze geliyoruz. Anlık. Süresi uzadığında ürperiyorum. Hakkında hâlâ hiçbir şey bilmiyorum. Kim olduğuna, neden iş dışında kimseyle konuşmadığına, tiksiniyorsa niçin bu işlerin bir parçası olduğuna, insanlarla arasına ördüğü çitin üstünden çocukların ve köpeklerin nasıl olup da kolaylıkla atlayabildiğine dair hiçbir şey bilmiyorum. Son kontrolde doktor bebeğin biraz erken gelebileceğini söyleyince yaptığı sevinç gösterisi benimle birlikte doktoru da afallattı. Görünen o ki, o da benim kadar sıkılmış.

Kontrole gittiğimiz günden beri heyecanını dizginlemekte zorlanıyor. Tek sorduğu, bir isteğim olup olmadığı. Cevabım hep aynı. “Hayır, teşekkürler.” Geceleri bazen gürültüsüne uyanıyorum. Gündüzün sıradan tıkırtıları geceleyin insanın kafasında davul çalıyor. Mutfaktan gelen tabak çanak sesleri yarı uyku halinde kamp kurmuş dev adamlara, birbiri ardına açılıp kapanan kapıların gıcırtısı gerilim filmlerinde katilin göründüğü ânın çığlığına dönüşüyor. Bazen sıçrayarak uyanıyorum.

Boğazımda dünden beri devam eden bir hassasiyet olduğunu söyledim. Ballı süt hazırladı bana. Akşam yediden sonra genelde her şeyi kendim yapıyorum.

Televizyona bakıyoruz, ikimizin de anlamasının mümkün olmadığı bir tartışma programı var.

“Her şey yolunda giderse aile bebeği hemen alır mı,” diye sordum. Duymazdan geldi. Doktorun söylediği gibi biraz erken gelirse eylül bitmeden eve dönebilmem küçük de olsa bir ihtimal. Bunu hayatta her şeyden çok istiyorum. Bu aşırılık beni korkutuyor, bebeği doğmaya zorladığım hissine kapılıyorum. Gözünü televizyondan ayırdığı anda tekrar soruyorum.

Yüzüme bakmadan cevap veriyor. “Bebeği onlar almayacak.”

Bu durumda biz götüreceğiz. Birbirimizi yanlış anlamış olabileceğimizi düşünüyorum. Bunca zahmete vatandaşlık için girildiğine göre işlemleri de burada yaptırmalılar. Sanırım adam gerçekten mafya ve çocuğu da başkasının nüfusuna kaydedecekler. Patronumun kim olduğunu bilmiyorum ve bunu asla öğrenemeyeceğim.

“Peki ben ne zaman eve döneceğim?”

“Yarın buradan ayrılıyoruz.”

Bir terslik çıkmış olmalı ya da birinden gizleniyoruz. “Bunu niye yapıyoruz?”

“Plan değişti.”

Değişen hangi plan, neden bir anda kaçar gibi yer değiştiriyoruz anlamıyorum. Sükûneti alışılmışın ötesinde.

“Aile mi böyle istedi, kliniğin aldığı bir önlem mi?” Güvenlik amaçlı olabileceği dışında bir ihtimal aklıma gelmiyor.

“Aile yok artık,” diyor.

Vazgeçmiş olamazlar. Bunun için bir servet ödendiğini biliyorum; benim aldığım, kliniğe ödenenin yanında devede kulak, Olga aralarında konuşurlarken duymuş, doksan bin avro, hatta belki o sıradan bir zengine aitti. Doğal yoldan bir çocukları olabilir mi, bazen böyle mucizeler olur ya da ayrıldılar…

“Vaz mı geçtiler?”

“Öyle bir şey değil.”

Soru sormamdan hoşlanmıyor.

Bir süre karşılıklı susuyoruz. Dayanamıyorum.

“Hayatım tehlikede mi, bari onu söyle.”

“Otur,” diyor, “sana bir şey anlatmalıyım.”

Kontrolünü kaybetmemek için çaba harcadığı kolaylıkla sezilse de ellerinin teri ışıkta parlıyor. İçerisi soğuk bile sayılır. Bir tehlike varsa bu onun için de geçerli olmalı. Tane tane anlatmaya başlıyor. Aramızdaki ortak dilin kifayetsizliğinin ötesinde basit kelimelerle ve olabildiğince ağır… O konuştukça daha çok üşüyorum. “Kaloriferi aç,” diye bağırıyorum, “burası çok soğuk.” Dişlerim zangırdamaya başlıyor birden, elimle alnımı yokluyorum. Kalkıp kollarımdan tutarak sakinleştirmeye çalışıyor beni.

“Dokunma bana.”

Çekiliyor. Televizyonun karşısındaki koltuğa dönüyor yine.

Deli gibi telefonumu arıyorum salonda. Hızlanmaya çalıştıkça iyice ağırlaşan karnımı taşımakta daha da zorlanıyorum. Ayaklarım şiş. Zeminde adım attıkça, sanki taban ayağımın üstüne biniyormuş gibi tarak kemiklerim sızlıyor.

Acilen kliniğe ulaşmalıyım. Telefonumu hâlâ bulamıyorum.

Bunu nasıl yapabildiğini aklım almıyor. Laboratuvarda adamın spermini kendininkiyle nasıl değiştirebildiğini.

“Bu yaptığın suç,” diye bağırıyorum. Biliyor, göze almış.

Dermansızca çöküyorum koltuğa.

O ise sıradan bir haber vermiş gibi. Sakin görünmeye çalışıyor. Sırrının yükünü boşalttığına memnun bile olabilir, rahatlamış duruyor.

“Benden ne istedin ruh hastası,” diye haykırıyorum. Aylar sonra, kendi dilimde. Tek kelimesini bilmese de anladığına eminim.

“İlk gün aklıma koymuştum,” diyor. “Sarışın bir kızım olacaktı. Valeria gibi tatlı, şirin bir kız.”

Bu delilik. Tatlı bir kızı olsun diye kimse kimseye bunu yapamaz. Kiralık bir bedende bile yapamaz. Orospu bile olsam yapamaz. Kimsenin buna hakkı yok.

Kafamı toplamaya çalışıyorum. Aile kendisinden olmayan bir çocuğun peşine düşmez. Klinik bir çözüm bulabilir. Bulmalı. Beş parasız dönemem.

“Bunu saklayamazsın,” diyorum. “Seni hastanede ele veririm.”

“Onları bir daha görmeyeceğiz.”

Korkmuyor hiç. Her şeyi ayarlamış.

“Beni bekleyen küçücük bir çocuğum var,” diyorum ağlayarak.

“Endişe etme. Birkaç ay sonra onu da alacağız,” dediğinde anlıyorum embriyonun ikimize ait olduğunu. Önceki gelişimde geçirdiğim operasyon sonrası etrafımdan neden bir an bile ayrılmadığını şimdi anlıyorum.

“Vizem üç ay sonra dolacak, sınır dışı edecekler.”

“Doğumdan hemen sonra bir Amerikalıyla evleneceksin,” diyor.

“Bu mümkün değil.”

“Korkmana gerek yok, anlaşmalı evlilik.”

“Ben zaten evliyim,” diye bağırıyorum.

İnanmıyor önce. O evden gittikten sonra her cumartesi konuştuğum Yevgeniy’in kardeşim değil, kocam olduğunu söylüyorum. Bakışları değişiyor. Yüzü bütünüyle donuk.

Korkuyorum ondan.

“Yalan söyledin,” diyor, “bana yalan söyledin.”

Üzerime doğru yürüyor. Doğrulmaya çalışıyorum. Valeria’yı düşünüyorum, bunu anlayabilir mi?

Evden kilometrelerce ötede, karnımda başkasına ait, benim olan bir bebekle, henüz yarısını alabildiğim on iki bin avro için ölmek kaderim olabilir mi?

Düşünüyorum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Zamanım yok.

“Bebek geliyor,” diyorum bir anda. Son şansım, ellerim kasıklarımda. Tepki vermiyor. “Söz veriyorum, seni asla ele vermeyeceğim.”

Düşünüyor. Karnıma kapanarak ağlıyorum. Valeria’nın doğumunu düşünüyorum. Doğum sancısı unutulur mu? Hatırlamıyorum.

Kaç dakika geçtiğini bilmiyorum, on ya da yirmi. Ömrümün en uzun bekleyişi.

Umudumu kaybetmek üzereyken çözülüyor yüzü. “Hazırlan,” diyor, “yeni hastane biraz uzak.”

Unuttuğum Bir Şey Var

Gene gecikti Arife. Onun yüzünden her defasında ben de gecikiyorum. Usandım. Kararlıyım, bugün kesin konuşacağım. “Ya vaktinde gel ya da artık gelme.” Anahtarlar elimde, çıkmaya hazır, volta atıyorum koridorda. Kapı zili nihayet çaldı, saat neredeyse on. Otomatiğe basıp kollarım kenetli, kapının gerisinde dikildim. Beklerken gözüm aynaya takıldı. Omuzuma dolayıp unuttuğum kravat iki yandan serseri işi sarkıyor, alelacele bağladım. Üçgen top boynuma dayandığında suretim hayal ettiğim kadar ciddi, kendimi öyle biraz tuhaf bile buluyorum.

Aralık kapıdan süzülen, öksesi aşınmış ayakkabılarının zemine değdiğinde çıkardığı gıcırtıyı nerede olsa tanırım. Yaklaşırken adımları sanki inadına aheste. Sonunda kapıda göründü. Yarım ağız “günaydın”la kırk kere uyardığım halde ayakkabılarını gene eşiğin gerisinde çıkardı. Parmak ucunda yükselerek çantasını portmantonun en üst askısına astı, fakir kalırmış yoksa. Evi dolaşmaya başladı. Gezinirken insanı tedirgin edecek kadar sessiz. Neyi nasıl bıraktıysa hepsini son yerinde yoklayarak tek tek kontrol ediyor. Yüzündeki ifade kekremsi bir şey yemiş gibi hoşnutsuz.

“Sarı bezler nerede?”

“Yüklükte galiba.”

“Oraya mı konur?”

Yüzüme bakmıyor. Malzemeleri aranırken peşinde dolanıyorum. Cam bezinin tuvaletten çıkması iyi olmadı. Banyoya daldı, bezler elinde. Çamaşır makinesinin arkasındaki daracık boşluğa tombul poposunu iki yanından eze eze sığdırıyor. Şaşkınlıkla izliyorum onu, vücudu sanki kemiksiz. Çömelince gözden kaybolduğu bölmeden elinde tahta bir sopayla çıktı. Doğrulduğunda göz gözeyiz. Sopayı ayağının önüne baston gibi dayadı, bir eli üzerinde. Donuk bakışlarından korkuyorum.

“Sen buraya birini getirmişsin ben yokken.”

İhanet etmiş gibi hissediyorum kendimi, bütün planım bozuluyor.

“Pislik içindeydi ortalık, iki aydır yoksun, ya ne yapsaydım?”

“Köye de mi gitmeyelim?”

Cevap vermedim. Söylenerek koltuğa çıktı. Önce salonun caddeye bakan tarafının perdesini sökmeye davrandı. Rustiğin bir halkası hışmına kurban gidiyor. Öbür cama boyu yetişmeyince gidip merdiveni getirdi balkondan. Köşedeki peygamber kılıcının açtığını perdeleri sepete atarken fark ediyor. “Güneşi görünce böyle, bizde çiçek bile büyümüyor.”

Saksıyı kenarından tutup yavaşça çekerek balkona doğru taşıdı. Mermer zeminde çıplak ayak dolanırken birden gidip terlik geçirdi ayağına. Tüller sökülünce pencereden içeriye ok gibi sızan ışık huzmesinin yerdeki ayakkabı izlerini ele verdiğini o anda fark ediyorum. Konuşulacak gün değil.

“Çok geç kaldım,” dedim, “çıkıyorum ben.”

Hiç oralı değil. Camlara giriştiğinde gözü hiçbir şey görmüyor. Bilmesem işini sevdiğini düşünürüm, öyle gayretli.

Patronun Moskova’dan siparişi ayakkabılarımı giydikten sonra aklıma düştü. Bazen pezevengin sırf onları almam için beni zırt pırt o uyduruk toplantılara gönderdiğini düşünüyorum. Elim dolaba gidip geliyor. Hava çok sıcak, vazgeçiyorum. Hem nasıl olsa yok bugün, yarın götürürüm.

Evde birinin ya da Arife’nin varlığı sürekli unuttuğum bir şey var hissini veriyor. Her zaman. Giderayak parmak ucunda tekrar turluyorum salonu. Gözüm gene ona takılıyor. Pencere pervazına sadece ayağıyla nasıl tutunabilir insan, aklım almıyor. Bir de ayakkabıyla içeri girmeme söylenmeden kurtulmak istiyorum ondan.

Apartmanın kapısından çıktığım anda derin bir nefes alıp bıraktım. Mahalledeki bitmek bilmeyen o balkonsuz evlerin inşaat tozuna rağmen sokak oksijen tüpü gibi. Arabaya binene kadar. Anacaddeye bağlanan yolların üçünde de iki kış dayanmayacak geleneksel haziran asfaltlaması var. Üstüne diktikleri tipsiz inşaatlar yetmiyormuş gibi bir de yerin ziftini çekiyoruz. Yamalı Fikirtepe’den çıkılabilecek tek sokağa güçlükle ulaşıyorum. Köşede girilmez tabelası. Gözün gördüğü mesafede girilebilir sokak yok. Gözümü karartıp daldım. Karşı yönden gelenlerin fırsatçı küstahlığıyla bir anda sirene dönüyor korna sesleri. Sürekli hareket halindeki kepçenin yolun sonunda bıraktığı anlık boşluğu yakalamam mucize gibi. Sonrasında neredeyse bütün trafik lambalarında durup İstanbul’u uzun uzun selamlıyorum. Ofisin otoparkından içeri girdiğimde başım zonkluyor. Yolda geçen süre mesaiye sayılmalı.

Daha yerime oturamadan telefonum çaldı. Öyle kolay değil kurtulmak.

“Hayırdır Arife?”

“Para bırakmadın gene.”

“Gece döndüm seyahatten, kafam bir dünya, yol yorgunu unutmuşum.”

Hata yapmamı fırsat bilip parke cilasından çamaşır suyuna kadar bir dolu eksik gedik sayıyor.

“İdare et bugün,” diyorum, eksik dediği de bütün deterjanların yedeği. “Gündeliği dert etme, sen çıkmadan yetişirim.”

Ofiste işler birikmiş. Bekleyen onlarca laf olsun mesajına kopyala-yapıştır cevapları yazıyorum teker teker. Bütün gün yaptığım tek somut iş, fuara gidecek malların nakliye organizasyonu. Yorulmama yetiyor. Haberlere bakıyorum arada. Gençlik yaş sınırı altmış altıya gelmiş. Bok! Yüz yaşında bir İsveçli sallamıştır kesin. Değil çekirdek ailede, sülalede altmış beşi gören yok bizde. Kendimi 2056 yılında hayal edemiyorum.

Haberler sabah boğuntusundan hallice değil. Durdukça fenalık geliyor. Tedarikçiden araç plakasını bildiren e-posta ekranıma düştüğünde haber vermek için müdürü aradım. Patronun yokluğunu fırsat bilip erken çıkmış gene. Günün tek iyi gelişmesi. Hızlıca toparlanıp mesainin bitmesini beklemeden kaçıyorum ben de.

Saat daha beşe on var ama yan yol şimdiden kilit. Dönüş yolu çözemediğim bir nedenle her zaman gidişten daha uzun sürüyor.

Eve vardığımda kapıyı çaldım. Açmıyor. Anahtarı çıkardım. Kilidi çevirip kapıyı araladığım anda ağır bir tütün kokusu geldi içeriden, midem ağzıma geldi. Salona girdiğimde kirli suyu içinde kova, koltuğa dayanıp bırakılmış fırça gözüme çarptı önce. Yıkanmış perdeler çamaşır sepetine öylece yığılmış. Akşam güneşi cama vuruyor. Koltuk minderlerinin kılıfları sökülünce pütürlü yumrularından fırlayan kaz tüyleri her yerde. Saksının kenarlığından süzülen çamurlu ıslaklıktan parkenin yüzeyine yayılan kararsız terlik izleri Arife’ye kadar uzanıyor.

Yerde. Ortadaki koca sehpayı göbeğine kadar çekmiş, sırtı üçlü koltuğa yaslı. Karşısında televizyon açık, bir kayıp programının tekrarı veriliyor. Sehpanın üstüne serdiği gazete sayfasında Fatih Terim’in yenilgi sonrası suratı ekmek kırıntılarının arasında güçlükle seçiliyor. Kızartılmış birkaç dilim tost ekmeğinin yanında, yüz gramına on beş gün çalıştığım, patronun siparişi Beluga havyarını görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Sehpanın öbür ucundan küçük ayakları görünüyor. Önünde dikildim.

“Ne yaptın sen?”

Neyi sorduğumu anlamıyor. Yorgun bakışları sabahtan akşama kadar daha da yaşlanmış.

“Benim ortanca aradı, hastalanmış, okuldan eve dönmüş öğlen.”

“Önemli bir şeyi yok inşallah,” dedim çekinerek, sanki kötü hastalık haberi almış gibi hali.

“Midesini bozmuş.”

“Ne var canım, buna mı üzüldün?”

“Yok, benim asalak herifi Zeliha’yla basmış.”

“Zeliha kim?”

“Bitişik apartmanın kapıcısının karısı.”

“Boş ver,” çıktı ağzımdan.

“Boş verdim,” dedi. “Zaten biliyordum, artık herkes biliyor.”

Bakıyorum yerde yarılanmış şişe. Patronun votka…

“Bunu mu içtin sen?”

Dili dolanarak, “Evet,” dedi, “başlangıçta acı geldi ama gazoz koydum sonra.”

“Afiyet olsun.”

“Ezme de iyiymiş, tuzlu tuzlu.”

Gerçekten boş vermiş gibi konuşuyor. Altıma bir minder çekip ben de çöktüm yere. “Sana da kızartayım,” diyerek doğruldu. Bir de o halde bana hizmet etsin istemedim. “Ben alırım.”

Salona döndüğümde yarı dolu bardağı kafasına dikerken buldum onu. Yutamayınca votkanın bir kısmını dışarıya püskürttü. Peçete uzattım. “Sağ ol,” dedi, mahcup.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2