bannerbanner
Aslında Her Şey Yolunda
Aslında Her Şey Yolunda

Полная версия

Aslında Her Şey Yolunda

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Babasının elinden kurtulmuş koşarak gelen çocuğu gördü önce. Sandalye kapmaca oynarmış gibi ilk gördüğü boş sandalyeye oturdu, yanına. Babası Aslı’ya gülümsedi. Tişörtleri ütüsüz, çocuğun üstünde sabahki çilek reçelinden bir pembelik. Babası çocuğun elinden tuttu, arkasındaki masaya geçtiler. Adamla Aslı sırt sırta vermiş oturuyor şimdi.

Çocuk ızgara balığın yanındaki patates kızartmasını yiyor önce. Babası bir cerrah titizliğiyle kılçıkları ayıklıyor, balık parçalarını yediriyor. “Sadece patates kızartmasıyla karnını doyuramazsın. Bak balığını bitir, söz ben sana patates kızartması getireceğim.”

“İşinize karışmak istemem ama,” dedi Aslı, “yakışıklı balığını bitirsin benim patatesimi de ona vereyim. Dokunmadım bile. Olur mu yakışıklı?”

Çocuk Aslı’nın işaret ettiği tabağa baktı. “Bunun kenayına petçap da sıkayız. Diğ mi babaa?” Adam, “Servise geç kaldık galiba, başka kızartma da kalmamış. Çok teşekkür ederiz,” deyip tabağı aldı.

Aslı’nın gözleri çocukta. Neşeyle bahçede koşturuyor, arada babasının yanına gelip gördüğü böcekleri anlatıyor. “Biy, iki, uç tane şaydım baba.” Çocuk her geldiğinde babası bir parça ekmek, bir lokma balık veriyor.

Yemekten sonra Aslı sandalyesini duvara dayadı. Adamın elleri çocuğun ıslak saçları arasında dolaşıyor. Babasının ona dalmayı öğrettiğini hayal etti. Kafasını iyice içine çekmesini, sonra derin bir nefes alıp tutmasını, ya da bu sırayla değil tersini. Oğlu suda ilerleyebilsin diye onu poposundan itiyor. Çocuk birkaç saniye sonra suyun yüzeyine çıktığında oraya kadar yüzdüğü için mutlu.

Aslı çocuğa göz kırptı. Çocuk gözlerini ondan kaçırmadı. Diliyle ağzının kenarındaki ketçabı yalıyordu. Göz kırpmaya çalışırken fark etti, kıvrık kirpikleri babasınınkiyle aynı.

“Sizi rahatsız etmedik umarım.”

“Aksine, sizi izlemek çok keyifli,” dedi Aslı.

“Annemiz uzun bir seyahate çıktı, biz de erkek erkeğe tatil yapalım dedik, değil mi oğlum?” Havadan sudan, otelden birkaç laf daha.

İkisi de ev şarabı sipariş etmiş yavaş yavaş içiyorlar, üzümün keskin tadını iyice hissederek. Çocuk Aslı’ya bugün havuzda neler yaptığını, yarın neler yapacağını anlattı. Elinden tutup onu böcekleri gördüğü yere götürdü. Adamla Aslı arasındaki yabancılığın gerilimi çocuğun varlığıyla buharlaştı.

Garsonun yanlarına gelmesiyle fark ettiler, masalar boşalmış, bahçede yalnız onlar var. “Başka bir arzunuz yoksa servisimiz kapanıyor.”

Babası çocuğun sağa sola saçılmış oyuncaklarını toplarken Aslı ayağa kalktı, bacakları titriyor, ağzı kupkuru. Cesareti şaraptan, ortadaki dört kişilik masayı işaret etti. “Çaylarımızı şu masada içelim mi? Sanırım buraya sığamayacağız.”

Bambaşka Bir Şey

Sonbaharın en uzun sürdüğü şehirde yaşamıyor, sürekli aynı kıyafetleri giymiyor gibi salon penceremi boydan boya kaplayan kitap kulesinin arasından dışarıya, havanın nasıl olduğuna baktım. Genç bir çift kaldırımdaki dev ağacı geçer geçmez tekrar birleştireceği ellerini birkaç saniyeliğine ayırdı. Gözümü kaçırdım.

Yaz demek terlemek, bacakları kolumla aynı inceliğe sahip kısa şortlu kızlar, asla giyemeyeceğim çiçekli bikinilerin sergilendiği mağaza vitrinleri, berelerin ve atkıların arkasına gizlenememek, daha çok evde kalmak demek. Neyse ki yaza daha çok var, dışarı çıkabilirim.

Sanki Yaradan iri ayasıyla burnumdan bastırmış, aynı kuvvet kulaklarımdan çıkmaya çalışırken orayı şişirmişti. Basık burnumla kepçe kulaklarımı görmezden gelen olursa diye, adeta bir uzvum haline gelmiş, yüzümün her yanına düzensiz biçimde dağılan sivilceleri de esirgememişti.

Antredeki sandalyeye oturdum, kerataya uzandım, ayakkabılarımı giydim. İş hanının asansörüne giden beş basamaklı merdiveni, bir ayağım üst öbürü alt basamakta, bastığım yere dikkatle bakarak yan yan indim. Asansöre ulaştım. Şimdiden nefes nefeseyim. Arkam girişe dönük kabinin köşesine geçtim, kapüşonumu örttüm.

Ha bire sağa sola meyleden ama bir türlü devrilmeyen son labut gibi sallana sallana binadan çıktım. İş hanının giriş katındaki tostçunun tabelası gözüme çarptı. “Tuncay Vitamin Bar”. Her zamanki gibi inanılmaz kalabalık. Başka insanların da acıkması hoşuma gitti. Eşofmanımın cebini yokladım. Gelen şıngırtılar kavurmalı kaşarlıya yetmedi. Gözlerim kaldırım taşlarının arasına sıkışmış çakıl taşına kilitlenmişken kasadaki adama parayı uzattım. Yüzüme bakmadan tost makinesinin başına geçti. Tezgâhın altından dört ekmek çıkardı, makinede hızla tepelerine bastı, bıçağa saplı margarini üstlerinde cızırdattı, benim tostumu verdi.

Kafamı yerden kaldırmadan yürürken iki şişman ayak yolumu kesti. Kaldırıma ikimiz birden sığamadık, kenara çekildim. Yüzümü gören hamile kadın yere üç kere tükürdükten sonra hafazanallah deyip uzaklaştı.

Kendimi en iyi hissettiğim yer evimle arasında üç dört sokak olan Adilhan Çarşısı. Öztürk’ün yanına gider otururum. Konuşmayız pek. Çay içeriz. Bana yeni gelen kitapları gösterir. Onları tasnif eder, tozlarını alırım. Bende olmayan bir kitap çıkarsa günlük yevmiyem karşılığında bana verir, evime dönerim. Benim evim de sığınağım da kitaplardır. Onlarla nefes alır, onlarla hayata tutunurum. Şişman, çirkin, içekapanık bir kadının gerçek hayatta fazla şansı olmadığına inanırım.

İnce bir poşetin içinde iki fasikül halinde yayımlanmış o kitabı bulduğumda Öztürk’e sordum. “Tanıyor musun bu yazarı? Adını ilk defa duydum.” Gözlüklerinin üstünden bakıp kafasını sağa sola salladı.

Kozmik Aşk ve Varoluşsal Denklemler kitabının adından sonra ilgimi çeken özelliği elyazısıyla yazılmış olmasıydı. Belli ki yazarı kitabını fotokopicide çoğalttırmış, Karanfil Sokak’ta yoldan geçenlere üç beş tane satmıştı. Belki birinin kitabını çok beğeneceğini, keşfedilen yazar olacağını, paraya para demeyeceğini düşünmüştü.

Kitabı alıp evime döndüm. Market poşetinden cipsleri ve biraları çıkardım. Süngeri iyice incelmiş, kolçakları saçlarım gibi tel tel dağılmış koltuğuma geçtim. Okumaya başladım.

Metnin beni bir anda içine çektiğini söyleyemem. Yazarın edebi kabiliyeti olmadığı belliydi. Karakter tek boyutluydu, tasvirler klişeydi. Olay örgüsünün yanı sıra yazarın da kafası dağınıktı. Kahraman bir sayfada Ankara Üniversitesi Fizik Bölümü’nde görevli bir öğretim üyesi, başka bir sayfada Anadolu Ateşi’nin başdansçısı oluyordu.

“Aşk hem lineer değildir hem de çoğu kez aynı boyutta yaşanmaz.” Büyük büyük laflar ediyor, ahkâm kesiyordu yazar. Üstelik söylediklerinden bir şey anlamıyordum. Bu kısım hariç: “Peki ya iki ayrı boyuttan iki insan birbirine âşık olursa ne olur?”

Kahraman “oldukça uzun boyu, alnını kapayan dalgalı kumral saçları, kalın kaşlarının altındaki güldükçe küçülen mavi gözleriyle bir bakanın dönüp tekrar baktığı” bir adamdı. Al Pacino’nun karizmasına, George Clooney’nin erkeksi yüz hatlarına sahip olduğunu yazmayı da ihmal etmemişti yazar.

Ben Tanrı’nın boş zamanına denk gelmiştim. Çirkin olmam için epey uğraşmıştı. Yüzüm orantısız, saçlarım gür olabilirdi mesela, olmadı. Basenlerim geniş ama belim incecik olabilirdi, olmadı. Yaradan bana doğuştan gelen bir mizah yeteneği vermiş olabilirdi, çirkin ama esprili diyebilirlerdi.

Tanrı benden kalan zamanında ressam bir meleğe onun siluetini çizdirmiş, şöyle bir uzaktan bakmış, kusursuz olduğuna emin olduktan sonra yaratmıştı onu. Dünyanın her yerinde geçer akçe sayılan uyumlu yüz hatlarına sahipti. Ondan esirgediği tek şey sosyallikti. Çevresinde dolaşan onlarca kadınla değil yalnızca kaktüsleriyle ilgileniyordu. Kaktüslerini böyle seven bir adam beni sevmez miydi?

Ne yazar ne de kahraman hislerimin farkındaydı. Her sözcükte ona daha çok âşık olduğumun, âşık oldukça gezegendeki yerçekimi kanunlarının geçerliliğini kaybettiğinin, bedenimin Ay’da yürür gibi hafiflediğinin, aynalara örttüğüm çarşafların kendiliğinden yere düştüğünün…

Kaktüslerini severken epey nazikti, kullandığı her sözcüğü tartıyordu. “Sevdiğim, narin çiçeğim, güneşim, ayım, gecem. Ruhumu okşuyorsun bugün sevgilim. Akşamki dans provama benimle gelmek ister misin?” Sesli okuyordum. Sözlerindeki vurguları, incelen sesini duyuyor, nefesini boynumda hissediyordum.

Sakarya’daki çiçek pazarından her geçişinde – demek benim geçtiğim sokaklardan o da geçiyor – birkaç tane kaktüs alıp evine dönüyordu. Üç beş derken neredeyse yüz kaktüsü olmuştu. “Bu ay yanaklıyı görür görmez vuruldum ona. Nar gözlümün yanına nasıl da yakışacak.”

Bazen öğrencileri arasından bazen arkadaş çevresinden aklını çelmeye çalışan birileri çıkıyordu ama hiçbiriyle ilgilenmiyor, o da benim gibi bambaşka bir şey bekliyordu.

Yazar klişelere düşkündü. İçinde aşk olmayan hikâyelerin çekici olmadığını düşündüğü belliydi. Kitabın bir yerinde bu hatayı yapacağını tahmin etmiştim. Kahramanın, annesinin yanına gitmek için bindiği şehirlerarası otobüste olan oldu. İlk molada bir kadın çakmak istedi ondan. Kadının sigarasını çarçabuk yakıp arkasını döndü, aklı evde yalnız bıraktığı kaktüslerindeydi.

“Yalnızca iki gün ayrı kalabilirim onlardan. İşyerinden fazla izin alamadığımı söylerim anneme. Hem annem benim hayatımda ne kadar var? Yok. Evrende boşluk yoktur. Onlar benimle konuşur, akşam eve gelişimi dört gözle beklerler. Bir gün bile dikenlerini batırmadılar bana. Oysa annem öyle mi, her bulduğu fırsatta…”

Kaktüs adamdan çok etkilenmişti kadın. Moladan sonra otobüse biner binmez, “Yanımdaki kadın horluyor,” dedi muavine. “Tek boş yer erkek yanı hanımefendi, emin misiniz?” “Biz tanışıyoruz beyefendiyle,” deyip kahramanın yanına geçti. Yol boyu kitaplardan, hayvanlardan, bitkilerden konuştular.

Asosyalliğini kenara bırakıp hiç tanımadığı bir kadınla uzun uzun konuşmasına anlam veremedim ama yine de tahammül ettim. Ancak gelip geçici bir heves olabilirdi o kadın. Kaktüs adamım nasılsa bir gün evine dönecek, kaktüslerini sevmeye devam edecekti. Ben de onu. Ama düşündüğüm şekilde ilerlemedi hikâye. O kadın da ailesini ziyarete gidiyordu. Dönüş tarihlerinin aynı olduğunu öğrenince beraber dönmek üzere sözleştiler.

“Cisimlerin arasındaki çekim kuvveti aradaki mesafeyle ters orantılıdır. Dönüşte Nermin başını omuzuma koyunca emin oldum. Sağ eli bacağımdaydı. O an şimdiye kadar hiç yaşamadığım bir şey hissettim, ayak parmak uçlarımdan saç tellerime kadar. Midemde uçuşan kelebeklerden biri havalandı, Nermin’in buğday sarısı saçlarına konan bir tokaya dönüştü.”

Sayfalara göz attım. “Bugün Nermin’i annemle tanıştırmaya götüreceğim.” Bir sayfa daha. “Kim bilir belki de artık canlarımla vedalaşma vakti gelmiştir.” “Nermin kaktüslerimi saçma bulduğunu söylüyor. Belki biraz sardunya, mevsimine göre kasımpatı…” İki sayfa daha. “Balkonda ikimize ait nefis bir bahçe oluşturduk. Bir sürü çiçek…” “Kaktüsleri işyerine götürmeye karar verdim, radyasyonu alıyormuş.”

Daha fazla okuyamazdım. Hem mutlu son yazma arzusundaki yazarlardan nefret ederdim hem de kaktüslerini sırf hayatına bir kadın girdi diye çiçeklere değişen bu adam benim âşık olduğum adam değildi. Yazar beceriksizin tekiydi. Nefis bir malzeme bulmuş ama onu kolaylıkla harcamıştı.

Kitabı papağan desenli masa örtüsünün üstüne hırsla attım. Bu benim ona, beni duy, deme şeklimdi. Yanıt gelmedi. Oysa sayfalar pencereden giren rüzgârla hareket edebilir, bana okumam gereken bölümü işaret edebilirdi. Filmlerde böyle olurdu.

Hayal kırıklığına uğramıştım. Hani iki ayrı boyuttaki iki insan birbirine âşık olabilirdi? Oturduğum koltuktan zorlukla kalktım, kitabı masadan alıp yatak odasına gittim, pencereyi açtım. Bir elimdeki kitaba bir kararan göğe baktım. Rüzgâr vücudumu jilet gibi kesti. On beşten geriye sayarak yavaş yavaş nefesimi verdim. Yazarın hatasını görmezden gelecektim. Kaderime teslim olmayacak, ikimizin hikâyesini yeniden yazacaktım. O benim Bay Darcy’mdi, ondan vazgeçmeyecektim.

Kitaplarımın arasından dört ayraç aldım. İkisini kitabın altına, ikisini üstüne yerleştirdim. Artık bir bedeni vardı. Salondaki büfenin içine koydum.

O kadınla tanıştığı yere kadar olan sayfaların fotokopisini çektirdim, evin çeşitli yerlerine astım. Mutfakta yumurta pişirirken kâğıtlara bakıp onunla şakalaşıyordum. “Rafadan mı, kafadan mı olsun aşkım?” Televizyona yapıştırdığım sayfalara bakıp, “Bugün ne izleyelim sevgilim,” diyordum, “romantik mi, erotik romantik mi, romantik komedi mi?”

Her yerde benimleydi, hep el eleydik. Sigaramı yakarken bacaklarımın arasına koydum onu. Benden uzaklaşmasın, gözü başkasına kaymasın diye sıcaklığımla sardım.

Kırmızı, pembe, beyaz saten nevresim takımları aldım. Penye külotlarımı dantellilerle, penye geceliklerimi satenlerle değiştirdim. Yatak odamıza geçiyorduk hafif uykumuz gelince ya da saat on ikiyi az geçince. Şu cümlenin yazdığı sayfa başucumda asılıydı: “… ile kadife gibi bir gecenin içinde uyuduk.” Kadının adını çizmiştim.

İçimdeki arzuyu dizginleyemedim. Eve aldığım yüz bir çeşit kaktüse birer şiir yazdım. “Şiir yazma oyunu oynayalım mı,” dedim ona. “Şimdi ben gözlerimi kapayıp parmağımı rastgele bir kelimeye koyacağım, sonra o kelimenin bize çağrıştırdığı şey ne ise onun hakkında bir şiir…” Delirmiş gibi şiir yazdım.

Ne mevsim ne el ele gezen çiftler ne çirkinliğim umurumdaydı. Sayfa kenarlarına desenler çizili liseden kalan defterlerin hepsi bitti. Çıkıp yenisini almayı düşündüm, vazgeçtim. Aklıma evin her yerine dağılmış kitapların arkasındaki boş sayfalar geldi. Yerden kalkmadan rastgele birine uzandım. İlk sayfasında Atatürk Ortaokulu kaşesi bulunan Don Quijote kitabıydı. Ortaokulda kütüphane kolu olduğum için her ay yapılan sayımda çaldığım kitaplar fark edilmiyordu. Sonraki aya kadar okuyor, onlarla yaşıyordum. Kendimi uzun süre Dulcinea olarak hayal etmiş, kurtarıcımın yel değirmenlerini yenerek gelmesini beklemiştim.

Aşkımız bitmiyor, her gün alevleniyordu. Evlendik. Beraber yaşlandık. Onunla hayat çok hızlı geçiyordu, zaman bize yetmiyor, onu durdurmak istiyorduk. Yol göstericimin, kahramanımın sözlerini ezberlemiştim, artık kitap sayfalarına bakmama gerek yoktu.

“Çevremizdeki her şey durmalı. Hızlı hızlı yürüyen kadın, elindeki kahveyi üfleyerek soğutmaya çalışan adamla çarpışmadan durmalı… Çift katlı otobüsün peşinden koşan mavi bereli genç ıslık çalmak için parmaklarını ağzına götürdüğünde durmalı… Oturduğu kafede çalan müziğe başını sallayarak eşlik eden genç adamın sevgilisini görünce yüzünde oluşan gülümsemesi uçmadan durmalı… ben onları izlerken yalnızca ikimizin hareket ettiğini fark etmeli, ânı uzatmalı, öbür fanilerin aksine ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüp zamanı sündürmeliyiz.”

Kahvaltıdan sonra mutlaka beraber yürüyüşe çıkardık. Zayıflamak için değildi, daha fazla zaman geçirebilmek için sağlıklı olmalıydım. Havalar serinlediğinden zebercet renkli fularımı boynuma bağladı, ayakkabılarımı giydirdi, saçlarımı topladı. Tam evden çıkacakken kapı çaldı.

Kaktüs adamla gözlerden uzak mutlu mesut aşkımızı yaşarken aylardır ilk kez kapım çaldı. Günlerin, haftaların geçtiğini soğuyan evden anladım. Kim gelmişse yanlış adresti, emindim. Doğrulup yere oturdum. Kapı tekrar çaldı. Israra dayanamadım, kim olduğunu sormadan kapıyı açtım.

Ayaklarından başladım ona bakmaya, iki kitap ayracı gibi muntazaman vücuduna oturtulmuş bacaklarına. Gözlerine gelene kadar epey zaman geçti. Kasketinin altındaki dalgalı kumral saçlarının örttüğü mavi gözlerini gördüm.

“Merve Cömert,” dedi. Yavaşça kafamı salladım. Zımbalanmış kâğıtlar arasında ismimin yazdığı yeri gösterdi kalemin ucuyla. “Şuraya imzanızı alabilir miyim?”

Yatak odasının kapısı sertçe kapandı. “Cereyan yapmış olmalı,” dedi. Gülümserken gözleri küçüldü.

Kalın bileklerimden genişleyen baldırlarıma doğru, bir damla suya ihtiyaç duymadan kendi kendine büyüyen dikenlerimi gördüm. Konuştukça ağzından çıkan harfler sıralarını şaşırıp başka sözcüklere dönüştü, “Merhaba,” dedi sanki. “Sonunda geldim.”

Sarı Duvar Kâğıdı2

Yokuşun en dik yerindeyiz. Sonrası görünmüyor. Yol dar. Camdan kolumuzu çıkarsak mezarlığın duvarlarına dokunacağız. Arabanın tavanına vuran dolu tanelerinden korkuyoruz. Ellerini başının arkasında kavuşturmuş, boynu eğik, kabuğuna sığmaya çalışan kaplumbağa gibi saklandığını sanıyor.

Radyonun sesini açtım, sevdiği radyo frekansı bir numarada. Türkü kanalıyla karışıyor, ne türkü anlaşılıyor ne o son hit şarkı. Önümü daha iyi görebilmek için koltukta doğruldum. Dikiz aynasından bakıp, “Neydi o yeni öğrendiğin şarkı, bana da öğret hadi. Başla,” dedim.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Julio Cortázar’ın “Axolotl” adlı öyküsünden esinlenerek.

2

Charlotte Perkins Gilman’ın aynı adlı öyküsünden esinlenerek.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2