Полная версия
RAUF VE 2125’LILER KULÜBÜ-GELECEGIN ANAHTARLARI
Rauf, Milo’nun sırf böbürlenmek ve kendisini sinirlendirmek için bu konuyu açtığına emindi. Babasının işlerini ve daha da kötüsü sinirlerini bozan şirketin adını duymak bile istemiyordu. Üstelik katılım için Rauf’a ya da ailesine davetiye gönderilmeyeceği de kesindi. Kızgınlığını belli etmemeye çalışarak, “Yolcu taşımacılığında çığır açacağını iddia eden…” diye Milo’nun sözlerini düzeltti.
Masanın çevresindeki çocuklar aralarında mırıldanmaya başladılar. Ama yalnızca bir çocuk hevesle elini kaldırdı. Davete katılacağı için ayrıcalıklı olduğunu düşünüyordu. Ken adındaki bu çocuğun babası, Milo’nun babasıyla eski arkadaştı.
Milo sırıtarak, “Yalnızca geçmişi değil, geleceği de düşünen birilerinin olduğunu bilmek güzel!” dedi.
Kayla, Milo’nun sözlerine aldırmamış gibi görünmeye çalışıyordu. “Ekleyeceğiniz başka bir konu yoksa, önümüzdeki toplantıda buluşmak üzere gündemi kapatabiliriz. Unutmadan, anahtarlara göz atıp fikrinizi söylerseniz memnun olurum. Onları hazırlamak için çok uğraştım.”
Kayla’nın sözünün bittiğini gören Rauf, tokmağı hırsla kütüğe vurdu ve toplantı sona erdi. Yerinden kalkarken kütükte yeni bir çatlak belirdiğini fark etmedi bile. Milo’ya, babasına ya da belki de son zamanlardaki olaylara karşı duyduğu öfkeyi kütükten çıkarmak istemişti.
Çocuklar barakadan ayrılırken, Eris kapıda oyalandı. Rauf, Kayla’nın eline tutuşturduğu kitapları düşürmemeye çalışarak, bisikletin arkasına yüklüyordu. Eris, arkadaşını mutsuz görmekten bıkmıştı. Şu davete biz de katılabilsek hiç fena olmayacak, diye aklından geçirdi. Ardından düşünmesine yardımı olacağını umarak derin bir nefes aldı. Ama korunun temiz havası bile işe yaramadı.
3. BÖLÜM
GELECEĞİN ANAHTARI
Yukarıya doğru daralan bir silindiri mi, yoksa yukarı doğru gerektiği şekilde daralmayan bir koniyi mi çağrıştırdığı tartışılan bina, şehrin göbeğinde bulutlara doğru yükseliyordu. Bilinen tüm geometri kurallarını hiçe sayarak inşa edilen binanın şeklini tarif etmek imkânsızdı. Ancak bütün mimarların ortak fikri binanın mimarlıkta devrim yaratmış olduğuydu. Önünden geçen herkesin hayranlıkla süzdüğü yapının insanı sanki hipnotize eden bir etkisi vardı. Profesörlerin geometrinin bütün temel ilkelerini yeniden incelemesine bile neden olmuştu. İki yandan helezon merdiven gibi çevresini saran ve binanın tepesinde birleşen çıkıntı ise yapı kadar ilginçti. Çünkü çıkıntının üzerine oturtulmuş, insanın içini ürperten vahşi yaratık heykelleri göz kamaştırıcıydı. Üstelik heykeller çok eski zamanlara aitti. İşte bu yüzden yapının geçmişin harikalarıyla geleceğin üstünlüğünü birleştirdiğini savunanlar bile vardı.
Eğer binanın girişinde GELECEĞİN ANAHTARI yazmasaydı, Rauf’u da etkileyeceği kesindi. Ancak bu iki kelime yüzünden o etkileyici yapı, her önünden geçtiğinde, Rauf’u umutsuzluğa sürüklemekten başka bir işe yaramıyordu. Rauf’un ailesi için geleceğin anahtarı değil, geleceğin kâbusu gibiydi.
Binanın en üst katındaki oldukça geniş ofiste bir grup takım elbiseli adam, oval masanın çevresinde toplanmışlardı. Şirketin gerçekleştireceği ilk yolculuğun detaylarını konuşuyorlardı. Hepsinin, özellikle masanın başında oturan adamın keyfi yerindeydi. Geleceğin Anahtarı şirketinin kurucusu Bay Santini, kendini dünyanın gelecekteki hâkimi olarak görüyordu. Uzun zamandır üzerinde çalıştıkları proje kısa bir süre içinde gerçekleşecekti.
O sırada, oval masanın çevresindekilerin keyfini bozmak istermiş gibi endişeli görünen bir adam içeri girdi. Bay Santini’ye yaklaştı. “Hemen konuşmamız gerekiyor.” diye fısıldadı.
Bay Santini, projeyi yürüten profesörü karşısında görünce pek de sevinmemişti. Yaşlı profesörün böyle haber vermeden çıkıp gelmesi iyiye işaret değildi. Yüzünde anlamsız bir sırıtışla, “İzninizle beyler…” dedi. Sinirleri gerildiğinde yüzünün aldığı o ifadeyi fark etmeyen diğer adamlar aralarında konuşmayı sürdürüyorlardı.
Bay Santini masadan kalktı ve profesörle birlikte camın önüne yürüdü. Aslında camdan duvara demek daha doğruydu. Şehir, ayaklarının altından kayıp gidecekmiş gibi duruyordu. Görkemli ağaçların ve bir ahtapotun kollarını andıran nehrin kıvrımlarının, binaların cam duvarlarındaki yansımaları görmeye değerdi. Ama ne Bay Santini ne de profesör bu etkileyici manzaranın tadını çıkaracak durumdaydılar.
Profesör, “Yolculuğu ertelemeliyiz!” diye fısıldadı. Oval masadakilerin konuştuklarını duymadıklarına emin olmak için o tarafa göz atmayı da ihmal etmedi. Projeye yatırım yapan büyük şirket sahiplerinin ve tanıtımını yapacak televizyon kanallarının yöneticilerinin, söylediklerini duyması projenin sonu olurdu.
Bay Santini, “Delirdiniz mi siz profesör!” dedi. O da alçak sesle konuşuyordu, ama yine de sesinin tıslar gibi çıkmasını engelleyememişti.
Profesör derin bir nefes aldı. “Çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Çözmeden yolculuğu gerçekleştirmeyi uygun bulmuyorum.”
Bay Santini yan gözle masadakilere baktı. Adamların keyfi hâlâ yerindeydi. Neler olup bittiğinin farkında değillerdi. Ardından ciddi bir ifadeyle, “Yaşamsal bir tehlike mi söz konusu?” diye sordu.
Profesör, “Yolculuklar sık tekrarlanırsa olabilir.” dedi. “Her şey yolcuların genlerine bağlı.”
Bay Santini gözünü camın ötesine, görebileceği en uzak noktaya dikti. “Yolculuğu ertelemiyoruz. Bu bizim sonumuz olur. Şu an için hayati tehlike yaratmıyorsa sorun yok demektir. Siz aksaklığı bir an önce gidermek için gece gündüz çalışın.” Son sözü söylemişti. Profesörün şaşkın bakışları altında yeniden yüzüne yerleştirdiği o sırıtışla masaya döndü. Profesör ise ne yapacağına karar veremeyip bir an tereddüt ettikten sonra, çaresizce laboratuvarına dönmek üzere kapıya yöneldi.
4. BÖLÜM
CAN SIKICI BİR GÜN
Dört katlı okul binasının önü doluydu. Kapının açılmasını bekleyen çocukların çıkardıkları gürültü kilometrelerce uzaktan duyulacak gibiydi!
Rauf, bisikletini okulun arkasındaki parka bırakıp nefes nefese ön kapıya koştu. Bisikletini tüm okula göstermek için resmigeçit yapmasına hiç gerek yoktu! Kısa bir süre soluklandıktan sonra başını kaldırdı ve taş yapıya şöyle bir göz attı. Burayı seviyordu, kendini evinde gibi hissediyordu. Böyle hissetmesinin asıl nedeni, buranın da evi kadar eski oluşuydu. Geniş taş merdivenler kırıklarla doluydu, ahşap mobilyalar dökülüyordu, çatıdaki kiremitlerin hemen altında yediuyuklayanlar yuva yapmıştı. Yapının tek modern yanı dışarının ısısına göre kalınlaşan ya da incelen pencere camlarıydı. Kimi yenilikçi velilerin ısrarları üzerine birkaç yıl önce değiştirilmişti. Rauf, keşke çıkarılan camlardan birkaçını saklayasaydık, diye içinden geçirdi. Barakada bir daha kırık camlar sorun olmazdı.
Camlar, okulun içini güneşin ilk ışınlarıyla doldurmak için incelirken Eris çıkageldi. Bir yandan esneyerek, “Okula başlamanın en güzel yanı, sabahın köründe uyanıp derse yetişmek!” dedi.
Rauf tam arkadaşını onaylamak için ağzını açmıştı ki, Kayla’nın neşeli sesi ortalıkta çınladı. “Senin gibi uyuşuğunu da görmedim.” Rauf ve Eris’in arkasında bitivermişti. Saçlarını atkuyruğu yapmıştı, gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Yanında Çağla vardı.
Rauf’un da esnediğini görünce, “Size kalsa öğlene kadar uyursunuz.” diye söylendi.
Rauf, “Öğlene kadar mı?” diye karşı çıktı. “Saat yediye kadar uyusam yeter bana.”
“Artık baraka yerine okulun girişinde mi toplanıyoruz?” Milo’nun alaycı sesini duyunca dördü birden arkalarına baktılar. Kayla bir anda neşeli hâlinden sıyrılıp kendilerini duyan olup olmadığını anlamak için çevresine bakındı. Sonra da dişlerini sıkarak Milo’ya terslendi. “Yüksek sesle konuşmayı sürdürürsen barakayı bir daha asla göremezsin, bilmiş ol! Ne de olsa aileme ait bir yer orası ve çevresine adım izi belirleyen bir alarm taktırmak hiç de zor değil.” Ardından Milo’nun kızaran yüzüne aldırmadan saçlarını savurarak arkasını döndü. Çocuğun cevap vermesine fırsat bile vermeden, hemen yanında duran Çağla’nın koluna girdi. Kızı da yanında sürükleyerek oradan uzaklaştı. Bu sersemi kulübe kabul ettiği için acaba daha kaç kez pişman olacaktı?
Rauf birdenbire içindeki karamsarlığın azaldığını, hatta neşelendiğini hissetti. Kayla’nın birini, özellikle Milo’yu payladığını görmek çok eğlenceliydi. O sırada iki kanatlı ağır ahşap kapı ardına kadar açıldı. Okulun müdiresi ve birkaç öğretmen kapının girişinde çocukları karşılamaya hazır bekliyorlardı. Az sonra çocuklarla birlikte, etrafı kaplayan gürültü de binadan içeri doldu.
Rauf diğerleriyle beraber sınıfının bulunduğu dördüncü kata çıkarken içinden eğlenceli bir dönem geçirmeyi diledi. Ne de olsa evde işler pek iyi gitmiyordu. O sırada Eris’in sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Arkadaşı, dördüncü kattaki masada yığılı duran dönem programlarından birini almış, kâğıdı havada sallıyordu. Yine ağzını sonuna kadar açarak esnerken, “Dönemin ilk dersi. Zamanı Doğru Değerlendirme!” diye homurdandı. “Zamanı uyuyarak değerlendirmeyi planlıyorum!”
Rauf, Eris’in ağzında gevelediği son cümleyi anlayamamıştı, o da esnemekle yetindi.
Ne yazık ki okulun ilk günü Rauf’un umduğu gibi eğlenceli geçmedi; hatta oldukça can sıkıcıydı. Zamanı Doğru Değerlendirme dersinin öğretmeni Bay Zamzen gribe yakalandığı için gelememişti; yerine hologramını2 göndermişti.
Hologramların en kötü yanı 360 derecelik açıyla sınıfı kontrol edebilmeleriydi. Dersle ilgilenmeyenleri hemen fark ediyor ve birbirinden sıkıcı araştırma ödevleri yüklemekten hiç çekinmiyorlardı. Zamanını doğru değerlendirmeyenleri dize getirmenin tek yolu, zamanlarını dolu geçirmelerini sağlamaktı!
Hologramın gözüne bu kez Rauf takılmıştı. Duvardaki panoda yazılanları izlemek yerine pencereden dışarıya baktığı için, hologramların dünden bugüne gelişimini anlatan bir araştırma hazırlaması gerekiyordu. İşte bu yüzden Rauf, elinde Bay Zamzen’in araştırma ölçeriyle okuldan çıktığında canı eve dönmeyi hiç istemedi. Ancak hologramlar öğretmenlere pek benzemezlerdi. Hepsi ödev takibi konusunda uzmandı ve hiçbir şeyi unutmazlardı. Eğer Bay Zamzen’in gribi birkaç gün daha devam ederse, sevimsiz hologramla tekrar karşılaşacak demekti. İki saat sürecek araştırma ödevinin dört saate çıkması işten bile değildi. Ya da bundan da kötüsü, eve bir uyarı yazısı gönderebilirdi. Hologramlardan her şey beklenirdi.
Rauf isteksizce bisikletini evin garajına bıraktı. Kapsülünü kontrol etti. Eve dönmekle iyi etmişti, böylece ertesi güne yetecek kadar enerji kalmıştı. Yeniden ter dökmesine gerek yoktu.
Dış kapının hemen yanındaki göze parmağını bastırarak evin alarmını devreden çıkardı. Bu alarm sistemi, evdeki pek de sık rastlanmayan teknolojik gelişmelerden biriydi. Öyle pek yeni bir sistem sayılmazdı ama yine de idare ediyordu. Ardından anahtarını çıkarıp kapıyı açtı. Elindeki anahtara bakarak, Delturude teyzeden ne farkımız var ki, diye düşündü. Anahtar ev kadar eski olmasa da çoktandır, artık kullanılmayan araçların arasında yerini almıştı.
Evde kimse yoktu. Demek ki annesi hâlâ dönmemişti. Babası ise zaten hep geç saatlerde geliyordu.
Rauf aslında babasının evde olmamasına sevinmişti, çünkü onu hep asık suratlı görmekten bıkmıştı. Gerçi adamcağızın güler yüzlü olması çok zordu. İşleri her gün gözle görülür şekilde düşüşteydi. Ulaşım hizmeti verdiği birkaç şirket, sözleşmelerini henüz iptal etmemişti, ama durum yine de pek iç açıcı değildi. Geleceğin Anahtarı ilk yolculuğu gerçekleştireceğini duyurduğundan beri herkes aynı şeyi konuşuyordu: ulaşımda yüzyılın buluşu! Aslında kimse bu buluşun ne olduğunu bilmiyordu. Rauf, yüzyılın buluşu olmasa da yüzyılın sırrı, diye düşündü.
Tam mutfakta atıştıracak bir şeyler hazırlamıştı ki çınlayan bir sesle irkildi. Sandvicini kapıp salona yürüdü. “Bağlantı!” der demez salonun ortasında Kayla’nın görüntüsü belirdi.
Kayla, Rauf’un elindeki sandviç benzeri nesneye bakıp, “İstersen yemeğe bize gel!” dedi.
Rauf, elindekinden koca bir ısırık alıp, “Aslında göründüğü kadar korkunç değil!” diye homurdandı. “Beni yemeğe çağırmak için mi aradın?”
Kayla’nın görüntüsü salonun içinde yürüyerek, “Aslında planının ne olduğunu sormak için aradım.” dedi. “Ne toplantıda ne de okulda konuşma fırsatımız oldu.”
Rauf, sürekli hareket hâlinde olan Kayla’nın üç boyutlu görüntüsünü bir an için kaybedince, “Keser misin şunu!” diye söylendi. “Görüş alanımdan çıkıyorsun.”
Kayla, “Affedersin! Tamam, oturuyorum.” diyerek koltuğa yerleşti. O sırada Kayla’nın kucağına köpeği Benekli zıplayarak atladı. Rauf, arkadaşına neden bembeyaz bir köpeğe bu adı verdiğini sormamıştı bile. Çünkü Kayla’dan nesneler, kavramlar ve kelimelerle ilgili bir söylev dinlemeye hiç niyeti yoktu.
Koltuğun görüntüsü evin tavanına doğru kayınca, Rauf görüntüyü ayarlamaya çalıştı. O sırada görüntü taşıyıcısının cızırdayan sesi duyuldu. Rauf, “Bir bu eksikti!” diye söylendi. Eğer bozulursa yenisini alıp alamayacaklarından şüpheliydi. Bıkkın bir sesle, “Ne planı?” diye sordu.
Kayla, “Yüzyılın buluşunun ne olduğunu açığa çıkarma planı!” diye söylendi.
Rauf, “Buna ne gerek var ki!” diye karşı çıktı. “Zaten yakında şirketin sahibi bu sırrı tüm dünyayla paylaşacak. Üstelik bir de yetiştirmem gereken araştırma ödevi var. Sanki yapacak daha iyi bir şey yokmuş gibi… Kayla ne oluyor? Rengin mor oldu…”
Görüntüdeki mor Kayla gülümsüyordu. Rauf sabırsızca, “Kırmızıya dönüştün… Ne olduğunu söyler misin?” diye sordu.
Kayla çok eğleniyor gibiydi. “Konuşmamıza biraz renk katmak istedim o kadar!” diye şakıdı. “Peki cam işini hallettin mi?
Rauf, “Eve daha yeni geldim. Üstelik kırık camdan daha önemli sorunlarım var benim.” diye cevap verdi.
Rauf’un sözleri, Kayla’yı durdurmaya yetmemişti. Görüntünün rengi turuncuya dönerken, “Annen gelir gelmez, camı sormayı unutma!” dedi. “Havalar soğumadan bu işi halletmeliyiz! Ayrıca bir plan yapmamız konusunda da…”
O sırada evin bahçesinden gelen sesle Rauf’un dikkati dağıldı. Arkadaşına, “Hoşça kal!” deyip bağlantıyı kesti. Ne olduğunu anlamak için dışarı çıkınca da hiç beklemediği güzel bir sürprizle karşılaştı. Annesi eve dönmüştü. Üstelik dinlenmiş görünüyordu. Yüzü ışıl ışıl parlıyordu. Rauf’un içini bir sevinç dalgası kapladı. Evi yalnızca babasıyla paylaşmaktan kurtulmuştu. Kâbus bitti, diye düşündü. Ancak annesinin ardındaki tanıdık yüzü görünce, sevinç dalgası bir anda yok olup gitti. Midesinin ortasına bir yumruk yemiş gibi oldu. Asıl kâbus şimdi başlıyordu, çünkü İrene tam karşısında duruyordu.
Kuzini epey büyümüştü, ama ne yüzündeki haylazlık ifadesi ne de korkunç saç kesimi değişmişti. Üstünde el örgüsü eski bir kazak, rengi solmuş gri bir pantolon ve kahverengi lastik botlar vardı. Rauf, bakışlarından kuzininin de kendisini incelediğini anladı.
O sırada bahçeye yayılan şen kahkaha, çocukların ilgisinin dağılmasına neden oldu. Delturude teyze, üstüne atılırcasına Rauf’a sarıldı. Rauf teyzesinden daha uzundu ve bu tostoparlak, minicik kadının onu kucaklaması oldukça komik görünüyordu. İrene bile kendini tutamayıp gülmüştü. Rauf bir an için ister istemez, çok yakında lezzetli bir dilim portakallı turtayı midesine indireceğini düşündü.
Rauf’un annesi, “Hadi eve girelim, içeride hasret giderirsiniz!” diyerek kapıya yöneldi. İrene, alay edercesine, “Hasret gidermek mi?” diye mırıldandı. Ama onu Rauf’tan başka duyan olmadı.
Rauf, teyzesinin ve kuzininin valizlerini görünce bunun pek de kısa sürecek bir ziyaret olmadığını hemen anladı. Eşyaları evin girişine bırakırken, bütün evi taşımışlar, diye geçirdi içinden.
Tam o sırada Delturude teyze, sanki Rauf’un aklından geçenleri okumuş gibi, “Ne harika, değil mi?” dedi. “Annen beni sonunda şehre taşınmaya ikna edebildi. Kendimize yerleşecek bir ev bulana dek bir süre burada kalacağız. Hep birlikte olacağız. Kalabalık, neşeli bir aile gibi… Gerçekten harika!”
İrene ise gözlerini kuzenine dikip, “Oldukça uzun bir süre…” diye ekledi. Anlaşılan Rauf’u kızdırarak eğlenmeyi planlıyordu.
Annesi, kız kardeşine ve yeğenine odalarını göstermek için üst kata çıkarken, Rauf arkalarından mırıldandı. “Kalabalık olacağımız kesin, ama neşeli bir aile olacağımızı hiç sanmıyorum.” Ardından can sıkıcı araştırma ödevini yapmak üzere çalışma odasına gitti. Kapısını kapattı, masasına yerleşerek kendine bir konu seçti. Bilgisayarını açtı ve araştırma ölçerini çalıştırdı.
Akşam yemeği, Delturude teyzenin bütün çabasına rağmen pek de hoş geçmiyordu. Rauf’un annesinin ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü yemekten önce kocasını aramış ve işlerin daha da kötüye gittiğini öğrenmişti. Adamcağızın eve yine geç geleceğini duyunca iyice üzülmüştü. Birkaç saat önceki dinlenmiş ve keyifli hâlinden eser kalmamıştı.
İrene, annesinin tam tersine, olabildiğince az konuşuyor, tek kelimelik cümlelerle yetiniyordu.
Rauf ise birbirinden lezzetli yemeklerle donanmış sofranın tadını çıkarmak yerine alelacele karnını doyuruyordu. Bir an önce bu sıkıntılı havayla kaplı mutfaktan çıkmak istiyordu. O sırada salonda çınlayan ses, Rauf’un bir bahane uydurmasına gerek kalmadan sofradan kalkmasını sağladı. “Ben bakarım.” diye fırlayarak, kendini mutfaktan dışarı attı. Salona açılan mutfak kapısına göz attıktan sonra çalışma odasından konuşmanın daha doğru olacağına karar verdi.
“Bağlantı!” der demez karşısında Kayla’yı bulacağını düşünürken odada Eris belirdi. Oldukça heyecanlı görünüyordu. Merhaba bile demeden, “Davete nasıl katılacağımızı kara kara düşünürken müthiş bir şey oldu.” diye söze girdi. Ardından kelimelerin üzerine basarak, “Geleceğin Anahtarı’ndaki davete…” diye ekledi. Böylece sanki sözlerinin çok önemli olduğunu vurgulamak istiyordu. “Aslında davetiye ağabeyime gönderilmiş, ama o gün görevde olacağı için katılamayacak. Ne dersin? Yüzyılın buluşuna biz de şöyle bir göz atsak fena olmaz, değil mi?”
Rauf bir an için ne söyleyeceğini bilemeden bekledi. Şirketin adını duyması bile yetmişti. Yüzünün kıpkırmızı kesildiğine emindi. “Hayatımı karartan bir şirketin kutlamasına katılmamı mı istiyorsun?” diye söylendi.
Eris, “Saçmalama!” diye itiraz etti. Ancak sesinin tonundan alındığı belli oluyordu. “Kutlayacak değiliz elbette, ama düşmanı tanımanın faydalı olacağını düşündüm. Göründüğü gibi olup olmadığını anlarız.”
Rauf bir yandan arkadaşına hak verirken, diğer yandan itiraz etmeyi sürdürdü. “Aslında Milo’yla karşılaşmayı hiç istemiyorum. Üstelik babamın duyması da iyi olmaz.”
Eris, “O kalabalığın arasında seni kimse fark etmez, ama yine de sen bilirsin!” dedi. Rauf’u sürükleyerek götürecek hâli yoktu.
Rauf kararsızdı, ancak o sırada Delturude teyzesinin alt kattan gelen sesini duydu. “Bak göreceksin, yakında işler yoluna girecek, her şey harika olacak.” diye şakıyordu. “Boş yere kendini üzüyorsun.” Delturude’nin, kız kardeşini avutmaya çalıştığı belliydi. Kadının sevecen ses tonuna kuzininin sesi karışınca, Rauf çabucak kararını verdi. “Tamam, gidiyoruz. Ne zaman bu davet?..”
Eris gülümseyerek bağlantıyı kesti. İçini belli belirsiz bir heyecanın kapladığını hissetti. Her ne kadar kimseye belli etmese de büyüdükçe, gizli ajan olan ağabeyine daha fazla benzemeye başlamıştı. Aslında ağabeyinin gelen davetiyelerden haberi bile yoktu. Eris onları gizlice yürütmüştü. Kutsal bir görev için, diye geçirdi aklından, tam da ağabeyinin sık sık tekrarladığı gibi. Gerçi davetiyeleri izinsiz alıp, davetli olmadıkları bir yere sinsice girecek olmanın kutsal bir yanı yoktu. Ama öyle olduğunu düşünmek Eris’in içini rahatlatıyordu. Eris, yine ağabeyini taklit ederek, “Bu işe el koymanın zamanı gelmişti.” diyerek sırıttı.
Rauf tam bağlantıyı kesmiş, oturduğu yerden kalkıyordu ki, kapının aralığından bir görüntünün geçtiğini sandı. Hatta görüntünün, İrene’ye benzediğini düşündü. Hemen ardından saçmaladığını düşündü. Artık halüsinasyon da mı görmeye başlamıştı? Uzun zamandır modern hayattan uzakta yaşayan kuzininin, hologram taşıyıcısı kullanabileceğini düşünmek çok komikti. Hatta İrene’nin, hologramın ne olduğunu bildiğinden bile şüpheliydi.
Mutfağa indiğinde, annesi ve teyzesi derin bir sohbete dalmıştı. Annesinin yüzü gülüyordu, ama gözleri kıpkırmızıydı. Rauf, belki de ben üst kattayken sessizce ağladı, diye geçirdi içinden.
İrene önündeki portakallı turtayı çatalıyla sessizce didikliyordu. Rauf masaya yerleşti. İrene’nin kendisine gizlice baktığını hissetti. Yine bir şey planlıyor olabilir miydi? Belki de İrene büyüdükçe eskisinden daha da baş belası bir kuzin olmuştu.
Teyzesi, kocaman bir dilim turtayı Rauf’un önündeki tabağa koyarken, kız kardeşine, “Evet Rita… Harika bir fikir! Evet, kesinlikle harika olacak.” diye tekrarlıyordu. “Bundan sonra mutfaktaki işleri ben devralıyorum. Kimse bütün gün bir köşede oturmamı beklemesin benden. Harika yemekler yapacağım size, harika tatlılar da elbette. Yedikçe keyfiniz yerine gelecek. Ayrıca bahçenin bir köşesine de sebze ve kokulu ot tohumları ekmeliyim. Aslında hemen işe koyulsam iyi olacak.”
Delturude bir yandan konuşmasını sürdürürken bir yandan da beraberinde getirdiği tohumları almak için odasına doğru hareketlendi. Üst kattan gelen sesi evin her yanından duyuluyordu. “Nereye koydum ben bu tohumları? Hah, işte buradalar galiba. Aaa, bunlar da ne böyle benim tohumlarıma karışmışlar! İreneee… Şu eşyalarına sahip olmayı ne zaman öğreneceksin sen? Oğlan çocuğundan hiç farkın yok!”
İrene, annesinin söylenmeyi sürdüreceğini anlayınca, ağzında bir şeyler geveleyerek üst kata çıktı. Rauf, kuzininin arkasından bakarken, bu akşam ilk defa kendini iyi hissetti. İrene’den olabildiğince uzak durmalıydı. En azından içinden gelen bir ses öyle diyordu.
5. BÖLÜM
BAŞ BELASI KUZİN
Rauf ertesi sabah uyandığında başı çatlayacakmış gibi ağrıyordu. Gece boyunca birbirinden kötü kâbuslar görerek sabahı etmişti. Kimseye görünmeden bir an önce kendini evden dışarı atmak istiyordu. Oysa tam kapıdan çıkacakken annesi Rauf’u, “Bugün okula birlikte gidiyoruz.” diyerek durdurdu.
Rauf bir yandan neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir yandan da, “Gerek yok, bisikletimin enerji kapsülü dolu.” gibisinden bir şeyler geveledi.
Annesi, “Saçmalama Rauf! Hiç olur mu öyle şey!” diye itiraz etti.
Elindeki el örgüsü çantasıyla Delturude teyze, “İşte bu harika!” deyip şen bir kahkaha attı. “Senin bisikletine ikiniz sığamazsınız.”
Rauf’un annesi, “Hem kızcağızı okula başlayacağı ilk gün yalnız bırakacak hâlimiz yok.” diye ekledi.
Rauf neye uğradığını şaşırmıştı. Kıpkırmızı bir suratla bir şeyler gevelemeyi sürdürdü. “İrene’nin okula gideceğini bilmiyordum.”
Delturude teyze bu kez daha yüksek bir sesle kahkaha attı. “Ayy, çocuk sevinçten kıpkırmızı kesildi! Modern hayata uygun yaşamamız gerekiyor artık. Okul şart! Hem böylece belki biraz yabanilikten de kurtulur.”
İrene ise annesinin hemen arkasında durmuş sinsice sırıtıyordu. Rauf’un başına sakız yapıştırmaktan öte belalar açmaya kararlı görünüyordu.
“Hadi artık, oyalanmayı bırakın da bir an önce yola koyulalım.” Rauf’un annesi aceleyle kapıyı açıp kendini bahçeye atmıştı bile.
Rauf başına gelenlere inanamıyordu. Hayatı gittikçe kötüleşiyordu. Oysa daha birkaç ay önce her şey ne kadar güzeldi. Yaz tatili, barakadaki ilk toplantıları… Babasının huysuzluklarını dert edecek kadar sersem davranmıştı. Şimdi düşününce, birkaç ay öncesine dönmek için neler vermezdi. Sonra birden kendisini midesinin ortasına bir yumruk yemiş gibi hissetti. Baraka, diye düşündü. İrene’nin barakadan da toplantılardan da haberi olmamalıydı. Yoksa Rauf’un sonu gelmiş demekti!
Okulun önüne vardıklarında annesi Rauf’a döndü. “Teyzenle ben, İrene’nin kaydını yaptırırken, sen de kuzinini arkadaşlarınla tanıştır.” dedi. “Yalnız kalmasını istemeyiz, değil mi? İrene’nin, arkadaşlarını çok seveceğine eminim. Hem şu sizin…”
Rauf, bu kez boğazının sıkıldığını hissetti. Evet, kesinlikle nefes alamıyordu. Belki de okula giderken arabada uyuyakalmıştı ve korkunç bir kâbus görüyordu. İrene’nin bakışlarını üzerinde hissedince, uyumadığını anladı. Kuzini sırıtıyordu; çok eğleniyor olmalıydı. Rauf’un hayatını karartma planını başarıyla uyguluyordu!
Rauf bir an önce annesini susturmalıydı, çünkü Rita’nın her şeyi açık etmeye kararlı bir hâli vardı. “Tamam anne!” diyerek atıldı, sesinin tonunu ayarlayamamıştı. Ardından sesini yumuşatarak, “Sen merak etme!” diye ekledi.
Kendini hızla arabadan dışarı attı, evden çıkarken arkaya yüklediği bisikletini de indirmeyi unutmadı. İrene’yi giriş kapısının yakınında bırakıp, bisikletini park etmek için okulun arkasına doğru yürüdü.
Geri döndüğünde kuzinini bıraktığı yerde buldu. Görünürde arkadaşlarından hiçbiri yoktu. İrene’yle bir başına kalakalmıştı. Korkunç giysisi ve giysisinden de korkunç saç kesimiyle kuzini sırıtmayı sürdürüyordu. Rauf kapının açılmasını beklerken kendilerine kuytu bir köşe seçti. Eğer tanıdık birileriyle karşılaşmazlarsa, İrene’yi kimseyle tanıştırmak zorunda da kalmazdı. Sabahları herkes uyurken evden çıkarsa, okula kuziniyle birlikte gelmezdi. Neyse ki annesi kulüpten söz etmeden onu susturmayı başarmıştı. İrene’nin hiçbir şeyden haberi olmamalıydı. Belki de henüz her şey bitmemişti.