bannerbanner
BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU
BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU

Полная версия

BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

Genelde Şükran saat 6 gibi eve geliyordu, yemek yedikten sonra hava kararana kadar dışarılarda dolaşıyorduk. Bu dönemde uyanmam (veya her ne oldu ise) yaza denk geldiği için çok kısmetliydim. Kışa rastlasaydım çok sıkıcı olurdu herhalde çünkü bu dönemde havanın kararması neredeyse saat 9’u buluyordu. Biz de bu zamanın tadını çıkartıyorduk. Hava karardıktan sonra şehrin tamamen karanlığa büründüğü zannedilmesin. Her ne kadar sokak aydınlatmaları güzel İstanbul sokaklarını aydınlatmaya tam olarak yetmese de gece çalışan yerlerin ışıklı tabelaları imdada koşuyor, ortam daha da şenlikli bir hal alıyordu. Şükran bana etrafı anlatırken ben de hayran hayran onu izliyordum ve bazen istemeden de olsa o kadar belli ediyorum ki ona olan hayranlığımı, anlattığı şeyi yarım bırakıp benim şapşallığıma gülmeye başlıyordu. Muhabbetimiz tamamlanıp hava karardıktan sonra ikimiz de kendi evlerimize gidiyorduk.

Sağa sola bakındığım kadarıyla televizyon hiçbir yerde yoktu zaten. Deli zannetmesinler diye de kimseye soramıyordum böyle bir şeyin var olup olmadığını. Gece izlenecek Netflix dizilerinin olmadığını bir düşünmenizi rica ederim. Ne sancılı, ne bedbaht (bu tür kelimeleri yeni öğrendiğim için kullanmak hoşuma gidiyor) geceler geçirdiğim gözlerinizin önüne gelmiştir. Bunu da fırsata çevirmek istedim aslında. Oturup, ezbere bildiğim dizilerin senaryolarını yazmak geldi aklıma. İyi para kazanabilirdim bu yolla ama önce televizyonun yaygınlaşması gerekiyordu. Dizi senaryosu yazma fikrini de elemiştim böylece.

Kaldığım evde bir tek radyo vardı ama o yuvarlak şeyi çevire çevire ancak bir iki kanala denk gelebildim. Onların da yayınları belli bir saate kadardı zaten. Üstüne üstlük dinlemeye tahammül edemediğim, bana son derece yabancı olan ağır parçalar çalıyordu hepsi. Sadece bir keresinde tesadüfen tanıdık bir isme denk geldim radyo dinlerken. Ankara Radyosu’ndan bir spiker Müzeyyen Senar’ı anons etti. Sonrasında söylediği şarkıyı bilmiyordum ama bu dönemde kendisini uzaktan da olsa canlı dinleme fırsatını yakalamıştım. Düşünsenize, henüz ünlü olmamışken Müzeyyen Senar’ı dinlemek… Kaç kişiye denk gelebilirdi ki böyle bir olay? Bunun haricinde radyoyla ilgili heyecan verici başka bir anım olmadı.

Geceleri yapacak pek bir şey bulamadığım için genelde evin içinde dört dönüyor, can sıkıntımı da bir süs köpeği gibi yanımda taşıyordum. Evin zemini tamamen ahşap olduğu için gece çıkan ayak seslerimden bitişik komşu rahatsız olmuş ve bir gece duvara vurarak beni uyarmıştı. Bu yüzden geceleri ev içi dolaşmalarımı da bırakmıştım artık. Hiç değilse telefonum yanımda olsaydı, sabaha kadar Youtube’ta, Insta’da takılabilirdim. Evet, internet de yoktu tabii ama en azından döne döne eski fotoğraflarıma bakıp zamanımı gayet zevkli bir şekilde değerlendirebilir veya etrafta dolaşıp fotoğraf çekebilirdim, ki aslında bu da başıma bir bela açabilirdi. 1938 yılında bir genç, içinden ışık çıkan küçücük dikdörtgen bir kutu ile dolaşarak etrafta fotoğraf çekiyor! Mahremiyet konusuna oldukça dikkat edilen bu yıllarda, erkekler tarafından değilse bile mahalledeki ablalar tarafından bir saate kalmadan paramparça edilebilirdim. Zor da olsa telefon fikrini de bir kenara bırakmıştım şimdilik.

Evin içinde ufak da olsa bir kütüphane, bu tozlu kütüphanenin içinde de bir sürü kitap vardı. Okuma alışkanlığım pek olmadığından buraya ilk başta ürkerek yaklaştım. Fakat sonrasında Şükran’ın verdiği bir taktikle kitaplara olan bu mesafemi az da olsa kapatmaya başladım. Taktik çok basitti: kitap kokusu. Kitabı nazikçe ortadan ikiye ayırıp herhangi iki sayfasının birleşim yerine burnunuzu gömüp kokuyu iyice içinize çekiyorsunuz, hepsi bu kadardı. Sonrası kendiliğinden geliyordu zaten. Bu sayede can sıkıntım biraz olsun azalıyor ve aynı zamanda bir şeyler öğreniyordum. Yirmi bir yaşında anlamıştım ki kitap okumak güzel bir şeymiş.

Şükran’la tanışıp eve taşınmamdan sonraki yaklaşık bir hafta bu şekilde geçti işte. Dolmabahçe Sarayı’na gideceğim günün bir önceki akşamı Şükran’la oturmuş, bir esnaf lokantasında yemek yiyorduk…

“Yarın için neden bu kadar heyecanlı olduğunuzu bir türlü anlayamıyorum.”

“Gayet basit aslında. Niyeyse çocukluğumdan beri Dolmabahçe’yi çok merak ediyordum. Şimdi ise böyle bir imkân bulduğum için çok heyecanlıyım.”

“Tamam ama asıl ilginizi çeken ve sizi bu kadar heyecanlandıran şey nedir?”

Gelecekten geldiğimi ve Atatürk’ü görmek istediğimi Şükran’a söyleyemediğim için böyle bir soru sorması çok normaldi elbette. Onu ürkütmemek için gerçeği hâlâ söyleyememiştim. Aslında gerçeğe ben bile yeni yeni alışıyordum, ona söylesem kim bilir ne tepki verirdi ama mantıken olumlu karşılayacağını hiç sanmıyordum. Söylememekle iyi ettiğim şu anki durumumdan da belliydi zaten, her şey o kadar yolunda gidiyordu ki. Dolmabahçe’ye kolaylıkla girmemi sağlayacak bir arkadaşım ve geçici bir süreyle de olsa başımı sokabileceğim bir evim vardı. Bildikleri kadarıyla, okumak için İstanbul’a gelen ve kimi kimsesi olmayan bir öğrenci adayına komşu teyzelerden gelen yemekler de fazlasıyla yetiyordu zaten. Önceden mimarlık okumak istediğimi söylemiştim…

“Mimarisi ilgimi çekiyor. Girip köşe bucağını, neyi nasıl yaptıklarını, hepsini kendi gözümle görmek istiyorum.”

“Bir kısmını size anlatabilirim ama ben daha çok tarihi olaylara hâkimim.”

“Çok iyisiniz ama dediğim gibi, hepsini tek tek kendi gözümle görmek istiyorum.”

“Elbette. Yarın bütün gününüzü orada geçireceksiniz anladığım kadarıyla.”

“Aynen öyle.”

“Pekâlâ. Artık eve gidip yatsak iyi olur.”

“Efendim!?”

“Evlerimize gidip uyusak diyorum… İyi olur.”

Yarın Atatürk’le görüşecektim. Ertesi gün yapacak önemli işleri olan insanların geceleri uykusuz geçermiş. Benim de öyle oldu.

6

Dolmabahçe Sarayı’nın güvenlik kapısına vardığımızda sabahın erken saatleriydi. Bulutsuz, açık mavi bir hava ve Boğaz’dan esen ılık rüzgâr, gayet verimli geçecek bir günü müjdeliyor gibiydi. Bir haftayı buralarda geçirdiğim için hem insanlara hem de ortama alışmıştım zaten. Aslında insanlar benim insanım, ortam da benim ortamımdı ama zaman benim zamanım değil; tam seksen beş yıl öncesinindi. Kendimden sadece bir iki nesil büyük olan tanıdıklarımın zamanını anlayamazken şimdi dedemden bile büyük insanların çocukluk zamanında yaşıyordum. Alışıyordum alışmasına ama kafamdaki en büyük soru işareti bu yaşadıklarımın nerede sonuçlanacağıyla ilgiliydi. Burada yaşamaya devam mı edeceğim, yoksa bir gün aniden kendi zamanımda mı uyanacağım? Reenkarnasyon gibi bir şey mi bu yoksa her iki zamanı da aynı anda mı yaşıyordum? Sadece bana özgü bir durum mu bu yoksa etrafta benim gibi başkaları da var mıydı? Bu soruları sormaya devam edersem ardı arkası kesilmeyecekti. Şimdi, yaptığım işe odaklanmalıydım.

Kendi zamanımda Dolmabahçe Sarayı’na neredeyse hiç gitmediğim söylenebilir. Yanlış hatırlamıyorsam bir kere ilkokulda götürmüşlerdi ama daha sonrasında bir daha hiç uğramamıştım. Uğramak mı istememiştim acaba? Ne ailem ne de arkadaşlarımın aklından bir kez olsun Dolmabahçe Sarayı’nı ziyaret etmek geçmemişti. Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla bana göre son derece soğuk bir yerdi zaten. Hatta sadece o meşhur yatak odası kalmıştı aklımda. Bir insanın öldüğü oda… Ne kasvetli bir mekândı küçük bir çocuk için. Kabul ediyorum, konu elbette eğlenceden çok uzaktı ama en azından çocukların zihninde güzel hatıralar uyandırmak adına bir şeyler yapılabilirdi.

Şükran’dan öğrendiğim kadarıyla Atatürk kendisiyle görüşme amacı olmayan, yani yalnızca sarayı gezmek isteyen yerli ve yabancı turistlere, resmi ziyaretçilere sarayı gezmeleri için müsaade etmişti. O da sadece bazı günlerle sınırlıydı. Bu günlerde de saraya girebilmek için valilikten onay aldığınızı belirten bir kâğıt getirmeniz gerekiyordu yanınızda. Valilikten izin almaya kalksam elbette şeceremi öğrenmek isteyeceklerdi ve muhtemel sonuçlara göre gideceğim yer saray değil yine hastane olacaktı. Şimdi ise kapıda bekleyen onca görevli olmasına rağmen Şükran’ın misafiri olarak içeriye rahatça girebilmiştim.

“Geldiniz işte… Nereden başlamak istersiniz?”

“Müsaade ederseniz ben biraz kendim dolaşmak istiyorum. Ayrıca sizin de kıymetli vaktinizi almak istemem. Önce binanın cephesini dolaşıp ayrıntıları inceleyeceğim. İçeriye girmek istediğimde sizi bulurum. Uygun mudur?”

“Tamam ama şu ileride gördüğünüz bölümün arka tarafına geçmeyin olur mu? Bu cephenin istediğiniz yerini dolaşabilirsiniz.”

“Neden, ne var o bölümde?”

“Siz şimdilik geçmeyin, ben size daha sonra anlatırım ve hatta belki beraber gezeriz fırsat olursa.”

Tahmin ettiğim kadarıyla Şükran istemeden de olsa bana Atatürk’ü nerede bulabileceğimin ipucunu vermişti. Şimdi çözmem gereken mesele, koskoca mekânın içinde Atatürk’ü bulmak değil, muhakkak ortaya çıkacak bu durumun Şükran tarafından nasıl karşılanacağıydı. Bana yaptığı onca iyilikten sonra onu mahcup edemezdim, işinden bile olabilirdi. Ayrıca bir şekilde ona muhtaçtım, arkadaşının evinde kalıyordum neticede. Fakat bütün mazeretlerin ötesinde ona âşıktım. Açıkça söylemek gerekirse kendi zamanımda bile böyle bir hissiyatı tatmamıştım. Fakat ne yapabilirdim, böyle bir tarihte uyanıp Atatürk’e ulaşmaktan daha önemli ne işim olabilirdi ki?

Bir süreliğine Boğaz’ın eşsiz görüntüsüne dalıp bunları düşündüm. Kız Kulesi, vapurlar, üstleri köpük köpük dalgalar ve kahkahaları hiç değişmeyen martılar; hepsi de tek tek hayatın akışından nasibini alıyordu. Karşımda tüm heybetiyle duran Çamlıca Tepesi’ne ilişti gözüm. Kendi zamanımda, etrafındaki çirkin yapılaşma ve sevimsiz bir kuleyle ihtişamını kaybetmiş gibi duran tepe şimdi koskoca bir dağ gibi karşımdaydı. O da hayatın akışından nasibini alıyor; zaman, çoğu kez ilaç olsa da irili ufaklı birçok şey için de yıkım getiriyordu. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldıktan sonra arkamı dönüp Atatürk’ü aramaya başladım. Söylemesi bile bir garip değil mi? Siz bir de hissettiklerimi düşünün!

Dikkat çekmemek adına sarayın kapı ve pencereleri etrafındaki süsleri izleyerek Şükran’ın bana, “Geçme!” dediği arka kısma doğru ilerlemeye başladım. Soran olursa da bahanem hazırdı, mimarlık öğrencisi olduğumu ve sadece yapıyı incelediğimi söyleyecektim. Ayrıca o bölüme geçilmemesi gerektiğini gösteren tabelayı da görmemiştim. Tabii bu esnada tek dileğim kimsenin mimarlık hakkında bir soru sormamasıydı. Gerçi bu sefer de henüz ikinci sınıf öğrencisi olduğumu söyleyebilir (ki burası doğruydu) ve cahilliğimle durumu kurtarabilirdim. Hem içeride hem de bahçede gezen bir sürü ziyaretçi olduğu için dikkat çekmiyordum ama yine de ara sıra dönüp etrafa bir göz gezdirmekte fayda vardı. Hatta bunlardan bir tanesinde Şükran’la göz göze gelmiştik. Bir grup insanı çevrede dolaştırıyor ve onlara sarayın tarihini anlatıyordu. Tam bir zarafet timsaliydi. Bir süreliğine kendimi ondan alamasam da gözlerimi kamaştıran güneşin parlaklığı bana göreve dönme emrini vermişti. Görevi için yağmur çamur demeden yerlerde sürünen bir askerin hissiyatı neyse şu an ben de aynen öyle hissediyordum. Benim sayemde güzel günler görecektik, güneşli günler…

Binanın geçilmesi yasak olan köşesini döndüğümde yine son derece bakımlı ama tamamen boş bir bahçe karşıladı beni. Bahçede ismini bilmediğim birkaç ağaç ve heykel haricinde herhangi bir şey olmadığı için saklanabilecek bir yer bulamadım. Bu yüzden binaya sırtımı vererek yine kıyı kıyı ilerlemeye devam ettim. Az ileride gözüken ve uzun demirlerden oluşan bir çitle çevrelenmiş ikinci bir bahçeye yöneldim. Etrafta herhangi bir koruma veya asker görmemiştim, kimsecikler yoktu. Aslına bakarsanız ana kapıdan geçtikten sonra güvenlik adına kimseyi görmemiştim ama yine de temkinli olmalıydım. Demir çitin üstü sarmaşıklarla kaplı olduğu için doğal biçimde gizlenmiş kapıyı bulmam biraz zaman aldı. Kapının kilitli olduğunu tahmin ettiğim için geriye tek bir çare kalıyordu, çitlerin üstünden atlayacaktım. O ana kadar “sarayın bahçesinde kaybolmuş meraklı mimarlık öğrencisi” rolümü gayet iyi oynamıştım. Bir asker veya görevli beni görecek olsa, rahat tavırlarımdan dolayı herhangi bir kötü niyetim olmadığını anlayacak ve aslında bulunmam gereken yere doğru beni nazikçe yönlendirecekti. Ama bu çitlerin üstünden atlama meselesi kötü olmuştu, bunu gören biri haliyle niyetimden şüphe edebilirdi.

Sarayın arka tarafında kalan bu bölüme ışık doğrudan gelmediği için bahçenin neredeyse tamamı gölgede kalmıştı. Ayrıca vakit henüz öğleni bulmadığı için de güneş benden yanaydı, bu tarafa uğramamıştı henüz. Bu da işimi kolaylaştırıyordu. Etrafı kolaçan edip, çevrede kimseciklerin olmadığını anladıktan sonra en az sarmaşık kaplı yere, kapının hemen üstüne tırmanmaya başladım. Aslında kapı o kadar da yüksek değil, tahminimce sadece iki metre kadardı ama sarmaşıklar tırmanma işini zorlaştırıyordu. Yerden ayaklarım kesildiğinde, ses çıkarmamaya çalışarak kendimi yukarı doğru çektim ve biraz yükselip ayağımı diğer tarafa atmayı başardım. Şimdi vücudumun yarısı eski bahçede, diğer yarısı ise girmeye çalıştığım yeni bahçedeydi. Eğersiz eşeğe binmiş ve dengede durmaya çalışan bir köy bebesini andırıyor olmalıydım.

Geçmek istediğim tarafa baktığımda, sadece on beş yirmi metre ötemde, binanın yakınlarında, üstünde tabak çanaklar kurulu bir masa gördüm. Öğle yemeği ya da geç kahvaltı için hazırlanmış gibi duruyordu. Buna rağmen son derece şık bir sofraydı. Ben böyle gereksiz tespitler yapmaya çalışırken yakından gelen konuşmaları işittim, birileri geliyordu. Kalbimin ritmi hızlanmıştı, bu vaziyette yakalanmak hem utanç verici olurdu hem de tehlikeli. Komşunun bahçesindeki ağaçtan meyve aşırmaya benzemezdi. Kaçmama fırsat kalmadan binanın içinden, ellerinde tepsileriyle görevliler çıkmaya başladı. Üstlerindeki kıyafetlerden garson olduklarını hemen anlamıştım. Artık oraya gitmem mümkün değildi. Askerlere haber verseler tutuklanabilir ve hatta daha kötü sonuçlarla karşılaşabilirdim. Geri dönmeye karar verdiğimde garsonların yanına bir iki asker ve görevlinin daha eklendiğini gördüm. Betim benzim iyice atmış olmalıydı. Tam geriye atlamak üzereydim ki altımdaki kapının yavaş yavaş sallandığını hissetim. Dengemi bulmak için ufak tefek yaptığım hareketler, kapının daha da çok sallanmasına sebep oldu. Görevlilere baktım, masanın başında hazırda bekliyorlardı ama kimsenin beni gördüğü yoktu. Sonra aniden kapının kilidinden bir “tık” sesi geldi ve kapı olanca sesiyle gıcırdayarak sağa doğru açılmaya başladı. Gerzek kapı! Meğerse kilitli değilmiş. Tabii bir anda herkesin bakışları üstüme çevrildi. Tahminimce askerlerin o an, o saniye beni vurma yetkileri bile varken kimsenin bu komedi sahnesini bozmaya niyeti yok gibiydi. Lanet bahçe kapısı açıldı, açıldı, açıldı… Sarayın koskoca giriş kapısıymış gibi ağır ağır açıldı. İnsanlar, kuşlar, dalgalar hepsi susmuş, sanki hepsi birden sadece kapının gıcırdamasını dinliyordu. En sonunda kapı, açılması durup da hemen bitişiğindeki duvara vurduğunda, masanın etrafındaki iki asker bana doğru koştu ve hemen altımda bittiler. Biri, “İn aşağı!” diye seslenirken, diğeri silahımın olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Bu sırada, bizimki kadar olmasa da masada da bir hareketlilik yaşanıyor, üç beş kişi masanın başında toplanmış birbiriyle konuşuyordu.

İnersin inmezsin derken (ki inmeyip de ne yapacaktım) iki askerin kucağına hop diye düşüverdim. Ben kendimden gayet emin ve rahat tavırlarla adamlara sakin olmaları gerektiğini söylemeye çalışırken onlar beni çoktan çimenlere yüzüstü yatırmışlardı bile. Askerler ellerimi arkada birleştirdiklerinde ben sanki haklıymışım gibi onların elinden kurtulmaya çalışıyor ve bir yandan da, “Bırakır mısınız?” gibilerinden, o an için gerçekten de hiç mümkün olmayan ricalarda bulunuyordum. Bütün bunlar yaşanırken gelecekten gelmiş ve bir iddia peşinde olmanın beni her türlü davanın üstünde tuttuğunu düşünüyor ve hatta bir dokunulmazlığım olduğunu hissediyordum.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Andrzej Sapkowski’nin yazdığı The Witcher serisinin ikinci kitabı Kader Kılıcı’ndan bir alıntı.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3