Полная версия
İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN
Beyaz muşamba örtülü sofra hazırlanmıştı. Fatma, ıslak ellerini birer birer yanlarına kurulayarak bahçe tarafından geldi. Bir elindeki emaye kapta iri yeşil zeytin taneleri vardı. Bunu masanın üzerine, gömeçli bal tabağının yanına koydu ve: “Siz oturun beyim, bizimkiler geç kalkarlar,” dedi. Ömer bugün de ev halkını görmeden gideceğini, mamafih onların buna gene darılmayacaklarını düşündü.
Yalnız, “Eniştem gitti mi?” diye sordu.
“Hayır… Daha kalkmadı!”
Demek Galip Efendi de artık işlerin yakasını bırakmıştı. Yağ iskelesindeki dükkâna sabah namazından evvel gitmenin bir faydası olmadığını nihayet o da anlamış ve on altı yaşındaki çırağın namusuna güvenerek sabah uykusu kestirmeyi daha akıl kârı bulmuştu. Bir iskemle çekip oturdu. Önündeki beyaz cam fincana Fatma, çay dolduruyordu. Yukarıdaki odanın kapısı açıldı. Sofada ayak sesleri oldu.
Ömer, lakayt olmaya çalışan bir sesle: “Semiha galiba!” dedi.
“Değildir, değildir… Küçük hanım öğle olmadan kalkmaz… Herhâlde Macide Hanım olacak. Mektep vaktidir. Dün gitmemişti. Kadıköy’de bir ahbapta idiler, ama bugün nasıl gidecek?”
Yukarıda ayak tıpırtıları devam ediyordu. Macide, herhâlde ayakkabılarını giymekle meşguldü. Fatma, Ömer’in yanına sokularak kulağına fısıldadı.
“O mektep çalgılı, türkülü bir yermiş… Böyle günde gidilir mi?”
Sonra başını sallayarak ilave etti: “Ama burada kapanıp da ne yapsın? Belki hava alır da içi açılır. Pek acıyorum kızcağıza…”
Macide, merdivenlerden inmeye başladı. Yeşil kareli ve kiremit renginde spor bir etek ve kahverengi yünden bir kazak giymişti. Başında aynı renkte bir bere vardı. Ömer’in gözleri ona çevrildi. Yüzünü gülümsemeye benzer bir şey buruşturdu. Macide de yüzünde tatlı bir tebessümle geliyordu. Loş sofada gözlerinin kırmızılığı ve yüzünün solgunluğu pek belli olmuyor, sadece biraz süzgün duruyordu. Ömer, onun tebessümünü fevkalâde acı buldu. Böyle zamanlarda gülmenin doğru olmadığını düşünerek değil… Macide’nin ne kadar ıstırap içinde olduğunu fark etmemek için kör olmak lazımdı, fakat bu garip genç kız, etrafındakilere kederini bile göstermek istemeyecek kadar kendine güvenen bir mahlûktu. Dudaklarındaki oldukça muvaffak tebessüm, ona yaklaşmak isteyenleri itiyor gibiydi. Ömer içinden: “Başıma büyük bir iş sardırmak üzereyim, inşallah sonu iyi olur!..” diye söylendi. Macide, Ömer’in tam karşısına geçti. Fincanını alarak birkaç yudum içti. Canı hiçbir şey istemiyor, fakat herhangi bir fevkaladelik yapmış olmamak için sıcak çayını bitirmeye çalışıyordu. Bir aralık gözleri Ömer’inkilerle karşılaştı. Kumral saçları beyaz alnına dökülen delikanlının hali ona biraz gülünç, fakat çok samimi geldi. Macide’nin yüzünü de içten gelen sıcak bir hava sardı ve göz kapaklarını hafifçe kapayarak içini çekti. Bu anda bütün duruşu: “Halimi görüyorsunuz ya!” der gibiydi. Ömer, bunu derhâl anladı. Karşısındakine sabit gözlerle bakarak derin bir nefes aldı. Bir kompartımanda oturan ve birbirinin dilini bilmeyen iki insan gibi yavaş yavaş ve çekingen tebessümlerle anlaşmaya çalışıyorlardı. Ömer, birkaç kere ağzını açarak ileri doğru eğildi. Bir şey söyleyecek gibi oldu, sonra vazgeçti. Macide, bunu fark etmemiş görünüyordu. Nihayet her ikisi de aynı zamanda ayağa kalktılar.
Ömer, Fatma’ya: “Teyzemle enişteme selam söyle! Bak, bekledim, hâlâ kalkmadılar. Kabahat benden gitti,” dedi, sonra gülümseyerek ilave etti: “Semiha’nın da gözlerinden öperim!”
Şapkasını aldı. Macide de notalarını almış ve açık renk pardösüsünü sırtına geçirmişti. Ömer, ehemmiyetsiz bir tavırla sordu.
“Siz de çıkıyor musunuz?”
“Evet! Görüyorsunuz!”
Ömer: “Bu kızın karşısında hokkabazlık yapılmayacak,” diye düşündü.
Pişkin metotlar, mektep arkadaşı olan kızları hayran bırakan hoş küstahlıklar, hatta bazen hayâsızlığa kadar varan şuh nükteler ölü cisimler halinde kafasında yatıyordu. Buna mukabil, arzuları eskiden duyduklarıyla kıyas edilemeyecek kadar şiddetliydi. Macide’nin, kapıdan çıkarken eline dokunan parmakları Ömer’i kıpkırmızı etmişti. Uzun ve siyah kirpiklerinin altında o mağrur tebessümü muhafazaya çalışan kederli gözleri, delikanlının üstünde dolaştıkça onu büsbütün şaşırtıyor ve manasızca etrafına bakınmaya ve susmaya sevk ediyordu. Ara sıra Ömer’in gözleri de yanındakini süzüyor, onun kahverengi kazağın altında beliren göğsü, önünü iliklemediği pardösüden dışarı fırlamaya çalışırken genç adam dişlerini sıkıyor ve süratle nefes alıyordu. Tramvay caddesine geldikleri zaman birbirlerine bakıştılar.
Ömer hemen sordu: “Nereye gideceksiniz? Konservatuvara mı? Saat daha sekiz… Benim bir saat daha vaktim var. İsterseniz yürüyelim.”
Macide, evet makamında başını sallayarak yoluna devam etti. Beyazıt’a, oradan Bakırcılar’a doğru geldiler. Her ikisinde de aynı sıkıntı devam ediyordu. Ömer, içinden söylenmeye başladı: “Dut yemiş bülbül gibi dilim tutuldu. Kendimde ilk defa tespit ettiğim bir hâl. Mamafih, vaziyet de tuhaf. İlk defa tanıştığım ve bir gün evvel babasının ölümünü duymuş matemli bir kıza da hemen ilanı aşk edilmez ya… Ancak teselli verilir… Benim de ömrümde yapmadığım şey. Ne kimse beni teselli etmeli ne de ben kimseyi… Riyakârlık tesellide son haddini bulur. Bu anda çehrelerin aldığı yalancı teessür ifadesi, o biraz yukarı kalkıp birbirine yaklaşan kaşlar, o hafif hafif ve anlayışlı bir tavırla sallanan baş ve o derinden çıkarılmaya çalışılan matemli ses insanı deli eder. Bu kızın da aynen benim gibi düşündüğüne eminim. Muhakkak böyle şeylerden hoşlanmayacaktır. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıp mektebine gidişinden belli… Peki, ama ne halt etmeli? Ağzı süt kokan iki orta mektep talebesi gibi bakışıp süzülmek de pek akıl kârı değil. Bu da bir başka soğukluk… Şimdi elimi uzatıp allahaısmarladık diyerek kaçıversem ne olur? Ben bu kadar sıkıntıya gelemem, fakat neden yapamıyorum? Muhakkak beni burada ona bağlayan bir şey var… Yandan görünüşü harikulade… Ne beyaz yüzü var… Biraz sarımtırak… Acaba uykusuzluktan mı, yoksa hep böyle mi? Ben bu kızı muhakkak tanıyorum. Yani ruhunu tanıyorum. Aramızda bir şeyler var… Ah, aptal Nihat! Beni bir gün deli edecek… ‘Sen onu belki çocukken gördün, zihninde bir hatırası kaldı, onu büyütüyorsun.’ diyordu. Yalan! Bu öyle bir çocukluk hatırası falan değil, fakat bir kere işi bu hale soktu. Böyle bir ihtimali ortaya attı. İmkânı yok kendimi kurtaramıyorum. İnsanlar hadiseleri basitleştirmeye, bayağılaştırmaya ne kadar meraklı… Bütün hayallerimi bir aptalca laf berbat ediyor… Nihat’ı zaten bu son günlerde beğenmiyorum. Karanlık işlere girip çıkıyor, fakat iyi arkadaştır. Benim için ölmeyi bile göze alır, ama ne malûm? Bu da benim zannım, belki de tırnağını bile kesmez. Mamafih, şimdiye kadar olan arkadaşlığımızda fedakârlık yapmak hep ona düşüyordu… Maddi fedakârlık… Bakalım daha ileri gidebilecek mi? Beni eskisi kadar sarmıyor… Bütün etrafındaki herifler de öyle… Yalnız, tuhaf bir cazibeleri olduğu da muhakkak. İyi veya kötü, bir sürü dimağların bir şeyler göstermek için hummalı bir makine halinde çalışmaları insanı bağlıyor.”
Gözleri tekrar Macide’ye ilişti. Kız da birtakım düşüncelere dalmıştı. Kaşları çatılmış, gözleri ileri dikilmiş, yüzünün bir hattı bile oynamadan yürüyordu. Sağ kolunun altında tuttuğu birkaç cilt nota arkaya doğru kaymıştı. Kısa ökçeli kahverengi iskarpinleri kaldırımlarda maharetle sekiyordu. Ömer, onun bir erkek gibi büyük ve serbest adımlar attığına dikkat etti. Birçok kızın minimini adımlarla zıplaya zıplaya yürümeleri onun içinde her zaman garip bir merhamet hissi doğururdu. Onun için Macide’nin kendisine ayak uydurmasını takdire başladı. Köprüye gelmişlerdi. Koşar gibi yürüyen bir kalabalık vardı ve her taraftan uğultu halinde sesler geliyordu. Haliç tarafındaki kaldırıma geçtiler. Arada sırada sarı sulara, irili ufaklı kayık ve mavnalara bakıyorlardı. Dubalardan birinin bir köşesine on yaşlarında bir çocuk oturmuş, yanına koyduğu teneke kutunun içinden aldığı solucanları oltaya takıyor, biraz öteye fırlatıyor, sonra muntazam darbelerle çekiyordu. Bir müddet onu seyrettiler. Çıplak ve kirli ayaklarını dubadan aşağı sallayan ve gözlerini oltasının ipinden ayırmayan çocuğun sebat ve iradesi Ömer’i düşündürdü. Kendisi hiçbir işe bu kadar dikkatle ve bu kadar kendini vererek sarılamayacağını zannediyordu. Bu sırada Macide’nin notalarından biri yere düştü. Ömer hemen eğilerek aldı, elini uzatarak: “Verin, ötekileri de ben götüreyim,” dedi.
Macide, hiç ses çıkarmadan uzattı. Sadece gözlerinde teşekküre benzeyen bir şey dolaştı. Onun bu hali Ömer’i büsbütün bağlıyordu. Kendi kendine: “Ne tuhaf şey!” dedi. “Birçok bayıldığım kızların birçok büyük iltifat ve müsaadeleri beni bu kızın manasını bile iyice anlayamadığım bir bakışı kadar sevindirmiyor. Evet, sadece bir bakış ve belki de biraz merhametle karışık, fakat bunun hiç olmazsa lakayt bir bakış olmaması beni yerimden sıçratıyor. İçimde müthiş bir hafiflik, bir genişlik duyuyorum. Belki de hakikaten sevmek budur. Belki de ben şimdiye kadar sahiden sevmenin ne olduğunu bilmiyordum. Acaba kendimi kapıp koyuversem mi? Ne zaman irademe müracaat edersem büyük bir yorgunluk duyuyorum… Kendimi hadiselerin eline bırakayım mı? Acaba şu anda o ne düşünüyor? Herhâlde beni değil… Niçin? Onun kafasında bir müddet yaşamak için neleri feda etmem ki? Her şeyi! Bana şimdi bir işaret versin, derhâl, bir an düşünmeden şu tramvayın altına atlarım. Acaba atlar mıyım?”
Macide: “Ne oluyorsunuz?” diye Ömer’in koluna yapıştı. Genç adam şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. Macide sordu: “Karşıda birini mi gördünüz? Fakat tramvayın altında kalacaktınız.”
Ömer, bulunduğu yere baktı. Yaya kaldırımında değildi. Demek ki Macide’nin önünden geçerek buraya gelmişti? Kendini toparladı: “Benzetmişim, kimse değilmiş!” dedi. Sol kolunda, biraz evvel Macide’nin sımsıkı tuttuğu yerde garip bir ürperme duydu. “Niçin tutmuyor… Niçin bıraktı?” diye mırıldandı. Yüzü, bir çocuk gibi buruşmuştu. İçinde güçlükle zapt ettiği bir ağlamak ihtiyacı vardı. Nihayet dayanamadı: “Koluma girsenize!” dedi. Macide onun kolunu, biraz evvel tuttuğu yerden, fakat bu sefer daha hafif bir şekilde yakaladı. Bu sırada gözleri karşılaştı. Macide, uzun uzun, bir şeyler hatırlamak ister gibi baktı. Onun dün köprüde de aynen bu şekilde kendini süzdüğü Ömer’in zihninden süratle geçti. Macide’nin gözleri böyle üzerinde kaldıkça şaşırıyordu. Genç kız bir şeyler görüyor, bunları kafasına yerleştiriyor, sonra yeni şeyler aramaya başlıyor gibiydi. Ömer başını çevirdi. Tekrar yürümeye başladılar ve Karaköy’den sonra yokuşu hiç konuşmadan çıktılar. Her geçen saniyenin içlerinde bir değişiklik yaptığını, onları birbirlerine daha çok tanıttığını fark ediyorlardı. Her biri kendi kafasındaki bir yolu takip ediyor ve bu yolun, yanındakinin kafasında da bir paraleli bulunduğunu katî olarak biliyordu. Konservatuvarın önüne geldikleri zaman Macide sessizce elini uzattı. Ömer şaşırmıştı. Şimdi ondan ayrılmak ve haftalarca görmemek mümkündü. Tabii olan da buydu. Hâlbuki beş dakika için bile ondan ayrılmayı kafası almıyordu. Düşündüğünü söylemekten korktu, ancak: “Şimdi nasıl çalışabileceksiniz?” diyebildi.
Macide, o anlaşılmaz gülümsemesiyle: “Ne diye soruyorsunuz? Böyle şeyler sorulur mu?” dedi.
Ömer, bütün cesaret ve iradesini toplayarak, mırıldandı: “Size birçok şeyler söyleyecektim!”
“Hiçbir şey söylemediniz!”
Ömer, sitemli gözlerle baktı. Macide özür diler gibi bir sesle: “Daha görüşürüz…” dedi. Karşısındaki derhâl atıldı: “Ne zaman?”
Macide omuzlarını silkti. “Bu akşam sizi gelip buradan alayım mı? Teyzemlere beraber gideriz!”
Genç kız düşünür gibi oldu, sonra kararını vererek: “Nasıl isterseniz!” dedi ve taş merdivenleri çıktı.
9
Ömer, yokuş aşağı koşar gibi iniyordu. Tüy gibi hafifti. İçinde köpürüp taşan bir saadet vardı. Etrafından geçen insanları kucaklamak, herkese: “Haydi, ne duruyorsunuz? Gülün, sevinin, hayat kadar tatlı şey var mı?” demek istiyordu. Köprüye bir nefeste indi. Kalbi müthiş çarpıntı içindeydi. Saate baktı, ona geliyordu. “Gene geç kaldım!” diye düşündü, fakat bu da onun neşesini bozmadı. Kendisini postaneye yerleştiren ve orada mühimce bir mevkii olan uzak akrabadan biri vardı: “Gidip bir elini öpeyim… Memnun olur ve bizim dairedekiler de onun odasından çıktığımı görünce çenelerini tutarlar,” diye söylendi. Aydan aya kırk iki lira yetmiş beş kuruş ücret aldığı vazifesinin adını bile bilmiyordu. Muhasebede oturuyor ve hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu. Ara sıra veznedar Hafız Hüsamettin Efendi onu yardıma çağırır ve birtakım manasız defterlere, manasız rakamlar yazmasını rica ederdi. Bu, ona hiç de sıkıcı gelmiyordu. Kendi kendine usuller icat ediyor, kolaylıklar buluyor, bazen de evvela birinci, sonra ikinci, sonra diğer haneler olmak üzere alt alta yazıyor; on-on beş rakam okuduktan sonra kaç tanesini unutmadan yazabildiğini tecrübe ediyor ve kafasına bir nevi spor yaptırıyormuş gibi bunlardan zevk alıyordu. Çalıştığı odada belki on tane masa vardı. Bunların her birinin arkasında mühim işlere dalmış gibi sessizce çalışan muhtelif yaştaki memurların hiçbiri vazifesine Ömer’den daha çok bağlı değildi. Kimisi geçim derdini, kimisi randevusunu, kimisi sinema filmlerini düşünüyor ve ekmek parası için katlandığı bu sıkıcı işe hiç durmadan küfür basıyordu. Üzeri mürekkep lekeli küçük masaların her tarafı kocaman siyah defterler, çizgili kâğıtlar, birbirine iğnelenmiş evrak ile doluydu. Bundan başka, biraz daha büyükçe masalarda oturan iki memurun arkalarını kaplayan etajerlerde de aynı siyah ve iri defterler duruyordu. Genç bir memur önündeki sumenin ucunu kaldırmış, oraya sıkıştırdığı yuvarlak cep aynasına bakarak briyantinli saçlarını, eskimiş suni ipek boyun bağını düzeltiyordu. Yeleğinin kenarları Frenk gömleğinin yaka tarafındaki yırtıkları ve yamaları örtmediği için eli sinirli bir hareketle ikide birde boynuna gidiyordu. Açık renk elbisesinin dizleri kirlenmeye başlayan pantolonu pek keskin ütülüydü, belki üçüncü pençeyi taşımaya çalışan kanarya sarısı iskarpinlerinin burun tarafındaki kıvrımlarda terden hâsıl olma lekeler vardı. Onun yanında orta yaşlı ve saçlarını fırça gibi kestirmiş bir diğer memur, masasının sağ tarafındaki çekmeceyi açmış, içine eğilerek eski bir akşam gazetesinin tarihi romanını okuyordu. Diğer masaların sahipleri de önlerinde resmi bir iş olduğu halde, kenarda köşede bir delik bulup hususi ve şahsi hayatlarına kavuşmaya çalışıyorlar, hiç olmazsa iki üç satır yazı yazdıktan veya hesap yaptıktan sonra iskemlelerinin arkalığına dayanıp başlarını geriye atarak uzun düşüncelere dalıyorlardı. Onların bir müddet böyle durduktan sonra biri tarafından dürtülmüş gibi silkinerek masanın üzerine eğilmeleri ve işleriyle meşgul oluyormuş gibi yapmaları Ömer’e dolap beygirlerinin ara sıra durup başlarını havaya kaldırmalarını ve bağlı gözlerinin arkasında bir şeyler sezmeye çalıştıktan sonra tekrar dönmeye koyulmalarını hatırlatıyordu. Yanı başlarındaki küçük bir odada ve pirinç parmaklıklı bir kafesin arkasında çalışan veznedar Hafız Hüsamettin Efendi, dairede belki yegâne iş gören adamdı. Bazen herkes gittikten sonra da odasında kalır; beş altı türlü deftere ayrı ayrı kayıtlar yapar, kasasını üç dört muhtelif anahtarla kilitler ve pek az kimse ile konuşurdu. Ömer buraya ilk geldiği günlerde onunla ahbap olmuştu. Daima sakalları biraz uzamış olarak gezen, henüz kırk beş yaşında bile olmadığı halde, yarı ağarmış, yarı dökülmüş saçlarıyla altmışlık gibi görünen bu adamın hiç de basit bir insan olmadığını hemen anlamıştı. Kendine mahsus ve yeni nükteler yapıyor, etrafındakilerden bahsederken biraz keskin, fakat isabetli hükümler veriyordu. Büyük odaya pek az uğradığı halde oradaki bütün memurların hususiyetlerini nasıl bildiğine Ömer, bir türlü akıl erdirememişti. Ekseriya keyfi yerindeydi. İnce gümüş kenarlı gözlüklerle çalışır, birisiyle konuşacağı zaman onları alnına kaldırırdı. Daima gülümsüyormuş gibi duran açık ela gözleri insanı avucunun içine alıyor ve bir daha bırakmıyordu. Bütün hareketleri ve sözleri, hiç endişesi ve hiçbir şeyden korkusu olmayan bir adam gibi açık ve tek manalıydı. Hâlbuki Ömer, onun hiç de yağ bal içinde yüzmediğini biliyordu. En büyüğü on sekiz yaşında beş çocuğu ve bir de karısı vardı. Aldığı maaşla aybaşını pek zor bulanlardandı. İlk tanıştığı zamanlarda Ömer, ona halinden şikâyete kalkmış, aldığı paranın hiçbir işe yaramadığını, Balıkesir’deki annesinden kırk yılda bir gelen birkaç liranın elbiselik bir kumaş almaya bile yetmediğini, bir kere tahsili bitirse herhâlde işlerin başka türlü olacağını, fakat parasızlık yüzünden altı seneden beri fakülteye boşu boşuna devam ettiğini söylemişti. Hâlbuki derste devamsızlığı ve hâlâ mektebi tamamlayamaması parasızlıktan filan değildi. Okutulanlara ve bilhassa okutanlara karşı içinde yenilmez bir itimatsızlık, sebepsiz bir lakaytlık vardı. Bunun sebeplerini ne kadar dışarıda aramaya çalışsa da asıl illetin kendi acayip kafasında olduğunu biliyor, herkesten evvel kendini kandırmak için önüne gelene böyle masallar uyduruyordu. Hafız Efendi, onu ciddi bir yüzle dinledikten sonra: “Oğlum!” dedi, “Biz senin çağlarını geçirdik. İnsan bir kere öğrenmeye başladı mı artık peşini bırakmamalı. Araya azıcık soğukluk girdi mi bu ilim dedikleri namert, adamı ürkütür. Hayat ile fazla tanışıklık, belirli bir yaştan sonra insanları çok şey öğrenmekten, yani usulü dairesinde öğrenmekten uzaklaştırıyor. Bundan sonra boşuna kendini yorma… Hayatına başka bir yol seç, bir bankaya filan girmeye bak, gençsin, muvaffak olursun…”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Darülfünun: Üniversite
2
Tasavvur (Ar.): Hayalde canlandırma
3
Teessür (Ar.): Üzüntü
4
Muhayyile (Ar.): Hayal gücü
5
Ehemmiyet (Ar.): Önem
6
Teşekkül (Ar.) : Belli bir varlık ve biçim kazanma
7
Muvaffak (Ar.): Başarı
8
Mamafih (Ar. zarf) : Bununla birlikte
9
Vâkıf (Ar.) :Anlamak ve bilmek
10
İtiyat (Ar.): Alışkanlık
11
İstihfaf (Ar.) : Küçümseme, hor görme
12
Müsterih (Ar.): İçi rahat olan, huzurlu olan
13
Müşfik (Ar.) : Sevecen
14
Mukabil (Ar.): Buna karşılık
15
Mütehakkim (Ar.): Hakim olan, hükmeden
16
Tefekkür (Ar.): Düşünme, düşünüş
17
Kıstas (Ar.): Ölçüt
18
Mefkûre (Ar.): Ülkü
19
Bezirgân (Far.): Tüccar
20
Münevver (Ar.): Aydın kişi
21
Hodbin (Far.): Bencil
22
Vaki (Ar.): Olan, olmuş