bannerbanner
SERGÜZEŞT
SERGÜZEŞT

Полная версия

Абонемент 399.00 ₽
Купить
Электронная книга 128.63 ₽
Купить
Аудиокнига 760.24 ₽
Купить

SERGÜZEŞT

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Latife, ara sıra kendisine şeker, meyve gibi çocukların hoşuna giden şeyleri verdikçe bu hediyeleri nereye koyacağını şaşırır, sonra kimse görmesin diye cüzünü13 koyduğu bohçasına şekerleri gizlerdi; fakat bir defasında, şeker alırken Atiye Hanım gördü ve eve döndüklerinde annesine söyledi. Bir zamandan beri kocasının işlerinde görülen başarısızlık ve ev idaresindeki zorluklar, zaten sinirli olan mizacına günlerce devam eden bir neşesizlik getirdiğinden, o kadar sevdiği kızının terbiye eksikliğinden kaynaklanan çocukça bir gururla ettiği şikâyet üzerine: “Buraya gel pis Çerkes, buraya gel murdar dilenci!” diye Dilber’i odasına çağırdı.

Çocuk, odaya girdiği zaman o rastıklı kaşlarının altındaki sönük; beyazı, siyahından büyük gözlerini açarak, “Yanıma gel!” dedikçe Dilber, çocuklardan başka kimsenin anlayamayacağı bir korku ve dehşetle titreyerek olduğu yerde kaldı; hanım, ayağa kalktı. Dilber’i kolundan çekip taş yüreklilikle ona bir iki vurarak, “Şimdi dilenciliği öğrendin mi?” diye sorarak, bohçanın içinde ne kadar şeker, meyve varsa pencereden aşağıya attı. Yok edici kadın! Dilber’in bütün varlığını, çocuğun bütün hazinesini, acımadan böyle yok etti.

Bu davranış, geçirdiği üzüntülü hayatın etkisindeki durgun tavrını, zaten kolaylıkla yaralanmayan masum yaradılışını derin bir şekilde bozduysa da yaşına göre şaşkınlık verici bir dayanıklılıkla ağlamamak için sürekli bir gayret göstererek, kapıdan çıkmak üzereyken düşünceli gözlerinde elinde olmadan bir iki damla gözyaşı belirdi. Taravet de aşağıdan bu zavallı Kafkasyalıya: “Pis Çerkes, dilenci kız. Gel, mutfağa su getir!” diye bağırdı.

Gayet etkili bir şekilde esen kuzey rüzgârının ufuklardan getirdiği yoğun siyah buluttan damlayan soğuk bir yağmurun altında, bahçedeki kuyudan su taşır, kovaların sarsıntısından dolayı su damlaları üzerine döküldükçe soğuğu ta yüreğinde, içinde hissederdi. Kovaları koyduktan sonra mutfaktan artık dışarı çıkmaya cesareti, su taşımaya gücü kalmamıştı. Taravet, bir taraftan yemek pişirir, diğer taraftan, “Hadi su getir tembel. Sonra akşam yemek pişmez”, derdi. Çocuk, olduğu yerden kımıldamayarak, “Artık su getiremem,” dedi. Taravet, ağacın aşağısından bakıp da yukarıdaki kuşları düşüren yılan gibi, beyazları kan içinde ve yalnız o gözlere özgü vahşi bir bakışla, yanan bir odunu ocaktan alıp, Dilber’e doğru yürüyünce çocuk, üzerine bir yanardağ geldiğini veya elindeki topuzuyla yanında bir zebani dolaştığını görünce merhameti en çok coşturan korkudan ve ürkmekten ortaya çıkan boyun eğen bir teslimiyetle hemen dışarı çıktı. Yanıp yakılarak tahammülünün üzerinde olan hizmetini yerine getirdi.

O akşam herkes, derin bir uykudayken asılı bir saat, mezarlıkta öten baykuş gibi gece yarısını haber verirken Dilber, yatağından kalktı. Dolabı yavaş yavaş açarak bir şey çıkardı. Sonra elini başına tutarak, bir ordu kumandanına özgü dayanıklılıkla düşünmeye başladı…

Korkunç şey! O soğuk, o karanlık gece yarılarında bu çocuk ne yapıyor?Artık kaçacak… Artık firar edecek. Çektiği acılara, dayaklara vücudu dayanamıyor. Gördüğü davranışlar, hakaretler ruhunu yaralamış. Firar edecek; fakat gecenin, devlere özgü korkunç ve yüce bir şekilde gökyüzüne yayılan siyah kanatlarının altı böyle küçük bir varlığa sığınak olamaz. Firar edecek… Kendisi tarafından da bilinmeyen bir kuvvetin yönlendirmesiyle bir şey arayacak… Kendisinin haberi olmadan ayaklarının rehberliği ve kılavuzluğuyla bir yere gidecek… Hissettiği büyük bir eksikliği tamamlamaya muhtaç olduğu bir sığınağı bulmaya gidecek… Rahat etmek, teselli bulmak, bir unutma ve terk edilme halinden kurtulmak, kısacası; şefkatli kucağında istediği gibi ağlamak için annesini bulacak…

Zavallı esir! Gururlu bir tavırla hanımın verdiği elbiseyi üstünden çıkararak dolabı yavaş yavaş açtı. Dolabın toz içindeki bir köşesine atılmış Çerkes paltosuyla kalpağını çıkardı. Giyinirken yatağın içinde uyuyan kara talihine korkulu gözlerle ikide bir bakıyordu. Odanın içindeki kandilin ümit yıldızı gibi hafif ve zayıf olan ışığı çocuğa, minderin üzerine atılmış eski bir hırkayı, yırtık bir entariyi, ağır bir uykuya dalmış Taravet’i korkunç bir şekilde gösteriyordu. Böyle bir firar için yolculuk hazırlığı gerekirdi. Mektebe giderken cüzünü koyduğu bohçasını önüne açarak içine ilk önce, Latife’den aldığı bebeğini koydu. Sonra bir elma, daha sonra yüzük olarak iki demir halkasını yerleştirdi.

İşte dünyada sahip olduğu bütün varını yoğunu bohçasına yerleştirirken sessiz sessiz sürekli ağlıyordu. Bir taraftan gözyaşı döküyor, bir taraftan bohçasını düzenlemekle uğraşıyordu. Aferin! Bu küçük Kafkasyalının acı dolu yüce kalbine ki kendi varlığından başka bir şey kabul etmeyerek ve bohçasını koltuğunun altına alarak odanın kapısından dışarı çıktı. Karanlıkta elleriyle merdivenleri yoklayarak aşağıya indi. Sokak kapısına yaklaşıp da kapının demirli olduğunu görünce yoluna çıkan bu demirden engelin, bu tahammülü aşan engelin karşısında tam bir ümitsizlikle donakaldı. Istırap ve ümitsizliğin tahrik ettiği sinirleri yüzünden iki misli artan kuvvetiyle bir iskemlenin üzerine çıkarak demiri yukarı doğru itti. Mümkün değil! Kızgınlık ve ümitsizlikle titremeye başlayan elleriyle bir kere daha denedi. Mümkün değil! Demir, hanımıyla Taravet’in kalbi gibi hissiz duruyordu. Ümitsizliğin verdiği olanca kuvvetiyle bir kere daha itince demir, yerinden kımıldadı. İskemlenin üzerine ara sıra oturup, nefes alarak işine devam etti. Yarım saatlik bir çalışma sonrasında engelleri kaldıran kapı açıldı. Kapıyı tekrar kapatmayı düşünmeden kendini sokağın ortasında buldu.

Gece, bütün sessizlik ve karanlığıyla ortalığı sarmıştı. Ne gökte bir yıldızın ne yerde bir kandilin ışığının göründüğü bu koca gecenin içinde hiçbir ses işitilmiyor; sadece uzaktan uzağa havlayan köpeklerin sesleriyle, ara sıra şiddetli bir şekilde esen soğuk, etkili bir rüzgârın eski Bizans harabelerinden çıkardığı korkunç yankılar, korkan kulaklarına ulaşıyordu. Korkusundan önüne bakarak ve adımlarını sık sık atarak mahalleyi geçti. Bir tarafında yangın harabesine rastlayınca oradaki bir evin kapısının önünde birdenbire durdu. Yaşamak için yumuşak huyluluğa, okşanmaya ve korumaya muhtaç olan bu varlığın küçücük kalbi, o büyük gecenin korkunç sessizliğiyle harabelerden çıkan müthiş seslerden ve kuzeyin buzlu dağlarından dökülüp gelen o etkili rüzgâr, en ince sinirlerine kadar yayılarak bütün vücudunu titretmeye başladığı zaman, Taravet’in zulüm ve eziyetinin hatırası canlandı. Soğuğun etkisi ve korkunun şiddetiyle özgürlüğünü ve rahatlığını kaybettiği, kalbine ve zihnine hücum ederek hayalindeki dehşet ve korkunun da kuvvetiyle özgürlük ve baskı bütün gücüyle etkisini göstermeye başlayınca da bulunduğu yere birdenbire oturdu.

Yorgun olan gözleri varlıkları rüya gibi gördüğü zaman ta karşıda, siyah bir kadifeyle örtülü gibi görünen karanlık gökyüzünün ufuklara yakın bir köşesinde, sise benzer bir ışık ortaya çıktı. Bu ışığın ortaya çıktığı gökyüzüne daha dikkatli bakınca o ışığın içinde anneciğinin gülümseyen yüzünü gördü. İşte orada… Kendisine gülüyor! Sözlerini işitecek. Ah, üzerine doğru geliyor. Gücünün erişemediği şeyleri taşımaktan iskelete dönmüş kollarını anneciğini kucaklamak için gökyüzünün o tarafına doğru uzatarak, “Aman, imdadıma yetiş!” dedi, sonra şiddetli bir feryatla arka üstü düştü, bayıldı.

2

Derin bir uykudan uyandığı zaman kendisini, bilmediği bir evin, bilmediği bir yatağın içinde buldu. Karşısında, zamanın geçerken bıraktığı izlerle buruşmuş ihtiyar bir yüz, ihtiyar bir kadın, kendi ışığı biterken, ruhunun hafif ışığının yansımaya başladığı yumuşaklık ve şefkatle dolu gözlerini çocuğa dikmiş, titreyen elleriyle ilaç veriyordu. Hiç şüphe yok ki o merhametli bakış bu küçük için ilaçtan çok, kederli kalbinin dermanıydı. Siyah olduğu zaman sevdayı, beyazladığı zaman merhameti uyandıran saçları, yatağın içinde Dilber’in üzerine döküldüğü zaman ona, pek yakışmıştı. O uyuyan ve acı çeken ruhun yorganı da böyle nurani olmalıydı. Yattığı odada bir minderle onun köşesinde yine küçük bir minder vardı. Odanın ötesinde berisinde birer küçük şilteden ve bundan elli altmış sene önce yapılmış bir dolabın içinde Çanakkale testisiyle bardağından başka bir şey yoktu. Çocuk, yatağın içinde kalkıp da arkasını yastığa dayadığı ve yanına koydukları bebeği kucağına aldığı zaman, ihtiyar kadın konuşmaya başladı:

“Yavrucuğum, sen kimin kızısın?”

“Ben halayığım.”

İhtiyar kadın biraz düşündükten sonra o yumuşak ve titrek elleriyle Dilber’in saçlarını okşayarak, “Kimin halayığısın?” diye sordu.

“Hanımın.”

“Hangi hanımın?”

“Atiye Hanım’ın annesinin…”

İhtiyar kadın bir asırlık başını eline dayayarak biraz daha düşündükten sonra:

“Sen dün gece öyle geç vakit niçin sokağa çıkmıştın, kızım?”

Dilber, cevap veremedi.

“Öyle gece yarılarında çıkan hayaletleri düşünmeden, yaramaz çocuklara görünen umacılardan14 korkmadan buralara nasıl geldin yavrucuğum?”

Dilber yine cevap vermedi.

“Dün gece yatakta anneciğini sayıklıyordun. Annen kimdir? Şimdi nerede? Söyle evladım.”

“Bilmem…”

İhtiyar kadın gözlerinin yaşını sildi.

“Dur, sana torunumu göndereyim de beraber oynayın,” diyerek kapıdan çıktı.

Bir iki dakika sonra odanın kapısında bir çocuk göründü, yüz yüze baktıktan sonra çocuk yatağa doğru koştu, birbirlerinin boynuna sarıldılar. Dilber, bu çocuğun mektep arkadaşı Latife Hanım olduğunu yatağın yanına yaklaşana kadar anlamamıştı.

“Dilber sana ne oldu?”

“Hiç, ben kaçtım.”

“Niçin kaçtın?”

“Beni çok dövüyorlar. Çok hizmet ettiriyorlar. Sonra her dakika, ‘Pis Çerkes, pis halayık diyorlar.’ Oyun oynasam yasak. Üşüdüğüm zaman mangalın kenarına otursam Taravet, maşayla elimi yakıyor. Bak koluma!” dedi.

Gerçekten, yorganın içinden çıkardığı esmerleşmiş, katılaşmış kolunun üzerinde bir yanık izi vardı, sonra yine sözüne devam ederek:

“Bu yatağı aşağıya indirin de ben sizin esiriniz olayım. Sana su taşırım. Bebeklerini giydiririm, odanı süpürürüm, beni bırakma,” dedi.

Latife, “Seni burada dolaba saklarım, kimse bulup götüremez,” diye cevap verdi.

Bir çocuğun bir çocuktan yardım istemesini, diğerinin insanlık sevgisine açık olan küçücük, sevgi dolu kalbinin arkadaşça yönlendirmesiyle tek kurtuluş çaresi olarak, “Ben seni dolaba saklarım,” yolundaki masum ve koruyucu vaadini işitmek ne dokunaklı şeydir!

Bu gizli konuşmayla verdikleri kurtuluş kararı, ikisinin de meleklerin ağzıyla öpülmeye layık olan masum, temiz yüzlerinde sevinç ışığı olarak görünmeye başladı.

Zavallı çocuklar! Sizin o mini mini elleriniz, Asya’nın eski vahşetinin kullandığı ve birkaç asırdan beri insanlığın zorbalığı altında inlediği esaret zincirlerini kırmak için değil, belki kendiniz gibi küçük kuşları, güzel çiçekleri okşamak içindir.

Latife, koşarak büyükannesine bu kızın kimin halayığı olduğunu ve nasıl keder ve acı içinde bulunduğunu yanıp yakılarak, gücünün yettiği derecede tarif etti.

İhtiyar kadın, çok defa bu yaştakilere özgü ilahi tevekkül ve vicdan rahatlığından doğan yüce bir sessizlikle Dilber’in yanına geldi.

“Sen korkma benim güzel evladım,” dedi.

Sona yaklaşan bir ömür, yeni başlayan bir hayata bu rahatlık ve şefkatle teselli vererek örtünmek için başına bir örtü, dayanmak için eline bir değnek alarak sokağa çıktı. Yıkılmış, harap olmuş emellerin, yok olan ümitlerin durağı olan ve doksan seneyi aşkın bir zamandan beri çarpan bu kalbin en derin bir köşesinde bir kurtarma arzusu uyanmıştı.

Bir fener insana karanlıkta nasıl yol gösterirse bu arzu da ümitsizlik içinde bulunan bu ihtiyara öyle rehberlik ederek bir çocuğu kurtarıp Cenab-ı Hakk’a her gün arz ettiği ibadet ve kullukların birini de o gün yerine getirmek istiyordu. Doğru, Mustafa Efendi’nin evine giderek kapıyı çaldı.

Yine o sabah, Taravet uyanıp da Dilber’i yatağında göremeyince belki su taşımaya gitmiştir düşüncesiyle bahçeye baktı. Orada göremedi; evin her tarafını dolaştı. Yine bulamadı. Sonra aşağıya inip de sokak kapısını ardına kadar açık görünce kaçtığını ve gece yarısı kim bilir nerelerde kaldığını, belki de sokakta köpeklerin onu paraladığını düşünerek, Dilber’in bu yaşta kaçmayı bilmesi ve hanımını zarara uğratması gibi bir cinayeti aklı almayarak büyük bir korku ve telâşla hanımının odasına girip, “Ah hanımcığım, Dilber kaçmış. Dilber kaçmış!” diye feryada başladı.

Hanım bu haberi alır almaz şaşkınlık dolu bir dehşetle sordu: “Dilber mi kaçmış? Kız sen delirdin mi? O yaştaki bir çocuk kaçmayı ne bilir?”

Taravet, çocuğun kaçtığı yeri göremediğinden ortaya çıkan hırs ve öfke nedeniyle kararan yüzünde, karanlıkta sönük bir kandil gibi parlayan gözlerinin beyazını gösterdi. Sesi, korkudan titriyordu. Şaşkınlıktan, siyah bir piyanonun bir parça açılmış kapağından görünen beyaz kemikleri gibi parlak dişleri görünecek kadar açılan ağzı, telâşından tamamen kaybolmuştu. İyice düşünüp, hanımına gerçeği anlatmaya çalışarak, “Eğer kaçsa… Bohçası olmaz mıydı… Dolabı…Esvabı… Sokak kapısı ardına kadar…Açık…Yok… Hiç yok.”

Hanım birdenbire öfkelenerek, “Hep kabahat sende! Şimdi, şimdi gidip bul. Yoksa dayaktan canın çıkar,” deyince Taravet, başını örtüp, sokağa çıkarak geleni geçeni durdurup, “Bizim hanımın halayığını sen mi çaldın?” diye sordu.

İhtiyar kadın eve gidip Mustafa Efendi’nin hanımıyla oturduğu odaya girince hanım, ayağa kalkarak telaşla, “Ah hanım nine. Başıma gelenleri sorma. Benim o pis halayık, o pis Çerkes kaçtı,” dedi.

İhtiyar kadın sakinlikle ve yumuşaklıkla:

“Hayır kızım, senin cariyen kaçmadı, bendedir.”

Bu söz üzerine hanım, şaşkınlığından bulunduğu yerde cansız bir cisim gibi donakaldı.

İhtiyar kadın sözüne devam etti: “Kızım, Cenabı Hak çocukların günahını affettiği gibi hanımları da kusurlarını affetmelidir. Size bir ricaya geldim. Biriktirdiğim beş kese akçeyi size hediye edeyim, siz de bana çocuğu verin.”

“Ne yapacaksınız?”

İhtiyar kadın, meseleyi, başarıyı sağlamak için ciddiyetten uzaklaştırarak ve büsbütün şaka tarzına büründürerek ağzından çok, gözleriyle gülerek, “Kandil gecesi bir kuş azat edeceğim.”

Hanımın, kendine özgü soğuk bir tavırla, “Ben halayığımı kimseye satamam,” yolundaki itirazı, ihtiyar kadına dokundu.

“Kızım, ben de zulümden kaçarak bana sığınmış bir çocuğu kimseye veremem.” Mustafa Efendi söze atılarak, “Eviniz hırsız yatağı mı?” diye sordu.

İhtiyar kadın sustu. İhtiyarlara saygının, kadınlara hürmetin, çocukları korumanın; insaniyetin ve medeniyetin vicdana yüklediği kutsal bir görev olduğunu bilmeyen bu iğrenç vahşi, “Esirim değil mi? Öldürürüm de yine sana satmam,” der demez ihtiyar, ayağa kalktı.

Hayatın baş dönmesi veren derin uçurumlarını görmüş gözlerini, Mustafa Efendi’nin kuzguni siyah sakalının daha da çirkinleştirdiği – İran ile etrafında bulunan kavimlerde görülen toprak renginden esmer, uzun, gayet çok ve sık sakalıyla bıyığının arasında küçük bir siyah nefes deliği gibi görünen ağzının üzerine kadar inmiş uzun ve yuvarlak burnu, kılları, dik kaşları, çekik gözleriyle yırtıcı bir kuşa benzeyen-yüzüne dikerek ve zamanın beyaz saçlarla taçlandırdığı başını sallayarak, bir Roma imparatoruna özgü büyüklükle, “Lanet olsun size!” dedi.

Hemen başını örttü ve her adım attıkça inleye inleye evine gidip de doğruca Dilber’in yanına girdiği zaman, bir dişi kalmayan ve sabahtan akşama kadar Cenab-ı Hakk’a yalvaran ağzıyla çocuğun gözlerinden öperek dedi ki: “Kızım, yeryüzündeki kelebeklere uçmak için çiçekten kanat veren Cenab-ı Hak seni daima onların elinde bırakır mı? Sen yine hanımına git. Korkma yavrucuğum. Bundan sonra seni dövmeyecekler.”

İhtiyar kadın bunları söylerken sokak kapısı çalınıyordu. Cumbadan başını uzatarak:

“Ne istersin İmam Efendi?” dedi.

“Mustafa Efendi’nin cariyesini almaya geldim. Çabuk aşağıya insin!” cevabını verdiği zaman ihtiyar kadın, ışığı sönmeye başlamış; fakat yaşları dinmemiş kederli ve ıslak gözlerini çocuğa çevirdiği sırada, Dilber de kendisini ıstırap zindanına çağıran ve gök gürlemesinin çocukların kalplerinde doğurduğu dehşeti andıran bu ses üzerine,yardım isteyen bir bakışla ihtiyara bakıyordu.

Hiç şüphe yok ki bu iki yaralı ruh, birbirlerini bulundukları yücelik ve Allah’a yakınlık mertebesinde; fakat kederli bir durum içinde görüyorlardı. İhtiyar kadın, çocuğu kucaklayarak gözlerini sildi.

Dilber, ihtiyarın kucağından, doksan beş senelik bir hayatın son gün batımının ışığı olan beyaz ve uçları kınalı saçlarını yüzünden ayırarak odadan dışarı çıktı; fakat hiç ağlamıyordu. Ağlamak, uğradığımız felaketlere karşı vücudumuzda kalan son gücün bir feryadıdır. Ağlamadığımız zamanlar, o gücün yok olduğu zamanlardır ki onun yerini alan sessiz bir acı, en şiddetli ve kederli gözyaşlarından daha gönül yakıcıdır.

Dilber, böyle bir sakinlikle aşağıya inerek doğruca İmam Efendi’nin ellerinden tutup yürümeye başladı.

Çaresiz çocuk. Bu kısacık hayatı boyunca ikinci defa; fakat öncekinden daha şiddetli bir kılavuzla demirden kuvvetli, ölümden soğuk esaret pençesine giderken nasıl güçsüz olduğunu anladı. Gece yarısı kaçtığı zindan azabının kapısına gelince ruhunun, vücudunun bütün gücü ve cesaretiyle kurtulmaya çalıştığı acılara ve kederlere, zahmetli hizmetlere yıkıcı bir güç tarafından tekrar teslim edildiğini görerek zihninin yetişemediği ve kendisinin tabiatüstü saydığı bu korkunç güce karşı masum hisleri ve çocukça düşünceleriyle tamamen güçsüz ve mahkûm olduğu için baştan ayağa sinirsel bir titremeyle evin kapısından içeri girdi.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Vakıflardan sorumlu bakanlığın yazı işleri müdürlüğü

2

Şir (Far.): Aslan

3

Vatan hizmetleri

4

Bak beklemeye gücüm kalmadıYalnızlık köşesinde yaşlandımBeklediğim hep yurdun güzel günlere kavuşmasıdırBir düşman elinde perişan olduBu vatanda benim her gün gördüğümAh, feryat ile can çekişmesidirLütfuna, tehdidine karşı durdumYiğitlikle ün saldım

5

Bu ad, babamın yazdığı “Rümuü’l-Hikem”e bir de söylemediklerime bir işaretti.

6

Şeyh Sadi-i Şirazi, Fars şair ve İslam âlimi

7

Herkes, âdemoğludur, lakin birbirlerinin kanını kurtlar gibi dökerler.

8

Harem (Ar.): Bir erkeğin eşi

9

Gulyabani: Korkunç görünüşlü ve çok iri vücutlu kimseler için kullanılır.

10

19. yüzyılın en önemli bestekârlarından biri olan Hacı Faik Bey’in eseri: Ben, o kızıl dudakların varken gül renkli şaraba boyun eğmem.

11

Halayık (Ar.): Esir edilmiş veya satın alınmış kız, kadın

12

Rastık (Ar.): Antimon tozundan yapılan, hanımların kaşlarını veya saçlarını boyamak için kullandıkları siyah boya

13

Eskiden mahalle mekteplerinde ders kitabı olarak okunan, içinde elifbâ, elifbâyaâit bilgiler, namaz duaları ve bazı sureler bulunan ufak kitapçık.

14

Umacı: küçük çocukları korkutmak için uydurulmuş, korkunç bir biçimi olduğu düşünülen düşsel yaratık

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2