bannerbanner
FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ
FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ

Полная версия

FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

Bir ay süre zarfında Râkım Efendi’nin Mister Ziklas’ın evinde kazandığı yakınlığın derecesini sorar mısınız? O kadar ki aile arasında yalnız hoca sıfatıyla kabul edilmiyordu. Belki aile dostu; namuslu, terbiyeli, mahcup, bilgili, olgun bir kişi olmak üzere kabul edilip hakkında ona göre karar veriliyordu.

O akşam Râkım, evine biraz erkence geldi ve evinde de fevkalâde bir şey gördü. Gördüğü fevkalâde şey ise Canan’ın orada bulunmamasıydı.

Râkım: “Dadı! Canan nerede?”

Fedayi: “Buradadır beyim!”

Râkım: “Buranın neresinde? İşte evimiz üç oda, bir sofadan ibaret. Her yere baktım yok.”

Fedayi, biraz bozularak: “Buradadır beyim. Şimdi gelir.”

Râkım: “Canım neredeyse söyle. Söylenmeyecek bir yerdeyse onu da söyle. Benden saklı bir işiniz var diye mi düşüneyim?”

Fedayi: “Vallahi beyim, biz bu işi senden saklı görmeye karar vermiştik, ama hata etmişiz.”

Râkım, telâşla: “Ne oldu canım?”

Fedayi: “Bir şey olduğu yok. Komşumuz (…) Beyefendi, cariyeleri için piyano öğretmek üzere bir madam tayin etmiş. Biz de heves ettik. Sana söylemiş olsak şayet izin vermezsin diye korktuk da…”

Râkım, biraz öfkeyle: “Evet dadıcığım! İzin vermezdim. Hâlâ da iznim yoktur. Canan piyano öğrenmek hevesine düşmüşse hiçbir arzumuzun gerçekleşmesine engel olmayan Cenabı Hakk, bu arzunun gerçekleşmesini de kolaylaştırır. Sana fikrimi doğrudan doğruya söyleyeyim mi? Sen yanında olmadıktan sonra Canan’ın sokak kapısından dışarı çıktığına razı değilim. Sen yanında olduktan sonra nereye istersen al götür. Dünyanın hâli acayiptir, sonra kıza verdiğimiz terbiyeyi kabul ettiremezsek yazık etmiş oluruz.”

Bîçare Râkım, bu sözleri öyle bir edepli tavırla söyledi ki dadısına anlatmak istediği düşünceyi Fedayi, fazlasıyla anladı. Aradan yarım saat kadar zaman geçtikten sonra Canan da geldi. Beyi eve gelmiş bulunca huzuruna çıktı, ama korkusundan titreyerek çıktı. Yani Râkım, bir sert söz söyleyecek olsa kıza âdeta bir fenalık geleceğini hâlinden anlamıştı.

Bunun üzerine Râkım: “Gel bakayım Canan. Gel korkma yavrum. İşte ben dadıma tembih ettim. Bundan sonra nereye gitmek isterseniz dadımla beraber gitmeye izinlisiniz; fakat dadım olmayınca kapıdan dışarıya çıkmana rızam yoktur. Sen piyanoya mı heves ettin kuzum? Ben sana piyano alırım. Ben de buraya senin için muallime getirebilirim.”

Zavallı kızcağız, efendisi kendisini azarlamadıktan başka piyano alacağını da vadettiğini işitince sevincinden efendinin boynuna sarılacağı geldi. Bu iyiliğe teşekkür edecek oldu; lâkin Türkçeyi daha lâyıkıyla becerememekte olduğundan söyleyeceği söz de ağzında kaldı. Bundan sonra artık Râkım’da bir piyanoyla bir de piyanocu arzuları baş gösterdi. Her akşam evine gelip de Canan’ın yüzünü görünce güya kızın yüzü, “Hani ya vaadin?” diye soru soruyormuş zannederek üzülüyordu. O ara mevcut parası yirmi beş-otuz lira verip de bir piyano almaya müsait değildiyse de bu uğurda bir borca girmeyi göze almak Râkım için işten bile değildi; fakat asıl mesele usta meselesiydi ki ayda dört-beş lira usta ücreti vermek Râkım için güçtü.

Bir gün Râkım, yine Beyoğlu’nda Matio Ancel adında bir Fransız dostunun evinde bulunuyordu. Salonda bulunan dört beş kadın, piyano çalıyorlardı ki bunların birkaçı da Matio’nun karısı ve kız kardeşi gibi akrabasıydı. Râkım’ı herkes sevdiği gibi bu aile de pek sevdiğinden o gün orada hazır bulunanlar için başkaca bir memnuniyete sebep oldu, hatta Râkım tarafından dolaylı şekilde edilen rica üzerine esmer ve güzel bir madam, piyano başına geçip, “O dökülen kumral saç” ile “Hüsnünde varken” gibi birkaç alaturka havalar da çalmıştı. Orada bulunanlar bu havaların Râkım’ı memnun edeceğini hesap ettikleri hâlde bilâkis kederlendiğini görerek şaşırdılar. O kadar ki sebebini sormaya bile mecbur oldular. Râkım: “Adam! Bende olan çocuklukları bilmez misiniz?” diye savunma yapmak istediyse de kimisi Râkım’ın bir aşk ateşiyle yandığını, kimisi başka bir şeye bağlandığından Râkım: “Hayır efendim hayır! Gönlüm gerçekten pek hassastır. Ancak henüz bir kayıtla bağlı olmayıp özgürdür. İşin içinde başka iş var. Bir cariyem vardır ki piyano çalmayı merak ederek (…) Bey’in evine gelen bir muallimeden diğer cariyelerle beraber ders almaya gidiyormuş. Henüz acemi, henüz âlemde bir şey değil. Âlemin var olduğunu da bilmeyen bir kızı öyle her yere göndermek merakıma elvermediğinden yasakladım. Kendisine piyano alacağımı da vadettim, aklıma yine o geldi de…” diye halini söyledi. Derken bahsi geçen esmer madam, ayağa kalkarak: “Evet efendim! Siz benim en yetenekli öğrencimi elimden aldınız. Ben öteki aşüftelere bir şey öğretemiyorum. Beş hafta oldu ki o kızı dersinden alıkoydunuz. Şimdiye kadar daha ileriye giderdi,” deyince Râkım, bu tesadüfe şaşırdı.

Râkım: “Demek oluyor ki muallimesi sizdiniz madam.”

Madam: “Evet efendim, o şerefle şereflenmiştim.”

Râkım: “Estağfurullah! Fakat…”

Madam: “Yok! Kızı ahlâkı için yasakladınızsa haklısınız; çünkü arkadaşları pek şeytan şeylerdi.”

Matio: “Güzel, ama şimdi bunun çaresi?”

Râkım: “Vallahi efendim çaresi, madama bizim kız için rica etmektir, ama…”

Matio: “Evet! İşte o aması fena. Ben de bilirim ki fena… çünkü bizim baba Râkım, öyle bir liraya filana muallime getirtemez ki!”

Esmer madam: “Özellikle ki ben Râkım Efendi’ye bir liraya da gitmem! Daha çok bir şey için gitmek isterim.”

Orada bulunanların cümlesi: “Nedir bakalım o çok şey?”

Esmer madam: “Büyüktür efendim, büyük! Râkım Efendi’nin dostluğu! Eğer bana dostluğuyla ödeme yaparsa her hafta (…) Bey’den çıkınca onun cariyesine de giderim.”

Râkım, büyük bir teşekkürle: “Demek oluyor ki bizi iki başlı ihya edeceksiniz efendim.”

Esmer madam: “İşte benim pazarlığım budur! İşinize gelirse…”

Esmer madamın adı Yozefino’dur. Madam Yozefino, Râkım hakkında bu yardımı vadetmesi üzerine yalnız Râkım’ı değil, bütün cemiyet halkını memnun etmişti.

Yozefino: “Bak, yalnız bir şey var ki o olmazsa olmaz. İyi bir piyano isterim. Öyle olur olmaz piyanoya ben parmaklarımı dokunduramam. En azından sekiz yüz frangı gözden çıkarmalı.”

Orada bulunanlar: “Öyle ya!”

Râkım: “Olur olmaz piyanoya parmak dokundurmanıza ben de razı olmam; lâkin piyanoyu seçmekte acizim. Hangi piyanoyu beğenmişseniz emrediniz, şimdi alayım.”

Yozefino: “Buradan çıkınca beraber gideriz.”

Râkım, Yozefino’nun bu yardımına da teşekkür etti. Gerçekten, Yozefino şu iyiliği Râkım’dan çok Canan’ın hatırı için esirgemediğini de söylemişse de biz meselenin asıl iç yüzünü biliyoruz. O (…) Bey’in cariyeleri pek zıpır şeyler olduğundan hiçbir şey öğrenemezlerdi. Canan ise kendisine bir kere gösterilen dersi derhâl öğrendiğinden ileride (…) Bey, cariyelerinin hiçbir şey öğrenemediklerini iddia edecek olursa Yozefino: “İşte filân kızcağıza da onlara verdiğim dersi verdim, o pek âlâ öğrendi, bunlarsa heves etmedikleri için öğrenemediler,” demek için işi, bu görüntüye dökmüştü. Neyimize gerek? Râkım’ın ihtiyacı bir muallimeydi. İstediğinden âlâsını hem de bedava olarak buldu.

Matio’nun evinden çıktıktan sonra gittiler. Kulekapısı’nda bir müzik dükkânına girip Yozefino’nun seçtiği gayet âlâ bir piyanoyu yedi yüz franga satın aldılar. Râkım, dört yüz frangını peşin verdi. Küsuru için de yine Yozefino’nun tavsiyesi üzerine bir ay süre alıp piyanoyu sırık hamalına yüklettiği gibi evine getirdi.

Vay, Canan’daki sevinç! Kız çıldıracak be! Öteki odada dadısının boynuna sarılmış yüzünü gözünü öpüyor. Bu hâli Râkım da gördü. Canım ne kadar da hisli ya? Kızın bu kadar sevinci de Râkım’ın hislerini gıcıkladı. Gözleri yaşla dolmakla beraber, bu lütufların ve yardımın kaynağı olan, ihsan eden ve bağışlayan Allah’a kalben yaklaşarak bir zavallı kızcağızı bu kadar sevindirmiş olduğu için şükretti.

Üç odadan ibaret bulunan evin üç ferdi, (odaları) aralarında paylaşarak bir de misafir kabul edecek yer olmak üzere salonlarını döşemişlerdi. Madem sözü bu kadar açtık, geliniz, şu evin içine bir göz gezdirelim: Evceğiz bir katlıydı. Zeminde mutfak, kiler, odunluk ve ev altı olup merdivenden çıkınca ufak bir açık alana varılıyor ve karşı gelen camlı kapı açılınca salona giriliyordu. Eski hâlindeyken üç odanın üç kapısıyla bir de hela kapısı salona açılıyordu. Sonradan gördüğü tamir esnasında Râkım, birisi merdivenin karşısına ve ikisi de sağ tarafa denk gelecek oda kapılarının önüne bir buçuk arşın mesafeden bir bağdadi23 duvar çektirip kapılar, bu şekilde bir koridorun içinde kalmışlardı. Helâ ise karşıya gelen odanın sol tarafında kalıyor ve bu hâlde gerek odalara ve gerek helâya yol veren koridorun yalnız bir kapısı sağ taraftan tam salonun ortasına açılıyordu. Salonun sağ tarafı dediğimiz taraf, sokak üzeri tarafıdır ki bu durumundan dolayı odalar, ışığını sokak tarafından alıyordu. Salonunsa sol tarafa üç penceresi olup, bunların ortada bulunanı onun karşısında kalan kapıya uygun olması için “yarık pencere” denilen camlı kapı gibi bir şey olup yanı başlarında bulunan diğer ikisi de âdeta birer pencereydi. Bu pencerelerin açıldığı taraf, dört yüz arşın kadar ufacık bir bahçe olup zemini sokak zemininden yüksekti ve salonun camlı kapısından üç ayak bir merdivenle bahçeye iniliyordu.

Evin şekil ve bölümlerini anladınız ya? Şimdi bunun içini güzelce boyayınız, kâğıtlayınız, yerlere âlâ kilimler döşeyiniz, salonun içine yarım takım kanepe, bir ayna ve bir konsol koyunuz. Aynanın iki tarafına iki güzel resim de asınız. İşte Râkım’ın salonunu oluşturmuş olursunuz. Hele merdivenin yanındaki camlı kapıya karşı duvara piyano da konulduktan sonra o mini mini salon ne kadar güzel olur? Râkım’ın odası, sağ taraftaki en başta bulunan odadır. Kapısından girerseniz karşınıza pencereler çıkar. Odanın sağ tarafı kütüphanedir. Sol tarafında Râkım’ın karyolası görülür. Kapıdan girildiği zaman iki tarafında kalan boşlukta da birer dolap vardır ki içi, antikaya ve tuhaf şeylere dair birçok hırdavat doludur.

Bu odanın yanındaki oda Canan’a tahsis edilmiş. Gerçi, Canan’ın kendisine kapı bir komşu olmamasını Râkım istemişse de bu odanın yüklüğü olmadığından dadı burada rahat edemeyeceğini söyleyerek orasını mutlaka Canan’a tayin etmişti. Odaya girildiği zaman yine sol tarafında bir karyola, sağ tarafında ufak bir konsol üzerinde güzel bir ayna, yanında iki çiçeklik, kapı kenarında bir tuvalet takımı. Pencerelerin kenarında da bir küçük masa üzerinde dikiş, filân araçları görülüyordu.

Bu ara şunu da hatırlatalım ki Râkım’ın topu (topu) bir tuvalet takımı olup o da Canan’ın odasında bulunduğundan sabahları tuvaletini orada yapıyordu.

Öteki tarafın üzerindeki dadının odasına gelince: Bu odanın penceresi olmayıp koridorun sonunda bulunan bir pencerenin bahçeden aldığı ışıkla Fedayi’nin odası da yarım yamalak aydınlanıyordu. Bu oda eski zaman odaları gibi yüklüklü, dolaplı bir şey olup dadı kalfa karyolada yatmadığından alaturka yatak takımı yüklüğünde duruyordu. Hâlbuki evin sandık odası da bu odaydı. Gerek Râkım’ın gerek Canan’ın sandıkları da yüklük altında bulunan özel yerde bulunuyordu.

Yozefino, derslerini perşembe günlerine ayırmış olduğundan ilk defaki perşembe günü Râkım Efendi de evindeydi. Saat on gibi madam geldi, çattı. Canan, gelen hocanın kendi hocası olduğunu görünce madamı kucaklayıp yarı Çerkezce, yarı Türkçe bir yolda memnuniyetini dile getirmişse de Yozefino, bir kelime Türkçe anlamadığından o da kızı kucaklayıp, öperek Râkım’a: “Mösyö Râkım! Şu çocuğun dilini anlamam ya! Fakat bunun gözleri, hal ve tavrı ne demek istediğini bana pek âlâ anlatıyor,” dedi.

Râkım, Yozefino’nun Canan hakkında gösterdiği muhabbete de memnun ve müteşekkir olup bu zavallı kızcağızı öğrenciliğe değil, kız kardeşliğe kabul etmesini de tavsiye etti. Yozefino, Râkım’ın salonunu pek güzel buldu. Hele salondan bahçeye bakıp düzeninin ve bakımının pek yolunda olduğunu görünce daha fazla memnun oldu.

Yozefino: “Mösyö Râkım! Evinizi pek beğendim. Ne zevk sahibiymişsiniz. Vallahi kutu gibi bir saloncuk; lâkin odalarınızı da görmek isterim.”

Râkım: “Madam! Bundan başka yerlerimiz yalnız yatak odalarından ibarettir.”

Yozefino: “Çocuk olmayınız a! Biz dost olacak değil miyiz? Yatak odaları olsun, göreceğim. Serbest adamlarda bu düşünceye şaşılır.”

Bu söz üzerine Râkım, odaları da Madam Yozefino’ya gösterdi. Canan’ın doğuştan gelen yeteneğini artık uzun uzadıya tarif lâzım mı ya? Yozefino odaları tertemiz bir hâlde buldu. Her şey yerinde, her şey düzeninde. O kadar memnun oldu ki böyle bir eve, böyle bir cariyeye sahip olmanın saadet olduğunu bin defa tekrar etti. Râkım, dadısı olan Fedayi’yi de takdim (edip) ve validesi yerinde olduğunu anlatınca Yozefino, onun da iltifatlarına boğuldu.

Bugün, Canan’ın Râkım Efendi’nin evine gelişinin üçüncü ayı olup özellikle Yozefino, bir aydan beri Canan’ı görmemiş olduğuna ve bu müddet zarfında Canan’ın bakım ve eğitimine devam edilerek kıza renk ve canlılık gelmiş ve güzelliği artmış bulunduğundan dolayı Yozefino, yarım saat içinde Canan’ın dersini verip bitirdikten sonra Râkım ile Canan hakkında şu bir iki kelime söylenmeye mecbur oldu:

Yozefino: “Uzatmayınız Mösyö Râkım! Cariyeniz pek güzel, pek zeki, pek kavrayışlı!”

Râkım: “Daha yavaş yavaş açılır madam!”

Yozefino: “Onu demek istemiyorum! Siz de gençsiniz o da! İki genç bir yerde? Fena âlem değildir ha?”

Râkım: “Yok işte, bu fikriniz yanlıştır.”

Yozefino: “Niçin sanki ayıp bir şey mi?”

Râkım: “Ne ayıp olacak? Özellikle cariyemdir.”

Yozefino: “Öyle ise ne?”

Râkım: “Ama ben kendisini kız kardeş gibi seversem daha çok hoşlanacağım.”

Yozefino: “Durunuz bakalım, o sizi kardeş gibi sevecek mi?”

Râkım: “Benden kardeşlikten başka bir şey görmezse ne yapacak? Elbet o da beni kardeş gibi sevecek.”

Yozefino: “Onlar bugünkü sözlerdir kuzum. Durunuz bakalım, biraz daha zaman geçsin de… Siz de melek misiniz sanki? Bir güzelden istifade etmeyi protesto mu ettiniz?”

Râkım: “Yok! Hatta bu istifade için fedakârlık bile ederim, ama Canan’ı o yolda terbiye etmek istemem.”

Yozefino: “Neyse, sizi tebrik ederim dedim a!”

Yozefino bu sözleri bitirdikten sonra saat on bir buçuğa gelmiş olduğundan Râkım’a Canan’a ve Fedayi’ye veda ederek çıktı, gitti. Bu Canan’ın, ne beklenti üzerine satın alınmış olduğu hatırınızda duruyor ya? Güya ihtiyar Fedayi’yi rahat ettirmek için alınmıştı. Öyle değil mi? Hâlbuki zavallı Fedayi hâlâ mutfaktan çıkamamıştı. Canan’ın kendisine yardımı yalnız yukarı hizmetini üzerine almış olmasından ibaret olup haftada bir gün de çamaşıra soyunur ve diğer vakitlerini ise giyinmiş, kuşanmış olduğu hâlde dersiyle, dikişiyle geçirirdi. Hele piyano geldikten sonra artık bir dakikasını boş geçirmemeye başladı. Dersten usansa piyanoya, piyanodan usansa dikişe oturuyor; sadık Fedayi ise kızcağız ne kadar kendisini eğlendirirse o kadar memnun oluyordu.

Fedayi’nin bu kızı Râkım’dan kıskanmadığına şaşıracak mısınız? Ne mümkün! Fedâyi’nin elinden gelse kızı hemen kaptığı gibi Râkım’ın koynuna koyacağı kesindi, hatta “Benim beyim melek midir nedir? Karşısında peri gibi kız gezdiği hâlde asla alıcı bir gözle baktığı yok,” diye canı bile sıkılıyordu. Her ne zaman bir moda kumaş çıksa dadı kalfa, Râkım’a rica ederek: “Gençtir, giyinsin kuşansın, karşında temiz gezsin,” diye mutlaka aldırır ve aldırdığı anda nerede güzel biçki biçer bir hanım varsa götürüp rica minnet en yeni moda olarak biçtirir ve kızın kendisine diktirip giydirirdi. Sonra Canan, biçmek için de kimseye muhtaç olmadı ya? Hangi elbise kendisine daha çok yakışsa onu söker ve onun üzerinden yenisini biçip sonra ikisini dikerek istediğini yapardı. Zavallı kızcağız endam düşkünü, güzellik züğürdü değildi ki giydiği kendisine yakışmasın. Ne giyerse kaşık gibi yakıştırıyordu.

Okuyucular arasında bu kadar saadeti Râkım için çok görenler varsa zulmetmiş olduklarını kendilerine hatırlatırız. Bir adam ki yedi sekiz sene, gece gündüz demeyerek göz nuru döküp eğitime heves ettikten sonra bu kadar ödüle de kavuşmazsa eğitimin ve bilginin ne ayrıcalığı kalır?

Tahsilde Canan, nasıl bir hızla gidiyorsa İngiliz kızları da o şekilde hızla gidiyorlardı. Bunlar, her ders günü hocalarından kırk elli kadar Türkçe kelimeyi sorarak ve bir deftere kaydederek ezberliyorlardı ki şu hâlde çatara patara dil de konuşmaya başlamışlardı. Hele okuma ve yazma konusunda başkalarının, başka hocalardan bir senede öğrenemeyecekleri miktarı bunlar öğrenmişlerdi. Râkım hakkında ailece olan hürmet ve saygıya eklenen fazla sevgi gereğince Râkım, bazı kere akşam yemeği için bile bunların evinde kalmaya başladı. Hele bir pazar günü ailece Kâğıthane’ye gidilmiş ve Râkım’ın arkadaşlığından hepsinde bir memnuniyet olmuştu; lâkin münasebet ve muhabbet yalnız bu derecede kalmadı. Mister Ziklas’ın diğer her İngiliz gibi denize merakı olduğundan ve Râkım’da da bu merak Ziklas’tan aşağı kalmadığından Ziklas’ın satın alarak tedarik ettiği iki çifte âlâ bir kik sandalı, Salıpazarı Limanı’na, Râkım’ın korumasına ve gözetimine verdiler. Bazı pazar günleri Râkım, sandalı Tophane iskelesine çekiyor, İngilizlerle orada birleşip biniyorlar; Kadıköy’üne, Adalar’a doğru çıkıp yelken kullanarak dolaşıyorlardı; lâkin bu sandal seyahati başkaca tarife uygun düşen bir şey olmakla onun için de birkaç satırı esirgemeyelim.

Can ile Margrit’in, sandalla seyahate çıkıldığı zaman özellikle denizci kıyafeti giymeleri alışkanlıklarıydı. Bu elbise ve başta ruganları, gemici şapkaları ki etrafını bir mavi kurdele kuşanmış ve yine bir mavi kurdele, çene altından sağındırıkvârî geçmiştir. Saçlar toplanıp ve kuru kuruya taranıp omuzlar üzerine salıverilmiş. Arkada bir beyaz Frenk gömleği ki yakaları mavi olup devrik yerinde birer beyaz çapa resmi vardır. Gömleğin kolları da mavidir. Bu gömlek üzerinde şinelvârî24 kısa bir yağmurluk; lâkin bunu, gerektiğinde üzerlerine de alıyorlardı. Ayakta, dizden yukarıya kısa ve beyaz bir etek. Bu da mavi kurdeleden askılarla omuzlarına tutturulmuştu. Eteğin üzerinde birer mavi kuşak. Âdeta yün kuşaktır. Ayakta dizden yukarı, ta butlara kadar birer beyaz çorap. Bunun üzerine baldırlara kadar yüksek birer çift mavi potin. İşte bir de yuvarlak, mavi canfesten25 yarım bir boyunbağı bu kıyafeti tamamlıyordu.

İşbu iki genç tayfa, kürek oturaklarına oturdukları zaman Ziklas, dümen yekesini26 ele alıyor ve Râkım ile Misters Ziklas da karşı karşıya oturuyordu. Yelkeni fora etmek, yelken sarmak iki genç tayfanın hizmeti olup şayet kürek çekmek gerekirse o zaman, dümen yekesini Misters Ziklas eline alıyor; kocasıyla Râkım ve iki güzel tayfa da küreğe geçiyorlardı. Sandalın içinde çerezlenecek ufak tefek her şey bulunduğu gibi âlâ İngiliz arpa suları da eksik olmadığından bu sandal seyahatinde edilen zevke, sefaya Râkım doyamıyordu. Hele hava düşüp de kürek çekmek gerektiği zaman büyük kız pruva tarafından birinci hamlede, Râkım ikincide, küçük kız üçüncüde babaları da dördüncü hamlede bulunduğundan ve İngiliz gemicileri gibi küreklere eğilerek asıldıkları gibi ta arka üzerine yatıncaya kadar da yaslandıklarından her ne kadar biraz yan tarafta kalsalar da herhâlde Râkım, kendisini büyük kızın kucağına yaslanmış ve küçüğü de kendi kucağına dayanmış görünürdü ki her şeyden çok lezzet aldığı hal buydu. Lâkin validelerine veya pederlerine kötü bir anlam verir miydi zannedersiniz?

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Kâgir (Fars): Taş ya da tuğladan yapılmış olan

2

Ortaokul

3

Kitap ciltleyen

4

Gastangalı: Kastamonu

5

Arapçadaki

harfi.
şeklinde yazılan “Meraklı”

6

Amme Cüzü: Nebe suresiyle başlayıp Nâs suresi ile biten Kur’an-ı Kerim’in otuzuncu ve son cüzü

7

Kavas: Osmanlı vezirlerinin, ileri gelenlerin ve valilerin yanında iç güvenlik ve asayişten sorumlu silâhlı kimse

8

Okullarda okutulan bir kitap

9

İranlı İslâm Âlimi Şeyh Sadi-i Şirazi’nin eseri

10

Molla Câmi olarak bilinen İranlı İslâm Âlimi ve Şairi Nureddin Abdurrahman Câmî’nin eseri

11

İranlı İslâm Âlimi Şeyh Sadi-i Şirazi’nin eseri

12

Pend-i Attâr ya da Pend-nâme: Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebi Bekr İbrâhîm-i Nişâbûrî tarafından yazılmış bir eserdir. Bir nasihat kitabı olan eserin dili Farsçadır.

13

İranlı İslâm Âlimi Şeyh Sadi-i Şirazi

14

Saib Tabrizi: Divan Edebiyatının en büyük ustalarından olan İranlı şair

15

Uğurlu, bereketli, kutlu, mübârek

16

Arapça’da belli şartlarda kendinden önceki harfin sesini uzatan vav

, yâ
ve elif
harflerinden her biri

17

Arap alfabesinde üstüne konduğu sessiz harfi u, ü sesiyle okutan, (–Û) şeklinde gösterilen hareke, ötre

18

Arap alfabesinde üstüne konduğu sessiz harfi kısa “a” veya “e” sesiyle beraber okutan ve

şeklinde gösterilen hareke, üstün

19

Arap alfabesinde altına konduğu sessiz harfi ı veya i sesiyle berâber okutan ve

şeklinde gösterilen hareke, esre

20

(Fars): İşittiği sesleri taklit eden, bâzı kelimeleri söyleyebilen papağan türünden bir kuş, dudu, dudu kuşu

21

1928’de Latin harflerinin kabûlüne kadar 9 – 10 asır boyunca kullandığımız alfabeye verilen isim. Alfabe, aslında 28 harf olup daha sonra eklenen 5 harfle 33 harfi bulmuştur.

22

Bir tür yazı şekli

23

Çatma direkler ve kirişlere çakılan çıta veya ince yarma tahtaların üzerine sıva vurmak suretiyle yapılan duvar, tavan

24

Şinel: Kolsuz, yakası kürklü kaput

25

Canfes: Parlak, ince, iki renkli gibi görünen ipekli kumaş

26

Yeke: İstenen yöne çevirebilmek için dümenin baş tarafına takılan ağaç veya demir kol

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3