bannerbanner
Ak Yol
Ak Yol

Полная версия

Ak Yol

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

– Bize de verilecek mi abi?

– Elbette vereceğiz. Elimizde olsa daha çok verirdik ama ne yapalım… Birey sayısına göre paylaştıracak olursak bir aileye 3-4 keçi denk geliyormuş. Tohumluk ekinlere dokunamayız. Yoksa sonbaharda ne yapacağız? Zaten ambar iyice boşaldı. Biraz daha dayanırsak patatesler yetiştir. Sonra arpamız olgunlaşır. Yulaf da yetişti mi gerisi kolay. Bütün bereketiyle sonbahar gelir. Satıbaldı’nın canı sıkkındı sanırım. Beynini kemiren düşünceleri bir bir dökmeye başladı.

– Hey Kalender’im, diye omuzlarını silkerek derin bir ah çekti. – Her şey düzelir, aç karınlar doyar, yırtıklar yamanır… Cephede kan dökülüyor, insanlar öldürülüyor. Ancak… Sen zaferin anlamını bilseydin… Sohbetin uzayacağını mı düşündü, bilmem konuşmasının devamını getirmedi.

– Neyse, siz bütün bunları nerden anlayacaksınız? Şimdilik derslerinize iyi çalışın, kolhoz işlerine yardım edin. Sonra anlarsınız her şeyi. Satıbaldı dağınık düşüncelerini toplayarak eyerine oturdu. Kafasında uçuşan düşüncelerin ağırlığıyla başını yere eğerek yola koyuldu. Yeleli Çabdar da sahibinin ne istediğini anlamış gibi yorgun adımlarla ağaçların arasındaki köye doğru yürüdü.

Muhtar tarladan uzaklaşır uzaklaşmaz, atları kadar kendileri de yorgun düşen kadınlar toprağın üzerine sırtüstü yatarak dinlenmeye koyuldular. Her birine birer yetişkin çocuk verilmişti. Kadınlar kâh türküler söylüyor, kâh birbirleriyle şakalaşıyor, çalışmaktan bitkin düşen bedenlerini dinlendiriyorlardı. Yorgunluk nedir bilmeyen çocuklarsa azıcık boş zaman bulduklarında sapanlarını sallayarak tarlada uçuşan kargaların peşinden koşuyorlardı. İlahi çocuklar, sırtüstü yatan kadınlarla hiç ilgilenmiyorlardı. Kadınlara göre, solucan avlayan kargalar daha ilginç geliyordu.

Güneş battı. Kadınlar, terleyip kirlenmiş olan atların birine eyersiz binerek, diğerini yedeklerine alıp köye doğru yola koyuldular.

Dişleri toprağa batırılmış pulluklar, yarının telaşını beklemeye başladılar arazinin her bir yerinde. Tarla ter kokuyordu. Tohum saçılmış tarlanın üzerini bir kez daha tırmıkla geçmek istedim o gün. Diğer gençleri gönderip, tek başıma kaldım tırmıkçılardan. Benim dışımda birkaç mesafe yukarıda peltek Amazbay tohum saçıyordu. Nedense oyalanmış, diğerleriyle köye gitmemişti. Bu durumdan şüphelenip, çaktırmadan takip etmeye başladım.

Aşağıdaki gölün şırıl şırıl sesi Kara-Oy’un sessizliğini bozuyor, dağdan esen rüzgârla beraber karanlık da çöküyordu yavaş yavaş. Sonunda niyetimi anladı sanırım:

– Hey, Eşimbek’in oğlu…

– Efendim.

– Gel bakalım kuynaz, gel yanıma.

İşte bu dedim. Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi yanına yaklaştım.

Keçisakallı Amazbay altmışına basmış olmasına rağmen arsız biriydi. Ucuna kadar katladığı şapkasını kafasına kondurur, ıvır zıvır işlerle uğraşır dururdu. Bir de olmadık yerlerde yemin etme huyu vardı onun. Mesela birisi çıkıp, “ineğin tarlama kaçmış, ekinleri mahvetmiş” diyecek olursa gözünün içine baka baka inkâr eder, “adâlet karşısında boynum kıldan incedir” diyerek belindeki kemeri çıkarıp, boynuna dolandırıverirdi. Cenaze ve düğünlerde yaşına hürmet edip başköşedeki ihtiyarlarla oturacağı yerde ocağın yanına gelir, kazanın dibine çökerdi. Et pişip, tabaklara konulurken oğlunu arkasına oturtur, “al Şayloobek” diye tabaktaki etlerden koparıp uzatırdı. Bu duruma yeterince alışık olan Şayloobek babasının verdiklerini bir atmaca hızıyla alır, pantolonun kirli ceplerine tıkıştırıverir, sonra da yemini yutmuş kuşlar gibi yutkunarak geri yerine otururdu. Peltek Almazbay, oğlu dışındaki çocuklardan nefret eder, yeri gelince azarlar, bazen dövdüğü bile olurdu. Özelikle beni hiç sevmezdi. “Allahın cezası” diye gördüğü yerde azarlayıp dururdu.

Amazbay her zamanki gibi “r”yi konuşamıyordu ama bu sefer âdet olduğu üzere bağırmıyor, tam tersine çekiniyordu:

– Öynek işçi mi olmak istiyoysun. Şimdileyde kolhoz hiç biy ödül veymiyo. Kalpağını uzat bakalım, azcık aypa veyeyim” dedi. Benim buradan hemen kaybolmamı, ağzımı kapatmamı istercesine değil de bana acımış gibi, “Eşimbek’i tanıyoydum” dedi. Ve ekledi “Eğey ağzından kaçıyıyısan dilini kopayıyım”.

Mukaş ağabeyimin gözüme kadar inen kocaman kalpağını çıkarıp, ileri uzattım.

Hadi çabuk ol, kadın gibi sallanma. Hadi anasını satıyım. Zamane çocuklayı adam değilsiniz. Eskiden biz, tuttuğumuzu kopayıydık. Amazbay homurdanarak kalpağı eline aldı. İçini dolduracakmış gibi kalpağın kenarlıklarını yukarı kaldırdı. Sonra da üzerini cepkeniyle örttüğü kara torbayı sallayarak dibindeki buğdaydan iki avuç koydu. Normal günlerde tahıllık buğday için çiftçilere yalvarır, tekrar tekrar giderek iki üç buğdayı zor koparırdık. Verdiklerinde bile “ne biçim çocuklarsınız, tohumlukları yiyecek misiniz” diye azarlar, zor durumda bırakırlardı. Hele Amazbay, işini iyi yapıyormuş gibi Kara-Oy’daki herkes duyacak kadar car car bağırırdı. Bu da yetmiyormuş gibi akşam köye döndüğünde “filanca buğday istedi, veymedim” diye sokak sokak dolaşır, herkese söyler, utandırırdı.

– Al bakalım dedi peltek Amazbay, iki avuç buğday değil de bir kalpak dolusu belâ verircesine. İnsansan değeyimi bil. Çok kuynazsınız zamane gençleyi. Bilmemiş, göymemiş gibi yapsan olmaz mıydı sanki?!

IV

Ertesi gün sahurda uyanan halk, her günkü gibi birer tas yarma içmek için muhtarın avlusuna ikişer üçer gelmeye başladı. Evinde yüzlerini yıkamaya fırsat bulamayanlar, gözlerini ovalaya ovalaya yaşlı kalın ağacın dibinden akan arktaki suda elini yüzünü yıkıyordu. Tohum sıkıntısı çekerken başkasına verirsem hor kullanır düşüncesiyle, köy muhtarı, yarmayı eşi Sagın’a hazırlattırır, kendi avlusunda sabahları birer tas yarma, akşamları sıcak yemek dağıtırdı.

Henüz çiçek açmış ağaç dalları evin yüksek çatısına doğru eğilmiş, güzel bir gölge oluşturuyordu avluda. Gelenler otursun diye geçen seneden kalan buğday meraları dizilmişti evin etrafına. Meranın dizilmesinin üzerinden epey zaman geçtiği için küçücük saman parçacıkları uçuşuyordu etrafta.

Gelenler yemeklerini yiyip bitirmiş, ohlaya puhlaya yerlerinden kalkıp, işlerine gitmeye hazırlanıyorlardı. Kalabalık dağılmadan, gece tarlaya göz gezdirmeye giden Satıbaldı abim girdi avluya. Sessizdi, yüzüne kara bulutlar çökmüştü. Oturanlar gürültüyü anında kesti. Birbirlerini koltuğa iterek fısıldamaya başladılar. Muhtar, somurtarak kalabalığı yarıp geçti. Eski nallarla süslenen direğe atını bağladı. Sonra evine girip, başparmağı ile işaret parmağının ucuyla tuttuğu Amazbay’ın siyah torbasını getirdi. Daha dün gördüğüm torbayı dibindeki buğdayı ile birlikte kalabalığın ortasına attı. Benim korkudan ödüm patlıyordu. Satıbaldı önündeki torbadan gözlerini alamıyor, çaresi tükenmişçesine ince dudaklarını emiyordu. Birer tas yarma değil de kemik yutmuş gibi içtikleri boğazlarında kalan köy halkı “acaba kime işkence edecek” diye bekliyor, ama bir yandan da her biri kendisini suçlu hissediyor, yere bakıyorlardı.

Satıbaldı bu küçücük zaman zarfında âdeta çökmüş ve zayıflamıştı. Bir süre sonra başını kaldırarak:

– Amazbay, oturanlara bir bak!– dedi.

Amazbay tek bir kelime etmeden yere bakıyordu. Oturanlarsa peltek Amazbay’ı ilk defa görmüşlercesine hayretle başlarını ona doğru çevirdiler.

– Bu oturanlardan farkın ne?

Hiç kimse ağzını açıp bir şey demedi. Başlarını iyice yere eğdiler.

– Yaşınıza bakmadan siz bile bunu yapıyorsanız… Sesi yatalak hastanınki gibi ince ve yorgundu. Küsmüş gibi bir hâli vardı. Diğer tarafta tarlaya götürülmek üzere beşiğe kundaklanan yavrucak bile ağlamayı kesti.

Satıbaldı abim sözünü fazla uzatmadı. Uzatmak isterse zehirli sözler yok mu dersiniz? “Sakalın yere batsın! Sakalına güvenip ekinlik tohumları sana emanet etmiştim. Tohum dediğin kasaptan çalınacak et değil. Bu huyundan kurtulamadın gitti. Ölsen keşke! Milletine, devletine ihanet ediyorsun! Mahkemeye vereceğim, sürgün edeceğim, mahvedeceğim. Cephe kan kaybederken yaptığına bak! Kaçaksın…” ve bunun gibi bir sürü şey söyleyebilirdi ama bu sözlerin hiçbirini demedi. Bunların yerine: – Anlasanıza, tohumlarla çoktan ölmüş babam Sıdıkbay’a aş5 verecek değilim ya” dedi.

Satıbaldı’yı iş başında çok görmüşlüğüm var. Daima asık suratlı ve öfkeli dolaşırdı. Kolhozculara, “şu yok, bu yetersiz, işe neden erken gelip geç gitmiyorsunuz” diye sataşır, yaşına başına bakmadan insanları azarladığı bile olurdu. “Ver demekten başka ne biliyorsun, al diyen günün oldu mu” diyen kadınlarla ayrı konuşur, fazla sinirlendirirlerse dayak bile atardı. Ama bugünkü gibi çaresiz kaldığını hiç görmemiştim.

Aslında bu işi bilerek yapmamıştım. Karşıdan Satıbaldı’yı görünce, onu atlatabilmek için bayağı bir gayret sarf etmiştim. Ama ne yaptıysam olmadı. Çıkışı olmayan bir yola girmişim. Az kalsın Ak-Çiy’in koca deresinde boğulup ölüyordum. Kök-Sandal dereden geçemiyor, ne kadar çaba sarf ettiyse de suyun akıntısına karşı gelemiyordu. Biraz aşağıya gidip karşıya geçtiğimde ise karşımda Satıbaldı’yı bulmuştum. Hal böyle olunca her şeyi anlatmaktan başka çarem kalmamıştı.

– Koy bakalım diye kalpaktaki buğdayı cebine doldurduktan sonra atını dörtnala sürerek gözden kaybolmuştu. Benden sonra Amazbay’ı da yakalamış. Meğer takip ediyormuş.

Satıbaldı Amazbay’a kötü hiçbir şey demedi. Başka birine sinirlenmiş, acısını ondan çıkarmak ister gibiydi. – Alçak- dedi burnundan soluyarak. Sonra da ölesiye dayak yemiş de ayağının ucuna serpilivermiş gibi yerde yatan torbaya bütün gücüyle bir kırbaç indirerek atına doğru yürüdü. Orada bulunanların her biri “şak” diye indirilen kırbaç sesini omuzlarında hissetmiş gibiydi.

Amazbay, gözleriyle mezar kazıyormuş da birazdan kazdığı mezara girip kaybolacakmışçasına gözlerini yerden alamıyor, kılını kıpırdatmadan oturuyordu.

Oturanlar da ona ses etmedi. Onların sessizliği Amazbay’a daha da ağır geliyor, her biri yüzüne tükürüyormuş gibi hissediyordu. Köylüler bir süre sonra birer ikişer kalkarak tarlaya doğru yol aldılar. Acarkül yengemle ben de onların arasındaydık.

V

Kara-Oy’da tarla sürümü bitmek üzere. Kara toprak param parça dilindi. Sabahtan beri cıvıl cıvıl uçuşan kargalardan eser yok. Dünya sahipsiz kalmış gibi sessiz ve sedasız. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Beyaz benekli bulutlar geçiyor üstümden.

Bulutlar demişken, bir keresinde Şayloobek akıl almaz bir şey söylemişti bana:

– Bulutlar su içmek için göle inerler. Onu takip eden insanlar ona kurşun sıkarlar, babam söyledi.

Ona kurşun sıkıp ne yapacaklar diye düşünmüştüm içimden. Hayretle Şoyloobek’e sormuştum.

– Vurup ne yapacaklar?

– Öylesine işte. Vurup öldürürler. Savaşta, bulutlar şöyle dursun insanlara bile kurşun sıkıp öldürüyorlar ya.

– Savaş hâli başka demiştim.

Ertesi gün okula gittiğimizde öğretmene sormuştuk.

Öğretmenimiz bir hayli sinirlenerek:

– Kim söyledi? Eğitimli çocuklarsınız, bunu bilmemeniz ayıp. Amazbayev’in babası yalan söylüyor, demişti.

O arada son sıralarda oturan Urak’ın sesi yükselmişti:

– Demek ki; Amazbayev’in babası yalnızca hırsız değil, yalancıymış aynı zamanda.

Sınıfta bir gürültü tufanı kopmuştu. Şayloobek kafasını eğip, yere bakmış, ağlayacak gibi olmuştu. Burnundaki sümüğü sıranın üzerine damlayacakmış gibi sarkmıştı, sinirden kıpkırmızı kesilmişti. Durumu fark eden öğretmenimiz “sus” işaretini gösterip, sınıfı uyarmış, susturmuştu.

Köyün karşısında yüksek Kalkak Dağları var. Dağın yüzü baştan aşağı çam ağaçlarıyla kaplı. Yine bir gün Şayloobek çocuklara, “ormanda cadılar varmış, babam söyledi” demişti. Ertesi gün dersteyken Urak elini kaldırarak “öğretmenim bir sorum var” diye yerinden kalkıp, Şaloobek’in cadılar konusundaki iddialarını sormuştu.

– İnanmayın, Amazbayev’in babası uyduruyor demişti öğretmenimiz.

– Uydura uydura bir hâl oldu Amazbay demişti yine arka sıralarda oturan Urak. Sınıf yine kahkahaya boğulmuştu.

Öğretmenimiz Urak’ın sessiz olmasını isteyip, sınıfı susturmuştu. Ama Şayloobek bu duruma içerlemişti bir kere. Belli ki, iki defadır babasıyla dalga geçen Urak’tan öcünü alacaktı. Sıranın altından öğretmene çaktırmadan yumruğunu göstermişti. Urak’ın gücü ancak konuşmaya yeterdi. Geveze olmasına karşın çok güçsüzdü. O gün dersler bitip, öğrenciler eve dağılırken Şayloobek Urak’ın yolunu kesmiş, ağzından kan gelinceye kadar dövmüştü. Sonra kavgaya aileler karışmış, kavga büyümüştü.

Şimdi ben de, ağzım açık hâlde kavgaya sebep olan Kalkak dağlarına bakıyorum. Tam bu sırada tırmığı çıkaran Şayloobek atını dörtnala koşturarak yanıma geldi.

– Yarışalım mı? Her zamanki gibi sümüğünü çekti.

– Hayır.

– Geceyi Kara-Oy’da mı geçireceksin? Hadi gidelim.

– Görmüyor musun, henüz işimi bitirmedim, sen bitirdin mi?

– Hayır, anasını satıyım, bana ne, bitmezse bitmesin. Şayloobek büyükleri taklit edercesine dişlerinin arasından tükürdü. Babasından duyduklarını tekrarlayarak: -kolhozun işi biter mi, dedi.

Şayloobek, ikimiz aynı sınıftayız. Derslerinde çok geride kalan, yetişkin olmasına rağmen burnundaki sümüğünü temizleyemeyen, kısa boylu, edepsiz biri. Amazbay ile Ayday’ın tek oğlu. Annesi Ayday Şayloobek’e kötü söz söyleyene gününü gösterir. Yaramaz oğlu için konu komşu ile ilişkisini bile keser. Önceden Şayloobek birinci ekipte, ben ikinci ekipte çalışırdım. Kara-Oy tarlası ekilmeye başlayalı birlikte tırmık sürer olmuştuk.

– Muhtar kızmasın sonra dedim.

– Muhtarın…diye küfrü bastı. – O topaldan mı korkuyorsun?

– Hakaret etme!

– Etmeyim de ne yapıyım? Satıbaldı’dan korkmuyormuş gibi bir hâli vardı.

– Bu söylediklerini muhtar duyarsa yandın.

– Koş, yetiştir o zaman. Yetiştir de muhtarın takdirini kazan.

Şayloobek dilini geri çekmiyordu. Bir şeyler söylüyor, arkasından da sinir bozucu bir şekilde kahkaha atıyordu.

Şayloobekle, birbirimizi gördüğümüz yerde kavgaya tutuşurduk. Şimdi de “gösteririm gününü” der gibi yumrukları sıkıyor, karşılıklı restleşmeye başlamıştık. İşi unutmuştuk. Bir süre sonra bütün iğrençliğiyle “yetim, yetim” diye bağırmaya başladı. Bütün söyledikleri bir yana “yetim” demesi bir yanaydı benim için.

O da “hırsızın oğlu” tabirinden hiç hoşlanmazdı.

– Biliyorum, dedim, ben de. Biliyorum, köy muhtarına niçin sövdüğünü.

Şayloobek “neyi biliyorsun” diye sormadı bile. Alaycı gülüşü su serpmiş gibi sönüverdi.

– Ben de biliyorum…

Donmuş yüzünü görünce korkudan kalbim hızla çarpmaya başladı.

– Neyi? Aklıma ilk gelen Mukaş abim oldu. Bildiğini söylemese keşke dedim içimden. İkimiz bir anlığına sesimizi kesmiş, her an saldıracakmış gibi hazırda bekliyorduk. Ben kavgayı durdurmak niyetindeydim. Ama ben alttan aldıkça Şayloobek üste çıkmaya başladı. Artık “yetim” demesine üzülmüyordum. Bir tek “bildiği o şeyi söylemese keşke” diye dua ediyor, korkudan titriyordum.

– Yetim değilim, dedim konuyu değiştirmek amacıyla. Anne yarısı yengem var. Boğazımı alev almış gibi sesim kesik kesik çıktı. Şayloobek alaycı bir tavırla güldü:

– Ha-ha-ha. Soğuk bir kahkaha attıktan sonra – Yengene sahip çıksaydın o zaman. Biliyor musun, yengen olacak o karı Satıbaldı ile…

Nasıl indirdiğimi bilmiyorum. Örgülü kırbaç havayı delen bir ıslık sesiyle Şayloobek’in boynuna dolanıverdi.

– Aaaaaa

İki eliyle boynunu tutarak acı bir çığlık attı. Tarlayı yarıp geçen çığlık sesiyle kendime geldim. Hafif bir titreme ile irkildim. Tarifsiz bir korku sarmıştı içimi. Şayloobek boynuna yılan dolanmış da onu çıkarmak istercesine sersemliyor, bir yandan da yiyecekmiş gibi bana bakıyordu. Tek hamleyle atından inerek yerden taş aramaya başladı.

Bir baktım, kocaman taş… Kolunu germiş, vurmak üzere… Ani bir refleksle kafamı eğdim. Koca taş “tıss” diye kulağımın üzerinden geçti. Şayloobek ikinci taşı aramak niyetindeydi ama aklına bir şey gelmiş gibi durdu. Tek bir kelimeyle canıma okuyacakmışçasına dikkatlice yüzüme baktı.

– Evet, ağabeyin ölmüş, iki gözün kör olmuş da haberin yok! Bunları söyledikten sonra intikamını almış da muradına ermiş gibi, kırbacın izi kalmış boynunun acısını unutarak atına bindi. Yeryüzünü boğarcasına çöken karanlığı at yeliyle yararak köpek seslerinin işitildiği köye doğru yol aldı. Giderken ara sıra kafasını çevirip, korkudan nefesi kesilmiş, ses çıkarmaya mecali kalmamış, at üzerinde donakalmış olan bana bakıyordu. Kara-Oy’un yeni sürülmüş topraklarına sükût çöktü o an. Dünya artık sağır ve kördü benim için. Kalakaldım. Bir süre sonra “eyvah” diye bağırarak kendimi atın yelesine bıraktım.

O gün, kalpleri parçalayan acıklı sesimden Kara-Oy’u kaplayan karanlık bile ürkmüştür. Çocuklar hüzün bilmez diye kim demiş? Ah bu başıma gelenler! Küçücük yaşımla nedir bu çektiklerim? Şimdi düşünüyorum da o gün, Şayloobek öyle deyince niye bağırdım? Niye hemen inandım ona? Belki de hasedinden öyle demiştir diye düşünmedim. Mukaş abimden mektup kesileli öyle bir haberin gelebileceğini bekliyordum ya hani. Şayloobek’in söylediklerinin gerçek olduğunu düşünmüşüm. Sessizce feryat eden kalbim, her an göğsümü delip çıkacakmış gibi hızla çarpıyordu, ağlaya ağlaya bir hâl olmuştum.

O bedbaht gecedeki feryadım Kara-Oy tarlasına sinmiş gibi uzun süre dinmedi daha sonra. Ne ağlama sesine, ne de bir çığlık sesine benzeyen bu ses, gökyüzünü yarıp geçiyor, geceyle beraber tarlayı dolaşıyordu…

Issızdı her yer… İmdadıma yetişecek kimsecikler yoktu… Çığlık çığlığa ağlıyor, sonra durup düşünüyordum. Gece karanlığı bastırmaya başlayınca Köksandal’a karga gibi tüneyerek eve doğru yol aldım. Büyük ırmağın kenarına gelince durdum. Attan indim. Gece karanlığındaki korkunç suyu karşıma alıp, çenemi dizlerime yaslayarak oturdum. Suyun gür çağlayan sesi kulaklarımı uğuldatıyordu. Nefes alamıyordum. Bağırmak istiyordum, sesim çıkmıyordu. Büyük dere, kendi hâlinde akmaya devam ediyordu.

– Acaaaa, dedim yengem beni karşıda bekliyormuşçasına. Yüzümü buruşturarak ağlamaya başladım. Karmaşık düşünceler sarmıştı beynimi.

Mukaş abimin ölüm haberini söyleyecekler. Akşamüzeri, insanlar işten döndüğü vakit söyleyecekler… Bir bahaneyle yengemi eve erken gönderecekler. Belki de ustabaşı, “bugün ev işlerini hallet, biraz dinlen” diye yengemi evde bırakacak. Sonra birkaç kişi toplanacak avlunun arka kısmında. “Eyvah canım kardeşim ov, Mukaş seni kaybettik ov” diye ağlayarak içeri girecekler. İki kadın yengemin iki elini tutacak. Kadınların nasıl, ne zaman eve geldiğini kimse bilmeyecek. Nedense kara haberden önce ulaşacaklar eve. Birinin elinde mutlaka siyah yazma olacak. Yengemin kafasındaki güzelim kırmızı yazmayı çıkartıp, kara yazmayı takacaklar. Yengemin hâli ne olur? Yüzünü tırmalayacak, çenesinden aşağı doğru akan kan eteğine damlayacak. Sonra iki elini beline dayayarak, kafasındaki kara yazmasını çıkarmadan ağlamaya devam edecek. Hiç dinmeyecek ağlamaları… Bir gün… İki gün… Hayatı boyunca ağlayacak. Hayır, Acam öyle yapmaz… Yengem önce inanmayacak abimin ölüm haberine. Kara haber getirenler ağlamayı kesmez de avluya dalacak olurlarsa bir güzel kovacak hepsini. “Gidin küstahlar, kaybolun! Bir daha yüzünüze bakmam. Mukaş’ı öldü diyorsanız ahmaksınız. Giderken döneceğini söylemişti. O ölmeyecek, dönecek! Kötü haber getirmeyin! Dinlemeyeceğim! Duymayacağım!” Kulaklarını kapatıp, köy kenarındaki harman yerine kaçacak. Huyu öyle. Veya haberi duyunca bayılacak. Ya da kalbi patlayacak. Aca’mdan her şey beklenir. Evi barkı ateşe verip, kaçacak belki de. Mukaş abim için yengemden her şeyi beklemek mümkün. Aca’mdan korkarım…

Dilim yanıyordu. Karnımı ateş sarmıştı. Büyük dere durmadan akıyordu.

– Ağabeyyyy, dedim Mukaş abim dere yatağında oynuyormuşçasına. Sesimi duyunca çıkagelecekmiş gibi dereye bakıyor, gözyaşlarımla boğulan boğuk sesimle bağırıyordum. Karmaşık düşüncelere dalmıştım yine: Ağabeyim suda balık gibi yüzerdi. Askere alınmadan bir sene önce abimin başını çektiği arkadaşları tam bulunduğum noktada balık avlamışlardı. Ben de yanlarındaydım. O zaman yaşım küçüktü daha. Yaz ortasıydı. Yakıcı bir sıcaklık vardı. Suyun seviyesi çok yüksekti. Ama abim ve arkadaşlarına vız geliyordu bu yükseklik. Kocaman alabalıkları sürü sürü çekiyor, avladığı balıkları kovaya atıyorlardı. Bir süre sonra beni balıkların yanına bırakarak kendileri aşağıya doğru avlanmaya gitmişlerdi. Balıklar sık sık ağızlarını açıp kapatıyor, nefes almakta güçlük çekiyorlardı. Bu acıklı hâllerine dayanamamıştım. Birer birer elime alıp, suya bırakmaya başlamıştım. Balıklarsa benimle vedalaşırcasına kuyruklarını çırparak, suyun derinliklerde kaybolmuşlardı. Ne zaman, nasıl geldiğini hatırlamıyorum ama kafamı kaldırıp arkama baktığımda karşımda abimin ağını boynuna asıp, benim hünerimi seyrettiğini görmüştüm.

Onu karşımda görünce kendime gelmiştim. Bir tane bile balığın kalmadığı fark edince telaşa kapılmıştım. Abim kızmamıştı bile. Dizlerinin üzerine oturtarak saçlarımdan okşamıştı.

– Merhametli olacaksın anlaşılan, demişti.

İşte hepsi orada… İşte dere yatağı… İşte balıkları özgürlüklerine kavuşturduğum kıyı… İşte ahşap köprü… İşte su kıyısında yetişen akdikenler… Her şey yerli yerinde… Aşağı gölden vak vak diye bir ördek sesi geliyor. Geç kalmış yaramaz ördek. Ördekler ancak tek kaldıklarında böyle ses çıkarırlar. Köksandal uslu durmuyor, dizginlerini kemiriyor. Yorgunluktan bitap düşmüş, yanımda uyukluyor.

Dere kenarında daha ne kadar kaldım bilmem ama eve vardığımda gece yarısıydı. Etrafı ürkütücü bir sessizlik sarmıştı. Bir tek bizim evin penceresinden ışıklar geliyordu.

Avlu kapısından girer girmez köpeğim Yolbars çok özlemişçesine havlaya havlaya bana doğru fırladı. Beni bir kere kokladıktan sonra geldiğimi haber verip, yengemden müjde alacakmış gibi tekrar evin kapısına koştu.

Yengem, sapsarı bakır yüksüğü parmağına takmış, Bayzak dedemden aldığı eski meşin pantolonu bana uyacak şekilde küçülterek dikiyordu.

Başım ağrıyor deyip uykuya çekildim.

* * *

Yine bir sabaha açtık gözlerimizi… Hayvanlar avludan çıkarılıyor, uykulu gözlerini ovalayan çocuklar, kuyruğundan tuttuğu inekleri ana caddede toplanan sürüye götürüyorlardı. İnekler mütemadiyen mölüyordu. Boynuzuyla ön ayağından bir iple bağlanmış olan bir inek –yeni doğurmuş olmalı- sürü başını atlatarak avluda kalan yavrusuna kaçtı. Sürü başı küfrü bastığı gibi ineğin peşinden koşturdu. Cılız keçiler tek tük meleyerek avlulardan çıkartılıyordu.

Aca’m, kolhozun geçici olarak verdiği iki keçiyi sağmakla meşguldü. Ben onları sürüye götürecektim. Direğe yaslanmış bekliyor, bir yandan da örgüsü çözülmüş kırbacımı düzeltiyordum.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Kiçine Bala- Küçük çocuk

2

Aca-Acarkül isminin kısaltılmış hâli.

3

Sarmerden-erkek ve kızların sırayla birbiriyle şarkılı türkülü atışması

4

Ir chını (türkü kasesi) – Bir takım türkü söyleme zincirlemesidir. Düğün derneklerde bir kâseye kımız veya boza konulur. Birisi (genellikle düğün sahibi) bir türkü veya şarkı söyledikten sonra kâsedeki içecekten bir yudum alır ve başka birine uzatır. Kâseyi devralan kişi de şarkısını söyleyip, kâsedeki içecekten bir yudum aldıktan sonra başkasına uzatır. Bu durum genelde düğüne gelen herkes türküsünü söyleyinceye kadar devam eder.

5

Aş- bir kimsenin vefat etmesinin üzerinden tam bir yıl geçtikten sonra büyük baş hayvan kesilerek halka verilen ziyafet, ölüyü anma.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2