bannerbanner
Ferdi ve Şürekâsı
Ferdi ve Şürekâsı

Полная версия

Ferdi ve Şürekâsı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

Bu oda, bir genç kızın aklından geçebilecek her isteği yapmaya hazır bir zenginlikle meydana gelebilecek süslere batmış, her yanına bol bol göz alıcı yapıtlar serpilmiş, her köşesinde bir sanat güzelliği saçılmış, zengin bir baba tarafından tek bir kızına yalnızlığını unutturmak için yapılmış bir harikadır. Odayı, yumuşak tüyleri, ayakları havadan bir taban üzerinde tutan, ilkel renkleri alışılmamış şekiller meydana getiren bir Uşak halısı örtüyor. Duvar, baştan aşağı pembe ipek bir kumaşla kaplanmış, tavanın çevresi beyaz, pembe mavi atlaslarla boğulmuştur. Tavan, bir sanat güzelliğidir. Ressam, bu genç kız odasını yıldızlarla donanmış bir gökyüzüyle örtmek istemiş gibi mavi bir hava üzerine ışıklı, beyaz, ince bulutlar; durgun bir gölün köpüklerini andıran bulutlar arasına da ışık parçaları serpmişti. Odanın sol tarafını tutan yatakla bunun tam karşısında bulunan tek bir pencere arasında geniş, alçak bir sedir vardır; duvarın üstünden, bir sanatçı dehasının bulduğu çok acayip, büyük bir kuş kanatlarını açmış; uzun boynunu hoş bir eğişle uzatmış duruyor. Bu yabansı yaratığın pençelerinden duvarın o yanında atlaslar çözülmüş de dökülmüş gibi beyaz, pembe, mavi bir ipek tufanı akarak gözleri okşayan bir dalgalanmayla halının üzerine düşmüş; sedirin üzerinde bir tak meydana getirmiştir. Sedir, vücudunun rahatını sevenin oturacağı yer gibi her biri bir şekilde, başka renkte; her biri bir özel düşünüşün bulduğu, gariplik arayan bir düşüncenin türettiği; birçok yastıklarla kaplıdır. Bunlar, daha üzerlerinden kalkan hoş bir vücut teninin sıcaklığı uçacak kadar zaman geçmemiş gibi, ötesinde berisinde hafif çukurlar gösterir. Sedirin iki tarafına düşen perdenin etekleri arasında kaybolmuş iki büyük Çin saksısı; odanın her tarafını zevkli bir dağınıklıkla tutmuş çeşitli, ayrı ayrı masalar, çekmeceler, iskemleler, koltuklar üzerine serpilmiş; sayılamaz, hatır ve hayale gelmez ufak tefek, o Japon yelpazeleri, Sevr saksıları, eski işlemeler, fağfur fincanlar, tunç heykeller, çini kâseler; o bin yerden gelen bin türlü hiçler; iskemlelerin, yatağın, sedirin ayaklarını öpüyormuş gibi önlerine atılıvermiş parlak gözlü, korkunç ağızlı kaplanlar, yatağın karşısında şişelerin, kâselerin, kutuların renkleri ve ışıklarıyla parlayan düzen takımı, bu çeşitli eşyanın yansımasıyla parlayan alevler içinde aynanın iki tarafında uzanan gümüş kollar üzerinde bir çiçek demetinin içinden çıkan şamdanlar… Bütün bu güzellikler, bu hoş şeyler gözleri okşuyor; odanın her tarafından yayılan bir gençlik kokusu, düşünceyi baygın düşürüyordu. Ama burada bir yer vardır ki, odanın bir tarafını bir yığın beyaz köpük gibi dolduran bir yatak görünmektedir ki, bundaki yaratış güzelliği, bütün o sanat yapıtlarının sahibidir.

Bu, sarı tunçtan iri, büyük bir yataktır. Burada beyazdan başka bir şey görülmez; tüller, ketenler, yünler, canfesler, burada titrek, parlak, donuk beyazlıklarını karıştırmış; burasını köpükten, buluttan meydana gelmiş bir küme hâline getirmiştir. Tavanın bir tarafında zarif, nazik bir el, sarı bir halka tutmaktadır; bu halkadan sanki tavan yarılmış da içeriye bir ışık demeti saçılmış gibi beyaz bir tül dökülmüş, yatağı bir melek yuvası gibi, kucağına almıştır; bu tüller, ötede beride toplanmış, birer bağ meydana getirilmiş, bunların üzerine birer beyaz güvercin konmuş, sanki bu saflık yatağı o saflık sembolünün koruyuculuğuna bırakılmıştı.

Hacer, kar kümesi içine düşmüş bir çiçek gibi, yatağının içine gömülmüştü. Gözleri düşünceli bir gezintiyle şurada gölge arkasında kalmış bir Saksonya saksısına, ötede bir rafın üstünde ortası yarılmış kırmızı bir şeftali gibi dudakları arasından beyaz dişleriyle sırıtan bir zenci heykeline, yatağın üzerinde şimdi kanatlanıp uçacakmış gibi duran güvercinlere, bir iskemlenin ayağı dibinde uzun tüyleri uzun kulaklarına karışmış alçıdan bir köpeğe dolaşıyor; yastığın üzerine saçılan sarı saçların arasından parlayan bu iki göz, genç kızın görüntülerine başıboş bir kılavuz gibi orada burada geziniyordu.

Hacer, daha on beş yaşındadır. Zayıf vücudu küçük başı altında, uzun ipek saçları arasında küçük beyaz yüzü; ona büyümemek, her zaman ufak kalmak üzere yaratılmış gibi bir çocukluk hâli verir. Kemiklerinin inceliği, ellerine, kollarına biraz uzun gibi görünen boyuna bir incelik vermiştir ki, güneşten yoksun kalmış; bir camlığın sıcaklığında yetişmiş bir çiçekteki zarifliği andırır. Renksizce, solukça dudaklarının altından küçük ve düzgün dişleri parlar; gözleri, saçlarının aydınlık bir bulut arasında tuttuğu yüzünün, lacivert parıltılı iki yıldızı gibidir.

Ocaktan bahar güneşlerine benzeyen hafif bir sıcaklık çıkıyor, mumlar odayı bir tan ışığı içinde tutuyordu. Bu sıcaklık, Hacer’in vücudunu okşuyor; omuzlarından, göğsünden kayarak bütün tenine ateşten öpücükler konduruyor; bu ışık, odanın türlü renkleri üzerinde oynayarak gözlerini okşuyordu. Genç kız, bu ışık ve sıcaklık içinde yıkanıyormuş gibiydi.

Bir aralık elini uzattı, göğsünün üzerine düşmüş duran defterini aldı. Bu mavi kaplı defter, genç kızın ikinci kalbiydi! İşte iki yıldan beridir ki artık muhasebe odasına gitmemesi söylenmiş, içeride yapayalnız yaşamaya gerek görülmüştü; iki yıldan beri de Hacer, bu defteri edinmiş; düşündüğünü, duyduğunu oraya yazmaya alışmıştı.

İlk günü, babası kendisini, önemli bir şey söyleyecekmiş gibi, bir akşam pencerenin önüne çekip de “Hacer, sana dikkatle bir bakayım! Sen, artık bir genç kız olmuşsun! Haberin var mı? Bundan sonra içeride oturmak gerekiyor.” dediği zaman Hacer, az kaldı, “Nasıl? Demek bundan sonra oraya gitmeyeceğim! O hâlde nasıl vakit geçecek? Nasıl yaşayacağım?” diyecekti, bunu dememişti ama odasına çekilerek hüngür hüngür ağlamıştı. İşte o zaman yazılmasına başlayan mavi kaplı defterin birinci sayfası açılırsa şu satırlar görülür:

5 Mayıs 19..

Bugün babam bana, yazıhaneye gitmeyi yasakladı. Onu görmek mümkün olmayacak. Böyle nasıl eğlenmeli, bilmem? Kitaplarım, piyanom, bunların hiçbiri beni eğlendirmiyor… Aman Tanrı’m! Bu koca evin içinde tek başıma ne yapacağım?

Bu parçadan sonra gelenlere “o” -genç kızların ilk duydukları aşka taktıkları bu belirsiz isim- yenilenip duruyor, gittikçe bir özel önem kazanıyor, gittikçe o yazıların tek konusunu meydana getiriyordu. En küçük olaylar burada büyük bir ayrıntı zincirinin nedeni oluyordu. Söz gelimi bir gün Hacer sokakta gelirken avluda ona rastlamış yahut bir akşam babasının yazıhanesine perdenin arkasından bakarken onu görmüş. Ya bir sabahleyin perdenin arasından babasının yazıhanesine bakarken onu görmüş ya da bir sabahleyin bir pencereyi kaparken sokaktan o sapmış da gözleri birbirleriyle karşılaşmış… Bunlar, önemli birer olgu olur, bu defterde bir tarih olayı gibi büyüklük ve önem kazanır; işte böyle bir kuruntudan doğma bir aşk hikâyesi meydana gelirdi. Gittikçe, o, genç kızın bütün hayatını ele geçirmiş, bütün düşüncesini büyülemişti. O… O kim? Kim olduğunun ne önemi var? O olması, bir genç kız için yeter. Yalnız büyümüş, bir babanın öpüşünden başka bir sevgi belirtisi görmemiş, açılmak isteyen duyarlık goncasına bir sevgi çiyi düşmemiş olan bu genç kız için İsmail Tayfur; o kumral saçlı, uzun boylu, yeşil gözlü genç adam herkesten, her şeyden başka bir şey olmuştu. İsmail Tayfur geldiği zaman Hacer, dokuz yaşındaydı; o vakit bu dokuz yaşındaki çocuk, bu genç adamı işte dokuz yaşında bir çocuk nasıl severse öyle sevmiş, yanından ayrılmamış, her vakit onunla gülüşmek için kendisine bir arkadaş tanımıştı. Ama sonra, dokuz yaşındaki çocuk, on iki yaşında bir genç kız olduğu zaman küçücük kalbinde duyduğu sevginin biraz yakıcı, biraz üzücü bir şey olduğunu anlamaya başlamıştı. Önceleri gülerken Hacer, artık gülmez olmuştu; yazıhanenin içinde, arkadaşının çevresinde pervane gibi dolaşırken artık kanatlarına bir kement atılmış gibi, bir tarafına oturakalır, sanki soluğunu onun yanında unutmuş gibi saatlerce dururdu.

Hacer, bunu pek anlayamıyordu ama aslında ilk aşk anlaşılır mı? Yalnız babası, “İçeride oturmak gerekiyor!” dediği vakit Hacer onu düşünmüş, odasına gidip ağlamaya gerek görmüş, o mavi kaplı defteri açıp hayatının ilk hikâyesine başlamıştı. Bu hikâyenin başlığı “O” olmak gerekli, her genç kızın ilk hikâyesi bu başlıkla başlar; ama ne yazık! Pek çoğu başka biçimde biter. Hacer, bu defterin ilk sayfasını yazarken son sayfasına ne yazacağını düşünmemişti.

Bir gün sabahleyin bir düşten uyandığı vakit Hacer kalbinde garip, tatlıya veya acıya benzer bir şey duymuştu.

Genç kız, yatağının içinde epey düşünerek, kalbinde böyle hem acıya hem tatlıya benzer garip bir duyguyu doğuran şeyin ne olabileceğini anlamak istemişti. Sonra aklına geldi… Bu, bir düştü! Hacer, o düşün bütün ayrıntılarını kaybetmemek istiyormuş gibi yatağının içinde kımıldamaya cesaret edemeyerek, gözlerini açarsa -güneşe bakıldıktan sonra gözler yumulduğu vakit uçuşan hafif pırıltılar örneği- belli belirsiz geçen düş anılarını tutamayacakmış gibi kirpiklerini süzerek durmuştu.

Peki iyi bilemiyor ama bulundukları yer, bildiği yerlerin hiçbirine benzemiyordu… Deniz gibi bir yerdeydiler. Üzerine parıltılar serpilmiş bir dalganın üstünde yuvarlanıyorlarmış gibiydiler. Uzun, kumral saçlı, yeşil gözlü bir yüz, Hacer’in yüzüne yaklaşıyor, yanaklarına değiyordu. Ama bu dokunuş o kadar hafifti ki, genç kız, yüzüne, yalnız bir ışık saçılıyormuş sanıyordu… Üzerlerinde parlak bir bulut, altlarında çırpıntılı bir dalga varmış gibi Hacer, İsmail Tayfur’un kolları arasında, yüzleri birbirine dokunarak bir boşluk içinde yuvarlanıyordu. Sonra ansızın karanlık olmuş, ikisi de karanlıklar denizi içinde kalmışlardı. O zaman Hacer, yavaş yavaş kendisinden kaçan o vücuda sarılmak için ellerini, sanki o yüze asılmak istiyormuş gibi dudaklarını uzatmıştı. Fakat ne yazık! Ayağının altında bir uçurum açılmış, birdenbire oraya düşmeye başlamıştı.

Hacer, düşün bütün bu ayrıntılarını düşünmüş, kalbinde ne olduğunu anlayamadığı çok acı bir şey sezmişti. Bu düşü birine arılatmak, biraz ağlamak istedi! Zavallı kız! Kime anlatabilir? O zaman, mavi defteri aklına geldi, yatağından atladı, giyinmeye gerek görmeden, çekmecesine koştu, hiç kimseye anlatamayacağı duygularını defterin bir sayfasına dökmek istedi.

Düşü yazdıktan sonra Hacer, şu bölümü eklemişti:

Bugün ne olduğumu anlıyorum. Şimdiye kadar kalbimin alamadığı duyguların yalnız bir kelimenin içinde olduğunu işte bugün anlıyorum! Evet, seviyorum! Bu söz, dudaklarımı yakıyor, ciğerlerimi söküyor. Yüreğimde garip bir ihtiyaç, soluk aldıkça büyüyerek, şişerek dudaklarımdan “Seviyorum!” haykırışıyla taşmak istiyor. Şimdiye dek bu kelime dişlerimin arasından çıkmaya cesaret edemiyordu. Ama bundan sonra? Oh! Bundan sonra; bulutlara, rüzgârlara, göğün bir köşesinden odama girerek bana gülümseyen aya, “Haberiniz var mı? Ben, ne olduğumu anladım! Ben seviyorum!” diyeceğim! Ah! Bu sözü ona da söyleyebilsem! Bir gün hiç beklemediği bir zamanda, deli olmuş gibi çıksam, gidip dizlerinin önüne düşsem; ellerini tutarak, onları göğsüme basarak, kalbinden vurulmuş bir kuş gibi ayaklarının altında çırpınarak, “Seviyorum! Seviyorum!” diye haykırsam! Beni dinlese de üzgün üzgün ağlasa! Benim için ağlayacağını hayal ettikçe ne tuhaf bir tat duyuyorum! Zavallı anasız kız! Kim bilir, eğer bir annem olaydı, belki ona giderdim de derdim ki: “Anneciğim! Beni mutlu kılmak ister misin? Hacer’i mutlu görmeyi diler misin?”

Annelere her şey söylenebilir ama babalara! Zavallı kız! Seni kim dinleyecek? Hiç!

Hacer, artık arkasını getirememişti, canı ağlamak istiyordu. Oraya, iskemlesinin üzerine yığılarak, hüngür hüngür ağlamıştı.

O gün Hacer, akşamüstü bir yerden geliyordu, odasına çıktı. Ara sıra böyle bir yerden geç geldiği zamanlar babasını odasında kendisini bekler bulduğu olurdu. Bu akşam içeri girdiğinde babasını, odanın içinde geziniyor gördü. Her zaman yaptığı gibi, babasının boynuna atılmak, öpmek istedi. Ama Ferdi, bu akşam bir keder putu kadar tasalıydı, çehresi, üzerini bir kara bulut bürümüş gibi kararmıştı. Hacer, babasını hiçbir zaman böyle görmemişti, ileriye gitmeye cesaret edemeyerek durdu; baba ile kız sessiz, ağır bir gözle bakıştılar.

Sonra Ferdi ilerledi, ellerini Hacer’in omzuna koyarak ve sedirin üzerinde açık duran mavi defteri göstererek korkunç bir sesle “Defterini okudum!” dedi.

Hacer, bir yıldırımla vurulmuş gibi sarsıldı; gözleri döndü, kolları düştü, elinde hançeriyle yakalanmış bir katil gibi bütün sinirleri titredi; bir saniye içinde ayaklarının altından dünya kaçıyor, başının üstünde gökler çatlayarak dökülüyor sandı. Bir şey söylemek, bir şey yapmak istedi; başaramadı, sonra bütün bu kederler, bir gözyaşı seli hâlinde fışkırdı ve Hacer, babasının kolları arasına düşerek, çoktan beri sevgi dolu bir göğsün üzerinde ağlamak ihtiyacını duyarak, gözyaşlarını salıverdi.

Bir süre Hacer, böyle istediği gibi ağladı, Ferdi Efendi, tam bir sessizlik içindeydi; sonra kızının başını kaldırdı, yüzüne bakarak:

“Niçin bana haber vermedin? Bir anneye söylenecek şeyler, bir babaya da niçin söylenmesin? Bugün defterini açık unutmasaydın, kim bilir ne zamana kadar haberim olmayacaktı. Niçin bana bakmıyorsun, Hacer? Ben senin mutluluğunu düşünmek istemez miyim?”

Hacer, gözlerini kaldırdı, baba kız bakıştılar, şimdi ikisinin de gözlerinde bir gülme parlıyor ve Hacer, “Sahi mi baba?” demek istiyormuş gibi bakıyordu. Genç kız, birdenbire doğruldu, babasının ellerini tuttu, artık karar vermiş gibi, “Şöyle yanıma otur, baba! Mademki dinlemek istiyorsun…” dedi.

***

Ferdi Efendi için İsmail Tayfur’da bir damat olarak istenebilecek niteliklerin hepsi vardı. Ferdi Efendi’ye damat olacak kimsenin ciddi, hesap bilir, fazla olarak bir genç kızı memnun edebilecek kadar genç ve yakışıklı olması yeterdi. Oysa İsmail Tayfur, bu niteliklere fazlasıyla sahip bulunduğu için, Hacer’in babasının kâtibini sevmiş olması, belki başka bir babanın ağırbaşlılığına dokunabilirdi ama bu, tersine; Ferdi ve Ortakları Ticaretevi sahibinin isteğine uygun düşmüştü. Bunun için Hacer, hikâyesini bitirip de yalvarış dolu gözlerini dikerek, “İşte baba!” dediği zaman Ferdi, “Söz veriyorum, İsmail Tayfur’u damat edeceğim.” demişti. Bu söz, o kadar güçlü söylenmişti ki, “İsmail Tayfur’a bana damat olmasını emredeceğim!” şeklinde yorumlanabilirdi.

Ama ne yazık! Dünyada parayla satın alınamayacak bir şey varsa o da kalpti. İşte Ferdi ile İsmail Tayfur arasında geçen konuşma, bu olayın sonucuydu.

Bugün, akşamüstü babasıyla, “o” adından başka bir ad veremediği İsmail Tayfur’u dinledikten sonra kalbine sığmayan mutluluk duygusuna büsbütün kendini bırakabilmek için Hacer, odasına kapanmak, mavi defterini açmak, kalbinin arkadaşına müjde vermek istemişti. Ama kendini odada yalnız bulduğu zaman, yatağına girip düşünmeyi üstün tutmuş; mavi defterini göğsünün üzerine basarak, gözlerini; önünde açılan hayal göğüne salıvermiş, böylece dalıp gitmişti.

6

Ferdi Efendi için kızı pek değerliydi. Karısının ölümünden sonra bir aile kurmayı gerekli görerek aldığı Çerkez kızını kaybettikten sonra Ferdi Efendi için artık hayatta iki amaç kalmıştı: Kasasını alabildiği kadar doldurmak, kızını da bu servete yaraşır duruma getirmek.

Ferdi Efendi, yüz bin liralık bir adam olurken kızını da yüz bin liralık bir kız hâline getirmeyi istemişti. Hacer’e daha yürümeye başladığı sırada yine kendi kadar küçük bir kız arkadaş verilmiş, bir mürebbiye tutulmuş, evin iç işlerine küçük hanım adına bakmakla görevli bir kalfa bulunmuş, bu minimini ev sahibi kıza, bir “maiyet” düzenlenmişti.

Hacer’in yaşayışı, değişmez bir düzen içinde geçerdi. Sabahleyin erken kalkmak, gidip babasını odasında görmek, babası yazıhaneye çıktığı zaman müzik dersini almak, iki saat ödevlerini yazmak, sonra akşamüstüne kadar boş kalmak, bu zamanı yazıhanede hesap memurlarının ve özellikle İsmail Tayfur’un yanında geçirmek, akşam mürebbiyesiyle beraber küçük arabasına binerek Şişli’ye kadar gidip dönmek; pazar ve cuma günleri her zaman mürebbiyesiyle, pek seyrek babasıyla gezmeye gitmek, Hacer’in değişmeyen eğlencesiydi.

Yalnız bu küçük çocuk, bir genç kız olduğu zaman yazıhaneye çıkması yasaklandığından her zamanki yaşantısında bu kadarcık bir aksama olmuştu.

Hacer, bu ıssızlık, bu yaşama tekdüzeni içinde sıkıntılı, tasalı olmaktan uzaktır; tersine o kadar özenle meydana gelen bu mutluluk yuvasında neşelidir, mutludur; her zaman güler, evin her tarafında bir kahkahası duyulur, her zaman söyler, bulunduğu yerde Hacer’in sesi, ne olursa olsun, işitilir.

Mürebbiyesine tutkundur; bu, genç bir kızdır ki, kadın olmamayı üstün tutmuş, yoksul ama namuslu bir aileden yetişerek hayatını öğretmenlikle geçirmeye karar vermiştir. Daha okuldan çıkar çıkmaz, sekiz yıllık bir arkadaşlık Hacer’i ona, onu Hacer’e öylesine bağlamıştı ki, artık Nerime Hanım’ı işinden uzaklaştırmak düşünülecek bir şey değildi; onun için şimdi bir mürebbiyeden çok, ailenin ayrılmaz bir parçası gibiydi.

Melekzat, Hacer’in arkadaşıdır. Bu kız, o kızlardandır ki onlar, evin bir köşesine konacak tuhaf bir heykel veya arabanın bir tarafına atılacak güzel bir süs gibi alınır. Evde ileri gelenler birisini sevmek isterlerse o hazırdır, onu sevebilirler; birisini dövmek isterlerse o hazırdır, onu dövebilirler; o öyle bir şeydir ki, her gerekliliğe hizmet için bulundurulur; dövülür, sevilir, okşanır, azarlanır. Hacer’e oynamak için birisi gerekti, işte ona Melekzat’ı vermişlerdi; Hacer’in çocuklarda yaradılıştan olan hainlik duygusuyla birisini dövmeye, ısırmaya, çimdiklemeye, oyuncağına kızdığı zaman bir şeyden öfkesini almaya, canı sıkıldığı vakit birisiyle uğraşmaya veya ara sıra insan yüreğinde doğan sevgi duygusuyla birisini öpmeye, ona sarılmaya, halıların üstünde iki kedi yavrusu gibi yuvarlanmaya ihtiyacı olurdu; işte ona Melekzat’ı vermişlerdi. Hacer, Melekzat’ı çeşitli heveslerine yarar bir oyuncak; Melekzat, Hacer’i kafası okşanan veya kulakları çekilen bir kedinin sahibini sevmesi gibi severdi.

Hacer’in evin içinde hemen herkesten çok senli benli olduğu, babasıydı. Ama genç kız, mavi defteri yazmaya başladığı zaman, bunun bir babadan saklanabilecek bir şey olduğunu anlayabilmişti. Ferdi Efendi, kızının en özel yaşantısına kadar karışırdı. Bir tatil günü giyeceğini, bir bayram için alacağı kumaşı, odasının bir köşesine konmak için getirteceği bir şeyi, bütün bu ufak tefekleri, bu hiçleri baba kız birlikte düşünürler, birlikte kararlaştırırlardı. Hatta bir gün, bir şemsiye için aralarında şiddetli bir konuşma geçmişti. Bu gibi anlaşmazlıkları oldukça konuşmalarını gülümsemeyle dinleyen Ne-rime Hanım, sorunu çözerdi. Genellikle hak, Hacer’de bulunurdu; o zaman zaten kızına karşı hak kazanmaya cesaret etmeyen Ferdi Efendi güler, haksız çıkmaktan başka bir şey beklemiyormuş gibi rahatlıkla susardı.

Ferdi Efendi için üzerinde durulacak yalnız bir şey vardı: Kızını mutlu görmek! İşte Hacer babasının kolları arasına atılarak hüngür hüngür ağladığı zaman Ferdi Efendi yalnız bir şey düşünmüştü: Kızına istediğini vermek!

Hacer, İsmail Tayfur’u istiyordu, değil mi? İsmail Tayfur, Hacer’e verilecek! O kadar!

7

Hacer, sabahleyin parlak bir düşten kalktığı vakit mavi defterini göğsünün üzerinde buldu; şimdi ocakta ateş sönmüş, oda soğumuştu. Genç kız, yatağından titreyerek atladı, kürküne sarıldı, kapısına giderek sürmesini çekti, zilin düğmesine bastı, sonra sedirin üzerine atıldı, üşüyerek kürkünün içinde büzüldü.

Melekzat, içeriye girdiği zaman Hacer “Ateş! Ateş! Donuyorum!” dedi.

On dakika sonra ocağın içinde odunlar neşeyle çıtırdıyor; Hacer, dizinin dibinde oturan Melekzat’a anlatıyordu:

“Bilsen ne kadar mutluyum! Babam, ‘İsmail Tayfur’u damat edeceğim.’ dediği zaman bu, bana o kadar olmayacak şey gibi görünmüştü ki inanmaya cesaret edememiştim. Ama dün akşam… Artık inanmamak olamazdı… Ben orada, perdenin arkasında, hepsini işitiyordum… Babam onu çağırdı… Babam söz söylerken o titriyordu… Ah! Melekzat! Sen bu duyguları bilmezsin ki… Babam ona ödül vereceğini söylerken gönlüm bana, ‘Ne duruyorsun? İşte o ödül sensin! Çıksana! Onun kolları arasına atılarak İşte ödül! desene!’ diyordu. Biraz daha orada dursaydı kendimi tutamayacaktım. O çıkar çıkmaz babamın yanına koştum, dünyada artık isteyecek bir şeyi kalmamış mutlu bir çocuk gibi boynuna atılıp teşekkür ettim…” Hacer, Melekzat’ın omzuna vurdu. “İşte böyle! Artık gelin oluyorum.”

Melekzat dinliyor, ilk kez işittiği bu sözleri anlamıyor gibi duruyordu. Sonunda uzun, önemli bir şey düşünüyormuş gibi durdu durdu da başını sallayarak dedi ki:

“Nerime Hanım işitse kim bilir ne der?”

O zaman Hacer kahkahayı salıverdi, yine Melekzat’ın omzuna vurarak, “Deli kız!” dedi. Bugün Hacer’in ikinci işi Nerime Hanım’ı bir tarafa çekmek, bu büyük haberi bildirmek oldu. Beş dakika içinde bütün ev halkı olayı haber aldı: “Hacer Hanım, İsmail Tayfur Bey’e nişan edilmiş!” İlk olarak, Ferdi Efendi’nin evinde, İsmail Tayfur’a “bey” deniyordu.

8

Kış günlerinin sisli güneş ışığı, İsmail Tayfur’un küçücük odasının kafeslerinden süzülerek yatağının kenarında oynaşıyordu. Genç adam, bu akşamı türlü düşünceler içinde geçirmiş; vücudu, kafasını altüst eden düşüncelerin ağırlığı altında ezilmiş gibi, derin derin uyumuştu. Sabahleyin uyandığı zaman, düşünce ve beden yorgunluğu ile yorganların arasına sokulmuştu; soğuk havalarda yatakta duyulan bir hoşluk içindeydi.

O akşam Hasan Tahsin Efendi’den ayrıldıktan sonra eve girdiği vakit annesi kendisini o kadar düşünceli görmüştü ki çoğu zamanlar böyle tasalı bulmaya alıştığı oğlunu ihtiyacı olan sessizlik içinde bırakmak için bir şey sormamış, aralarında bir söz geçmemiş, sonra İsmail Tayfur odasına çıkmıştı. Saniha, o zavallı kızcağız ise İsmail Tayfur’u böyle gördüğü zamanlar evin içinde bir gölge, bir bulut gibi varlığı duyulmaz, gürültüsü işitilmez olurdu. Bu evin bir sessizlik sembolü olan genç kız, öyle bir melekti ki kanatlarının gürültüsü bile sezilmezdi.

İsmail Tayfur, odasında kendisini yalnız bulduğu zaman, artık istediği gibi düşünmeye vakit ayıranların güvenliğiyle fesini, paltosunu fırlatmış; minderin üzerine boylu boyuna uzanmış, istediği gibi düşünmüştü.

İsmail Tayfur, okula girdiği zaman kalbinde bir sürü emel vardı. Bir gün kader, birdenbire gelen bir kaza gibi, onu kırmış; bu genç kalpteki umut sarayını kırık dökük bir kulübeye çevirmişti. Gençlik, bir bahar göğü gibi saf, aydınlık ve parlaktır. Ama ansızın bir ters rüzgâr eser, önünde bulutlar, fırtınalar yığılarak o parlak göğü karanlıklara boğar. İsmail Tayfur’un gençlik göğü, böyle bir rüzgâra rastlamıştı, yalnız bulutların arasından parlak bir nokta, bir umut güneşi hafif hafif parıldıyor, genç adama, umutsuzluğunun karanlığı arasında tasalı tasalı gülümsüyordu. Gözlerini kapayıp veya yatağının üzerine serilip de İsmail Tayfur kaygılarını, acılarını, yok olmuş umutlarını, yaşamını dolduran boşluğu düşündüğü zamanlar, işte yalnız o ışık noktası parlar; gözlerini kırparak “Niçin umutsuzlanıyorsun? Yaşamak! Yaşamak aşktan başka bir şey midir? Mutlu olmak mı istiyorsun? Mutluluğu aşktan başka bir yerde bulamayacaksın. İnsan düşkünlüğünün de mutluluğunun da yaratıcısıdır. İşte mutluluk, sana bir aşk görünüşünde gülümsüyor. Kollarını aç, mutluluğu kollarının arasında bulacaksın!” derdi. Zavallı Saniha! Zavallı küçük yoksul, kimsesiz kız!

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3