bannerbanner
Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi
Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi

Полная версия

Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

Adapazarı’nın kalbi hiç kuşkusuz Orhan Camii’dir.

Adapazarlı dünyaya Orhan Camii’nin penceresinden bakar, hayatı Orhan Camii’nin ezan ve salalarından anlar, Allah’ı Orhan Camii’ndeki secde izlerinde arar.

Bütün yollar, bütün izler, bütün kapılar Orhan Camii’ne çıkar bu şehirde.

Vali ile odacısının, belediye başkanı ile kapıcısının, fabrika müdürü ile bekçisinin, patronla tezgâhtarın, memurla işçinin, köylü ile şehirlinin, tüccarla emekçinin “bir”, “bütün”, “eşit” olduğu mekânın adıdır Orhan Camii. Birin, birliğin, birlikteliğin adıdır Orhan Camii. Dün ile yarını bugünde buluşturan, birleştiren, kaynaştıran yerin adıdır Orhan Camii.

Yeri gelmişken; Sakarya’da tam on yedi Orhan Camii mevcuttur, çoğunun yerinde bugün yeller esse de biz yetişmişizdir son deminde hemen hepsine, dünya gözüyle görmüşüzdür çoğunu. On yedisi de Orhan Gazi’nin bölgemizi 1325’te fethettiğinin ve şehrettiğinin nişanesi, remzi, sembolüdür.

Çünkü Adapazarı Osmanlıdır, Orhanlıdır, Muratlıdır.

Adapazarı geç dönem bir Osmanlı şehridir.

İşte Adapazarı, Orhan Camii ile bütünleşmiş yarım milyonluk bir şehrin adıdır. On altı ilçeden oluşan bir milyonluk bir ilin merkez ilçesidir.

Son bir buçuk asırda Gürcistan’dan Bosna’ya, Batum’dan Priştina’ya, Kırım’dan Selanik’e, Trabzon’dan Kırcaali’ye… Kafkasya, Rumeli ve Anadolu’nun her ilinden her ilçesinden, kimin başı dara düşse; sığınak barınak yığınak olan, sarıp sarmalayan şehrin adıdır Adapazarı. Dört kıtaya yedi iklime bir dersaadet, bir huzur limanıdır Adapazarı: Sait Faik’in “herhangi bir kıraathanede dört lisan bilmeyenin garsonluk yapamaz bizim kasabada’ dediği yerleşimin adıdır Adapazarı. Büyük öykücünün dediğinin üzerinden koca bir asır geçmiş olsa da bugün hâlâ sokaklarında, çarşılarında, kahvehanelerinde; on yedi dilin özgürce, yadırganmadan konuşulduğu şehrin adıdır Adapazarı. Bunca etnik kökenin olaysız kavgasız nizasız yaşadığı, yaşandığı, yaşatıldığı yerin adıdır Adapazarı.

Yeri gelmişken; bu huzurun, birlik beraberliğin çimentosu da Osmanlı’nın fetihten sonraki yüzyıllar boyunca Orta Asya’dan getirip yerleştirdiği, Manav diye nitelendirilen Hanefi Sünni Müslüman Türklerin olduğunun da altını çizmeliyiz. Yedi kere düşünmeden adım atmayan devletiyle yedi asırdır aynılaşmış, kendisi olmuş bu insanların hoşgörülü ve paylaşımcı ruh ikliminin hem sebebi hem de sonucu olduğunu belirtmek hakkı teslim etmektir.

Adapazarı, Yahya Kemâl’in “Kökü mâzide olan âti” dizesinin Anadolu coğrafyasında –Bursa ile birlikte– en çok yakıştığı, yaraştığı, yaşandığı şehrin adıdır.

Osmanlı coğrafyasının neresinde birilerinin başı ağrısa anında hissedildiği, çözüm arandığı, yardım eriştirildiği yerin adıdır Adapazarı. Üstat Necip Fazıl’ın meşhur hitabesine nazire edercesine; “Kim var?” dendiğinde, sağına ve soluna bakmadan, seksen bir il içinde ilk “Ben varım” diyen şehrin adıdır Adapazarı. Herkesle dert ortağıdır Adapazarı. Belki de bu yüzdendir, tarihte merkezi Adapazarı olan hiçbir deprem olmadığı hâlde her Marmara depreminde diğerleriyle birlikte yıkılması… her seferinde de küllerinden yeniden doğması.

Boşnak böreği Çerkez tavuğuyla, Abaza pastası Arnavut ciğeriyle, Muhacir mamaligası Manav dartılı keşkeğiyle, birbirini dışlamadan ötelemeden yan gözle bakmadan aynı sofrada hayat bulurlar, hayat verirler hane hane, sokak sokak, mahalle mahalle, Adapazarı’nda. Lokantalarında Bosna’dan mülhem Islama köftenin yendiği, dükkânlarında Üsküp helvasının satıldığı, Prizren bozasının, Drama gazozunun içildiği şehrin adıdır Adapazarı.

Ülkemizin en verimli ikinci ovasının yanı sıra, yedi gölü, üç nehri, üç şelalesi, on sekiz yaylası, kaplıcaları, –dünyada yalnızca beş tane ülkemizde ise bir tane örneği olan– longozu… yeşili mavisi… bereketin, üretimin, verimliliğin adıdır Adapazarı.

Zenginliğin gizli, fakirliğin az, orta halliliğin çok olduğu; dulların, yetimlerin, düşkünlerin sarıp sarmalandığı şehrin adıdır Adapazarı.

Kendileri ortalıkta görünmeseler de açları doyuran, açıkları giydiren, imkânı olmayanları evlendiren nice “vakıf adamlar”ın; Terzi Alilerin, Şeyh Osmanların, Kabukçu Burhanların… şehridir Adapazarı.

Adapazarı; ülkemizde hayat süren bütün edebî, fikrî, siyasî, dinî akımların, anlayışların, oluşumların ya çıkış noktası ya neşvünema bulduğu ya da en hafifiyle temsil edildiği şehirdir.

1980 öncesi binlerce gencimizi teröre kurban verdiğimiz, her gün beş on üniversite öğrencisinin kökü dışarıda ne idüğü belirsiz örgütlerce katledildiği, şehirlerin sokak sokak, mahalle mahalle “kurtarılmış bölge”ler ilan edildiği günlerde; sokaklarında kavganın olmadığı, terör vakasına rastlanmadığı ender şehirlerimizden biridir Adapazarı.

Adapazarı’nı Sakarya sananlar, Adapazarı’nı Sakarya ile karıştıranlar var. Zinhar yanlış. Yalan. Hatta iftira. Muhal. Hakaret. Nehre adını veren Bitinya tanrıçası Sangarius’tan iki bin yıllık bir hediyedir Doğu Marmara’ya bu isim, doğrudur. 724 kilometrelik nehrin sadece 110 kilometresi mahcup bir edayla selam verip şehrin kıyısından geçip gitmektedir. Yarım asırlık ömrümde ne seveni gördüm bu kavramı ne gönlünde misafir edeni. Ankara’nın, TBMM’nin, tepeden inmeciliğin kazığıdır bir milyon kişinin yaşadığı vilayete bu isim. Zaten 1965’te kurulan Sakaryaspor ile 1992’de temelleri atılan Sakarya Üniversitesi dışında yüzüne bakanı, göz kırpanı, şefaat edeni de yoktur bu nevzuhur, zıpçıktı kavramın. Sakarya bir bölgenin, bir vadinin, bir havzanın adıdır; içerisinde Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Bilecik, Bolu, Adapazarı, Düzce’nin yer aldığı. Sakarya Adapazarı’nın değil, bölgenin adıdır kısacası; bu böyle bilinmelidir.

Nerelisin sorusuna “Adapazarlıyım” cevabının verildiği, hiç kimseden “Sakaryalıyım” kelimesinin duyulmadığı şehirdir o.

Adapazarı bir Türkmen yerleşimidir Orhan Gazi’den bu yana. Yani Yörük ve Manav şehridir öncelikle. Atasözlerinde, türkülerinde, halk oyunlarında, giyim kuşamında, yemeklerinde buram buram hissedersiniz bunu. “Elmayı top top yapalım’ diye eğlenir, ‘Evlerine varamadım güzelden’ diye türkü çığırırlar eskiler mesela. Halk oyunları ta Muğla’ya Aydın’a kadar ucu dokunan Zeybek oyunlarıdır. Kaç kişi bilir ki eskilerin evlerinde taam eylenen Höşmelim tatlısının; Balıkesir, Kütahya, Bursa, Bilecik, İzmit kadar Adapazarı’na da ait olduğunu. Osmanlı’nın neşet ettiği ve ilk otuz yılda fethettiği bu bölge kültürünün yüzde doksan birbirine benzemesinde şaşılacak ne vardır, asıl buna şaşmak gerekir. Diğer yandan kabağın da başkentidir Adapazarı. Başta enfes Kıvırma tatlısı olmak üzere, birbirinden lezzetli dokuz ayrı kabak tatlısı sunulur hâlâ Adapazarı sofralarında. Diğer yandan Adapazarı Mutfağı bir imparatorluk mutfağıdır; göç edip gelenlerin sadece kendilerine değil, mutfaklarına da kucak açmıştır zira. Onlarca çeşit dondurmasından bozacılarına, köftecilerinden tulumbacılarına kadar…

Bir spor şehridir Adapazarı; Oğuz Çetin, Aykut Kocaman, Semih Saygıner, Kenan Sofuoğlu’nu yetiştirip Dünya Spor Arenasına sunmuştur.

Fakat o asıl bir öykü, bir öykücüler şehridir: Sait Faik, öykülerini “Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket”te, bu şehirde emzirmiştir. Faik Baysal “Çocukluğumda Çark Mesire’de içtiğim Olimpos gazozlarının nefis tadı hâlâ damağımdadır” diyerek andığı bu şehirle büyütmüştür öykülerini. “İçimde iki şey hâlâ dipdiri durur; birisi siyasal inançlarım, diğeri memleketime olan sevgim” diyen Kerim Korcan, romanları gibi öykülerini de Sakarya’nın mavi sularında çoğaltmıştır. Necati Mert’ten Cüneyd Suavi’ye, Hatice Bilen Buğra’dan Ayfer Tunç ve Mustafa Uçurum’a… ve genç kuşaktan; Hande Ortaç’tan Ayşenur Gülsüm Tuna’ya, Emirhan Tezer’den Sinem Torun ve Dilara Selamet’e… Adapazarı her şeyden önce ve her şeyden sonra bir “öykü şehir”dir, “öykücü şehri”dir; kırk gün kırk gece öyküsü anlatılsa “tükenmeyecek” şehirdir.

Ama Adapazarı Cihat Zafer kardeşimin enfes tespitiyle “odunu sert çağa keskin balta”; Selahaddin Şimşeklerin, “Gökyüzünde duman duman bulutsun”un güftekârı Halit Çelikoğluların, bestekârı Ziya Taşkentlerin, “Yaşayan Nasreddin Hoca”; Hâfız Hasan Çolakların, nice şairlerin ediplerin de şehridir diğer yandan.

Göçü, öyküsü bol şehrin, güzeli, güzelliği de çoktur; bu güzellikleri göstermek gerektiğinden olmalı, güzel sanatların en gelişmiş dalı fotoğraftır. Hüsnü Gürsel’den İbrahim Zaman’a, Servet Sezgin’den Nevzat Yıldırım’a… Grup5’ten AFAK’a, Sagüsad’dan Adafad’a; nice fotoğrafçılar deklanşörle değil, gönül gözüyle güzellikleri resmetmektedirler adeta.

Evet, akıl kadar gönlün, zenginlik kadar cömertliğin, hicretleri kadar merhametin de şehridir.

Sağduyunun şehridir Adapazarı.

Vefanın, saygının, tebessümün adıdır.

Güzelin, güzelliğin, güzelliklerin şehridir o.

Rengin, renklerin, rengârenkliliğin adıdır.

Her gün bir sokağında destanların yaşandığı şehrin adıdır o.

Adapazarı denilince; güven istikrar ve huzur gelir akla ilkin. Ama en başta huzur.

Çünkü o Manav – Türkmen ağırlıklı bir şehirdir.

Adapazarı Osmanlıdır. Görünmeyen Dersaadet’tir.

Evet; Adapazarı huzurun başkentidir. Şeksiz şüphesiz, tartışmasız, huzurun başkenti.


Sarayevo

Alia Yüzlü Şehir

Alia yüzlü şehir. Alia özlü şehir. Alia ruhlu şehir.

Birçok şehir tarihte fetheden kraldan imparatordan sultandan almış ya adını. Peki Sarayevo da “bilge kral” Alia İzzetbegoviç’ten alamaz mı adını; değil mi ama:

Aliapolis, Aliapoli, Aliapolu, Alibolu…

Yok yok Batılı literatürle diyelim, daha iyi anlar onlar: Alia City, Alia’nın şehri. Alialı şehir. Aliacity yani.

Peki kaç tane Sarayevo var dersiniz? Kesin bir sayı size: Bir tane değil kesinlikle. Üç diyen var, beş diyen var, yedi diyen var, hatta dokuz diyen var. “On bir Sarejevo şehri var” diyene bile rastladım ben.

Nasıl mı oluyor bu; çok basit: Siz şehre hangi gözle bakarsanız o kadar Sarayevo olabiliyor.

Ben mesela, yedi döneme ayıranlardanım Sarayevo’yu: Bizden önce, biz yani Osmanlı-Türk dönemi, Avusturya Macaristan dönemi, Sırp krallığı dönemi, Tito Sosyalizmi, Savaş ve A.D yani Alia dönemi ve A.S. yani Alia’dan sonra.

Yedi dönemin de izlerini işaretlerini eserlerini görmek mümkündür günümüz Sarayevo’sunda. Latife etmiyorum, sahiden söylüyorum. Daha bu yazıyı yazmadan bir ay önce yeniden gittim yeniden gördüm.

Fatih Sultan Mehmed’in hediyesidir bize Bosna. Fatih’in emanetidir de. Hünkâr Camii o günlerden hatıradır bugünlere.

Şehrin en görkemli eseri Gazi Hüsrev Bey Camii/külliyesidir elbette. Nüfusun şehirlerin binaların kat be kat büyümesine rağmen hâlâ muhteşem hâlâ görkemli hâlâ merkezidir bu eser. Sanki “öteler”de yapılıp da “buraya” monte edilmiş ruhanî bir eser hissi verir insana. Uyum estetik diyagonal. Fonksiyon, fayda, huzur. Güzellik rahatlık derinlik. Sadece cami bölümünde değil türbesinden medresesine, hamamından hanına… tüm müştemilatında aynı ahenge aşina olursunuz.

Gazi Hüsrev Bey’in, babası Fatih ile oğlu Yavuz arasında bir sükûnet abidesi, devleti sistematize eden, baniyi-sani yani Osmanlı’nın ikinci kurucusu Sultan İkinci Beyazıd’ın kızından torunu olduğunu bilmem kaçımız biliriz. “Mal sahibine çeker” demiş atalarımız, gerçekten inanırım bu sosyolojik ve psikolojik kanuna: Her eser banisinin yani bina edenin, yaptıranın yahut yapanın ruh hâlini yansıtır bizlere, farkında olmadan. Cam kavanozda içinde olandan başka ne görünebilir ki? Gazi Hüsrev Bey Külliyesi beş asır sonra bile bugün hâlâ Sarayevo’nın gerdanlığı hükmündedir.

Anadolu’da şadırvan olarak yaygın olan şehrin meydanındaki estetik “Osmanlı sebili”, gelinlik bir kızın parmağındaki “nişan yüzüğü” kadar manalı ve asil durmaktadır bihakkın. Sebil ve külliye bugünün Sarayevo’sunda “biz”dir, “bizim”dir, “bizce”dir.

Başçarşı, Batı’nın vahşi Kapitalizmine karşı Osmanlı’nın, ecdadımızın, ahilik kültürüyle asırlardır her biri on beşer metrekarelik minnacık işyerlerinde çeşitli mesleklerden esnafa bağımsız onurlu özgür yaşama hakkı sunan muhteşem sisteminin nişanesidir hâlâ; gidip görüp ibret ve minnet duygularıyla etüt edilmelidir deriz.

İnsana soğuk, güce tapınan suratlı bazı binalar göreceksiniz caddelerde bulvarlarda: Biliniz ki onlar Avusturya-Macaristan dönemi kadar uzaktır insana.

I. Dünya Savaşı’nın fitilinin ateşlendiği yerdir mesela Sarayevo, pek bilinmez. Avusturya Macaristan Veliaht Prensi Franz Ferdinand eşi Sofia ile birlikte şehri ziyaretinde Latin Köprüsü’nden geçecek, Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip, köprü üzerinde –işin ilginç yanına bakınız– tek bir kurşunla ikisini birden öldürecektir. Kurşun Franz’dan girip çıkacak, eşi Sofia’nın karnına saplanacak kısa sürede ikisi birden can vereceklerdir. Tarih 28 Haziran 1914’tür. Bu olay büyük yankı bulacak ve ardından bütün Avrupa karışacak, savaş dört sene sürecek, yüzlerce cephede milyonlarca insan can verecek… sonrasında da üç büyük imparatorluk, Avusturya-Macaristan, Rus Çarlığı ve Osmanlı tarih sahnesinden çek (tir)ilecektir. Evet; bu hazin olayın vuku bulduğu Latin Köprüsü, şehri bir boydan bir boya dolanıp geçen Miljacka Nehri üzerinde bugün hâlâ mevcuttur ve ziyaret edilmektedir.

Sonra Sırplar yönetecektir şehri. Sonra II. Dünya Savaşı çıkacak, savaş bir gün bitecek, bugün yedi devlete bölünen Yugoslavya’nın birleştiricisi Tito tarih sahnesine çıkacak ve “yumuşak komünizm” diye de tasnif edilen bir sosyalizmle yönetecektir Sarayevo’yu. Adı geçince “birlik, dayanışma, bütünlük” kavramları akla gelen Tito döneminden bugün için iki nostaljik eser/nişane kalmış durumdadır Sarayevo’da: Biri Tito’nun meşhur balkon konuşmaları yaptığı Ferhadiye Caddesi üzerindeki muhacir sarısı renkli sarayı. Diğeri ise balkonun hemen altındaki “sönmeyen kardeşlik ateşi.”

Sonra Bosna Savaşı gelecektir akla Sarayevo’da. Buna savaş demek lügatlere haksızlıktır aslında. Sözlüklerdeki savaş ile bu olayın benzerliği yoktur. Neden mi? Savaşta cepheler olur, erkekler savaşır, tanklar tüfekler süngülerle harp edilir. Bosna Harbi böyle olmamıştır. Miljacka Nehri kıyısındaki vadilerde kurulu şehrin dört bir yanındaki tepelerine konuşlanan Sırp topları tankları sivil halkın üzerine evlere sokakları caddelere binalara dört bir yana bomba kurşun şarapnel yağdırmış, ölüm kusmuşlardır adeta. Bir yanda masum yüz binlerce can, tepelerden yağan bombalar, kurşunlar. Binlerce yaşlı genç kadın ana çoluk çocuk hayvanlar gibi parçalanacaktır bombalar altında. Taş üstünde taş kalmamacasına. İşte size modern/çağdaş Batılı Avrupa’nın savaş aklı. Bunun adı katliamdan, soykırımdan başka nedir ki.

Hilal ile Haç’ın savaşıdır aslında Bosna Harbi. Daha doğrusu beş buçuk asır sonra katliamla Haç’ın Hilal’den intikamı. Allah’tan Necmettin Erbakan adında bir yıldız çıkacak, Bosna’da bir traktör fabrikasını silah fabrikasına dönüştürecek, çaresiz Boşnak Müslümanlara biraz nefes ve umut olacaktır. Ve Türklüğün onurunu da kurtaracaktır. Yaklaşık dört yılda on binlerce masumun hayatına mal olan Bosna Savaşı bitiminde yüzyılın cennet yüzlü bilgesi Alia’ya şu sözleri söyletecektir: “Türkler ölmüş de musallaya konulmuş bile olsa, mezara konulmadıkları sürece Bosna için umutturlar.” Nitekim Bilge Kral Alia’nın vefatında kısa süre önce Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a “Oğlumu ve Bosna’yı sana emanet ediyorum” sözleri bu psikolojinin delili sayılmalıdır. Üzerinden yirmi beş sene geçse de bu elim savaşın, bugün Sarayevo sokaklarında bina cephelerince cami duvarlarında hatta bina önlerindeki zeminlerde “Sarayevo gülü” diye hazin nitelendirmelere konu olan kurşun ve şarapnel izleri görebilirsiniz. Unutmadan: Bu savaşta Ortodoks Sırpların katliamından, aynı dili konuştukları Müslüman Boşnaklar gibi aynı dili konuştukları Katolik Hırvatlar da payını almışlardır. Özetle, Sırplar “din ve mezhep taassubu”yla 20. Yüzyılın son çeyreğinde “amcaoğulları”nı katletmişlerdir.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3