
Полная версия
Kursak Kramplari
O gün bitmemişti bir türlü, bitememişti… Bin türlü şey düşündü kadın; binbir tane plan yaptı; olmadı. Güneş battı, kendisi de güneşle beraber battı.
Ertesi gün şehir büyük bir trafik kazasını konuşuyordu. Kimsenin umurunda değildi tabii ki kadının aldatılmışlığı, aldanmışlığı. Güneş battığı gibi doğuyordu da… Yeni doğan gün ise ABD’nin en önemli ailelerinden Monfellerlerin hoppa, hovarda, “nerde akşam orada sabah oğulları” William’ın feci bir trafik kazasında hayatını kaybetmesini konuşuyordu.
Aldanmış kadın ise kendi dünyasında kaybolmanın eşiğinde, sokaklarda derbeder bir halde savrulurken, avazı çıktığı kadar William’ın ölümünü haykıran bir sokak gazetecisinin sesiyle irkildi. Cebindeki son bozukluklarla gazeteyi hemen aldı ve ilk sayfada William’ın ölüm haberini gördü. Sevinse mi üzülse mi bilemedi. Hayatını karartan adamın hayatı kararmıştı. Ölümün de güzel olanı makbul ya, gazetede yazılana göre William alkollü bir şekilde araç kullanırken kontrolü kaybetmiş ve duvara çarpmıştı. Oracıkta hemen can vermeyen William, yanında oturan ve -duygularının perişan edildiği evin sahibi olan- arkadaşı ile arabanın arkasında oturan iki kadın, çarpmanın etkisiyle değil de sıkışıp arabadan çıkamadıkları için yanarak ölmüşlerdi. Ölümün güzeli değil, en beteri gelmiş ve bulmuştu bu hoppaları.
Derbeder kadın da gazeteyi eline almadan önce oradan oraya savrulurken ölmeye gidiyordu. Öldüğünde ne olacağından haberi yoktu illa ki ama yaşayınca neler olabileceğini de artık kestiremiyordu. Hiç değilse namusunu kirleten bir adamla aynı tarafta olmamak için ölmeyi değil yaşamayı tercih etti. Ailesinin kendisini bu kirlenmişlikle nasıl kabul edeceğini bilmiyordu. Bir sürü yalan uydursa da bir süre sonra fiziksel değişimlerin olabilme ihtimali onu yiyip bitiriyordu. Korktuğu başına geldi. William öleli ve kadın gebe kalalı beş ay geçmişti, kadının ailesi durumu kabullenmek istemedi ve doğacak torunlarını da evde istemediklerini söylediler.
Yaşlı adam bir yandan kadının haline üzülüyor, diğer yandan da William öleli üç sene olmasına rağmen hâlâ, kendisinin yaşarken bozup darmadağın ettikleriyle uğraşıyor olmaktan bıkkınlık duyuyordu. William’ın babası global düzeyde önemli işlerle uğraştığından, evladının kararttığı hayatlarla ve bu gibi önemsiz detaylarla ilgilenmiyordu. Öyle ki, çocuğunun cenazesinde bir iki damla timsah gözyaşının ardından taziye-leri bile kabul etmeden çok önemli işlerinin peşinden gitmişti. Kendisi “dünyadaki zenginliğin yaklaşık yarısına ama nüfusunun sadece yüzde altısına sahip” bir geleneğin öncülerindendi.
Bu yüzden, güya kendi çıkarlarından ve hayatlarından çok dünyanın iyiliğini düşünmek üzere yaşıyorlardı. İşleri bütün insanlığı ilgilendiriyordu. Nasıl bir yalansa artık, kendi evladı hayatları karartırken babası dünyayı kurtarıyordu. Tabii ki amaç farklılıkların ve lüksün sürdürülmesiydi ama bunu kılıfına uydurmak gerekliydi. Tüm dünya yaptıkları işlerden etkileniyordu ve bu işler yürürken hiçbir sorun bunların önüne geçmemeliydi, kendi çocuğunun ölümü de dahil. Hal böyle olunca, arka toplayıcılar lazımdı ve biliyordu ki evdeki yaşlı kurt sadece basit bir hizmetçi değil, onun ardını toplayan önemli bir figürdü.
Baba Monfeller’in işi, “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları yönetirsin,” garabeti üzere insan yetiştirmek ve bu gaye üzere yatırımlar yapmaktı. Ana kalem elbette petroldü ama olağan dışı bir şekilde tarımla da ilgiliydi. Tarım ilacı, tohum, kimyasal hammadde, plastik ve ilaç şirketlerini yönetiyordu. Diğer yandan bitki biyoteknolojileri, bitki koruma kimyasalları üzerine faaliyet gösteriyordu. Çok daha sonraları dünyanın dört bir yanından tohum şirketlerini bünyesine katacak ve 11.000 çeşit tohumun patentini alacak olan firma, Monfeller markasının tohumlarını şimdiden ekiyordu. Aslında biraz da medya ile ilgilenilmeliydi ki plan bozan çocuklar öldüklerinde basında aleyhte haber çıkmasındı. Hazır İkinci Dünya Savaşı da çıkmışken ve dünyanın dengeleri değişiyorken bunu bir fırsata çevirmek gerekti. Şimdi kim ilgilenecekti hovardalık yaparken ölen bir evlatla. Bunu da bir mağdur edebiyatına büründürüp ondan nemalanmak varken ne gerek vardı yas tutmaya?
Evdeki yaşlı görevli, William’ın arkasını sağlığında bir şekilde toparlıyordu ama bu gayrimeşru çocuk işini nasıl çözecekti? William’ın meşru olmayan ilişkisi ve işi çoktu ama çocuğu yoktu. Ölümünün üç sene ardından gerçekleşen bu olay, baba Monfeller’in kulağına gitmemeliydi. Gerçi gitse de ne olacaktı sanki? Evladının ölümünü bile bir pazarlama aracı olarak kullanan adam gayrimeşru bir torunu alıp besleyecek miydi sanki? Yaşlı kurdun da düşündüğü zaten kadının ne istediği değil, kamuoyuna olumsuz yansıyabilecek söylentilerin, elit aile anlayışını zedeleyebilecek olma ihtimaliydi. Çocuğun, William’ın “hık demiş burnundan düşmüş” durumu da söylentiyi çoğaltabilir, hesapta olmayan can sıkıntıları oluşabilirdi.
Yaşlı adam ilk defa konuşmaya başladı:
“Çocuğun William’dan olduğunu nasıl anlayacağız peki? Hem sen üç senedir neredeydin, neden bugün geldin?”
Kadın bu soruya hazırlıklı bir eda ile yanıtladı:
“Ben William’ı gerçekten sevmiştim. Onun beni kullanmasının ceremesini çocuğuma çektiremezdim. Direndim bunca zaman ama artık tak etti canıma. Çocuğum büyüyor, aç bîilaç yaşamayı ve çocuğumun sefil olmasını istemiyorum. Ben mahkemeye de başvurdum zaten, gerekli soruşturmalar başladığında kanıtı da ortaya çıkacaktır.”
Gerçi kadın bu cümleleri korka korka söyleyebilmişti ve çocuğun William’dan olduğunu mahkemenin nasıl kanıtlayacağını bilmediğinden işi zordu ama son kozunu oynamalıydı. O yıllarda DNA testleri gibi uygulamalar hak getire; mahkeme nasıl isteyecekti ölüden DNA testini? Kadın bunu bilmediği gibi, bunu söylemiş olmanın kendisi için iyi olmayacağını tahmin ediyordu.
Yaşlı hizmetkâr mahkeme lafını duyunca iyiden iyiye ketumluktan ezikliğe terfi etti zira mesele üst makamlara sirayet etmişti, dolayısıyla baba Monfeller’in bu işten haberinin olması kaçınılmaz olmuştu. Kadının üç-beş kuruşla ikna olup def edilemeyeceğini anladı. Onu hemen oracıkta öldürüverse kimsenin haberi olmazdı ama meseleyi mahkemeye kadar taşımayı göze alan kadın bu ihtimali hesaplamış ve önlemini çoktan almıştır diye düşündü.
Kadının aslında başka kozu yoktu. Tek derdi çocuğuydu. “Saray yavrusu”na gelirken bir piçe davranır gibi davranması da kendince bir taktikti. Onlardan olana sevimsiz davranarak çocuğuna sahip çıkılmasını sağlamaktı amacı. Tabii ki kendince bir tiyatroydu ve işe yaramayacaktı ama çaresizlik insana her türlü saçmalığı yaptırıyordu işte. Kadının yanında duran çocuk -her ne kadar sevmese de- kurnaz emektara William’ı hatırlattığından, öldürme fikrini hemen unutuverdi. Daha akılcı bir çözüm bulmalıydı.
Yaver, Monfeller şirketinin patronu, William’ın babası ve potansiyel dünya liderine mahkemelik olduğunu söylemektense, “büyük amaç” diye adlandırdıkları projeleri için dünya üzerinde fark yaratacak bir girişim fikri olduğunu söyleyecek, araya da William’ın karıştırdığı bu haltı sıkıştıracaktı. Mahkeme de zaten ülke çapında -güya dünya yararına çalışan- bu kurumu suçlu bulmayacaktı. Plan şöyleydi: William Monfeller adına bir üniversite kurulacaktı ve burada gençler yetiştirilecekti. Tabii ki esas amaç sosyal sorumluluk projesi değildi. Kabahatlerin örtbas edilmesi, diğer yandan da “büyük amaç”ları için çalışmaların yapılmasıydı. Amaçları da genetiği değiştirilmiş organizmalar sayesinde gıda hükümdarlığı ve mutlak dünya hâkimiyeti kurmaktı.
Üniversitede bir yandan gen araştırmaları ve özel mutasyonlar yapmaya uğraşılabilir, genetik olarak değiştirilmiş organizmalarla gen devriminin gelecekteki temelleri atılabilirdi. Yaşlı hizmetçi bunları çok kısa bir süre içinde düşünüp bir çözüm üreterek, göründüğünden fazlası olduğunu kanıtlıyordu. Monfeller ailesi sekiz-on yıl öncesinden Amerika’nın en verimli arazilerinin olduğu yerde bir buçuk milyon hektarlık arazi almıştı. Bu araziye tarım yatırımlarının yapılmasının yanı sıra çok iyi bir üniversite de yapılabilirdi.
Yaşlı kurt, kadını şimdilik ikna edip başından savsa bile meselenin çözümü hukuki makamlara intikal ettiğinden tamamen çözüme kavuşmuş olmayacaktı. Adamın, “Mahkemeye kadar bekleyelim, çıkacak karara göre de çözüm buluruz. Mr. Monfeller torununu sahipsiz bırakmayacaktır,” şeklindeki yalandan cevabı kadının kafasını karıştırmıştı. Kendisini garanti atına almak için açtığı dava, süreci uzatan ve aleyhine bir netice doğurabilirdi. Bir hışımla geldiği “koca evi”nden iki büklüm ayrılmaktan başka çare kalmamıştı. Mr. Monfeller nasıl bir adamdı acaba? Torununa ve züppe oğlunun bir gecelik aşkına merhamet edecek miydi? Hiç değilse bu soruların cevabını öğrenmek için bile beklemeye değerdi. Çıkacak olası menfi bir sonuçta kadın nasıl bir hareket planı belirlemeliydi? Aslında müspet bir sonuç çıkmasını beklemek de çocukçaydı mantıklı düşündüğünde. Neticede bunu tıbben kanıtlamak mümkün değildi ve mahkeme koskoca Monfeller ailesindense “öylesine” bir kadının lafına mı inanacaktı? Evet, üç sene öncesine kadar öylesine bir kadındı ama yaptığı yanlıştan sonra biraz kendine çeki düzen vermesi gerektiğine inanıp maneviyata yönelmişti. Dini esaslara göre yaşamak ona az da olsa bir huzur vermişti. Tabi “esas” olarak kabul ettiği dinin gereklilikleri de kadının eriştiği huzurla eşdeğerdi. Kulaktan dolma bilgilerle ve toplumun çoğunluğunun inandığı dogmalarla huzur ne kadar bulunabilirse o kadar…
Fatih Sultan Mehmed’in Peygamber’in müjdesine mazhar olabilmek için karadan gemileri yürüttüğü yıllarda dünyaya gelen bir bebe, Osmanlı topraklarında müzikle, su sesiyle tedavilerin yapıldığı zamanlar geldiğinde ortaçağın en önemli ressamlarından biri olmuştu ve bir resim yaptı. Resimde dünyevi hazlar tüm çıplaklığı ile sergileniyordu. Figürler çıplak, ruhlar çıplak, düşünceler çıplaktı. Güya dünya, cennet ve cehennem tasvir ediliyordu. Kuyunun birine bir taş atıldı, çıkarabilene aşk olsun… Çıplaklık, şeytanın aklına bile gelmeyecek şeytanilikler… Ahir zamanın Lut Kavmi, resimde canlandırılmıştı adeta. Mesaj, yoldan çıkanların sonunun cehennem olacağıydı ama mesajdan kimse pek bir şey anlamamış olacak ki, Lut Kavmi’nin bile altından kalkamayacağı yoldan çıkmışlıklar, sonraları vuku bulacaktı. Tabii buna da yoldan çıkmışlık değil sosyalleşme, modernizm, küreselleşme, çağdaşlaşma ve sekülerizm gibi türlü isimler bulacaklardı. Resmin bir yerinde -ki cehennem olarak betimlenen taraftı- anadan üryan bir adamın “geri”sinde notalar resmedilmişti. Burada da müziğe, dünyanın eğlencesine kapılıp gidenlerin sonu cehennem mesajı verilmek istenmişti ya da sanat eleştirmenleri böyle yorumluyordu. Tablonun adı da “Dünyevi Zevkler Bahçesiydi”. Müzik aletleri kullanılarak türlü işkenceler, akıllara zarar sapıklıklarla cehennemin bestesi yapılıyordu. “Dervişin fikri neyse zikri o olurmuş” ya, dünyanın bir yanı müziği tedavi için kullanırken diğer yanı cehennemin giriş bileti olarak yorumluyordu. Yoksa mesajın içinde mesaj mı vardı? Kim bilir nelerin tohumları atılıyordu? Osmanlı topraklarında ruhsal yönden rahatsız olanların tedavisinde etkin olarak kullanılan müzik, önemli bir şifa aracıydı. Aynı yüzyılda Batı’da ise ruh hastalıklarına şeytan çıkarma ayinleriyle, bedene işkenceyle çözüm bulmaya çalışılıyordu. Cesetlerden, kafataslarından ilaçlar yapılmaya çalışıyor, kellesi uçurulanların fışkıran kanlarını sıcak sıcak mideye indiriliyordu.
Bugünün medeni Avrupası’nın temelleri böyle atılıyordu. Ne hikmetse Monfeller ve dünya nüfusunun %6’lık kısmını oluşturduklarını iddia edenler, yeni dünya planı yaptıkları zamanlarda Amerikan üniversitelerinde müzikle tedavi bir uzmanlık dalı olarak kabul edilip hastanelerde uygulanmaya başlanmıştı. Gelgelelim ölüden DNA testi yapmak halen mümkün değildi. Hal böyle olunca da çocuğun Monfellerin torunu olup olmadığını bilmek mümkün olamayacaktı. Böyle olması da aslında Monfeller’lerin işine gelirdi. Bir takipsizlik kararı ile dava düşer, kadın da çocuğuyla bir başına kalabilirdi. Ya da çocuk bir başına, anne mezar taşına… Monfeller’in uyanık yaveri tüm bunları düşünüp aksiyon alabilecek kıvama geldiğinde işe koyuldu.
Monfeller Vakfı’nın sosyal sorumluluk, dünya insanlığının faydası ve daha birçok hayırlı (!) amaç güderek destek verdiği kurum, kuruluş ve kişiler bulunuyordu. Tabii parayla satın alma yaftası yapıştırılmaması için de tüm senaryolar hazırdı.
Amerikan Yüce Mahkemesi 1950’li yılların başına kadar yerleşik değildi. Washington’daki asıl binaya taşınana kadar sürekli yer değiştiriyordu. Yargıçlar bu sıkıntılar nedeniyle uzun süre işlerini evlerine taşımak zorunda kalıyordu. Ta ki Mon-feller Vakfı duruma el atana kadar… Adalet için birileri elini taşına altına sokmalıydı ve Mr. Monfeller taşın altında kesenin ağzını açtı. Çok ciddi bir bağış yaparak Washington’un en büyük binasını Amerika’nın adalet sisteminin emrine sundu. Büyük Amerika’nın yüce mahkemesi adına yakışır olmalıydı. Öylesine büyük bir binaydı ki, yargıçlardan biri, “Burada ne yapacağımız sanılıyor, dokuz fil mi yarıştıracağız” diye sormuştu. Şimdi bu mahkemede Monfeller ailesi sanık olarak yargıçların karşısına geçecekti. Adalet yerini bulsun diye açılan dava görüldü. Ölüden DNA testi yapılamadığından dava takipsizlik aldı ve konu kapandı.
Gayrimeşru gelin ve çocuk bir başına kalmıştı. Dava sonuçlandığına göre artık Monfellerlerin giriş kısmıyla kaç katlı olduğu bile belli olmayan saraylarının arası yüzlerce metre olan yerleşkelerine yaklaşması dahi mümkün olamayacaktı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Yaşlı kurt minareyi çalıp kılıfını uydurmuştu. Mr. Monfeller’in önemli işleri öyle çoktu ki, mahkeme süreçleriyle bile avukatları ve tabii ki tecrübeli yardımcısı ilgilenmişti. Mahkemeye yapılan yardımı kendi işleriyle alakalı bir yatırım olarak düşündüğünden, mesele kalmamıştı. Bundan önce de zaten ölen oğlunun adını taşıyan üniversitenin temellerinin atılmasıyla alakalı girişimler başlamış, bu girişim onu ziyadesiyle memnun etmişti. Nasıl bir “büyük amaç”ları vardıysa artık, Amerika’nın en şaşaalı binasına sponsorluk yapıp tüm Amerikan medyasının takdirini toplamış olması bile onu bu kadar memnun etmemişti.
Ölen oğlunun adını lekelemesi ihtimali tamamen ortadan kalkmış, tersine, bunu emelleri uğruna avantaja çevirebilmişti. Tabii bunda yaşlı kurt Anderson’ın payı büyüktü. Ne olur ne olmaz, işini şansa bırakmak istemeyen Anderson dava düştükten sonra da William’ın olası -kendisi için mutlak- çocuğu için bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu. Zira o da Monfeller kanı taşıyordu ve bu “kansız” aile için kanın önemli büyüktü. Mahkemenin üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Anderson kadının peşine düşmüştü. Mahkeme süreçlerinde kadınla alakalı bilgiler toplayıp gizlice peşine adam takmıştı. Kadın ve çocuk hakkında günbegün bilgi ediniyordu.
Katie, zoraki kabul edildiği baba evinden kiliseye, kiliseden eve bir yaşam sürmeye başlamıştı. İyice maneviyata yönelmişti. Bu durum Anderson’ın dikkatini çekiyordu. “William’la olmasa nasıl olsa başkasıyla olacaktı” duruşundan bir rahibe hayatına geçişi dikkat çekiciydi. Herkesi, hatta dünyayı kontrol altında tutmak bir Monfeller geleneği olduğundan, Anderson’ın Katie’yi gözlem altında tutması çok da şaşılacak bir durum değildi. Ne var ki kadın kendisinden beklenen karşı atağa geçmemiş, bir çılgınlık yapmamıştı. Anderson’ın düşündüğü elbette Katie değil, William’ın minik oğluydu. Her ne kadar mahkeme takipsizlik kararı verdiyse de Anderson takibe devam ediyordu. Gözlemci saat saat rapor hazırlıyor, hangi gün, saat kaçta nerede oluyorsa hepsini bildiriyordu. Hatta kadının parasızlıktan herhangi bir taşıta binmeden kiliseden saatlerce yürüyerek evine gitmesinden sıkılmış, bir ara Katie’yi öldürmeyi bile düşünmüştü. Adi bir trafik kazası tertipleyecek, bunun için de işi para karşılığında hapse girmek olan kolpacıları kullanacaktı. Hepsinin planını yapmıştı. Anderson içindeki şüphelerin tamamen kalkması, William’ın piçinin uzun vadede kontrolü için kadına bir mektup yazmış ve takipçiyle yollamıştı. Bu da adamın fikrinden vazgeçmesini sağlamıştı. Gözcü, mektubu Anderson’dan aldı, Katie’yi takibe başladı. Katie kilisede her zamanki gibi yakarış halindeyken arkasın-daki sıraya yerleşti. Etrafı kolaçan ettikten sonra bir gölge gibi ön sıraya eğilip Katie’nin çantasının üzerine bıraktı. Aynı şekilde, bir gölge gibi kiliseden dışarı çıktı.
“Sevgili Katie;
Mahkemeyi kaybetmiş olabilirsin fakat bizler sandığın gibi vicdansız insanlar değiliz. Çocuğunun William’dan olup olmadığı tıbben kanıtlanamadığı için ve bu konuda içimdeki şüpheleri gidermek adına bir şeyler yapmak istiyorum. Bunu hukuki yollardan yapamayacağımız aşikâr. Seni bir süredir gözlemliyorum. Maneviyata yönelmiş, Tanrı’dan af diler olmuşsun. Bu çok hoş bir davranış. Ben de senin için elimden gelen ne varsa yapmak istiyorum. Konuyu çözüme kavuşturmak için bilim adamlarına ve gerekirse din adamlarına danışıp fikirlerini almak istiyorum. Bir sonuca ulaşırsak ne âlâ; oğluna ömür boyunca ben bakacağım. Bir sonuç alınamazsa o zaman yapacak bir şey yok. Benden haber bekle…”
Katie mektubu okudu, kapısında dahi yaklaşamadığı bir yerden ne zaman geleceği belli olmayan bir haber ona umut olmuştu. Bu kutlu haberi, Tanrısının ona dualarının karşılığı olarak ikram ettiği bir hediye olarak yorumlamıştı. Halbuki Anderson çocuğun William’dan olduğunu öğrendiği an kendisini öldüreceğini bilmiyordu. Senaryolar yazıp uygulamak Monfeller gibilerinin işiydi ama “tuzak kuranların en hayırlısı”nın kim olduğunu öğrenememişlerdi.
Katie, çantasındaki mektubun nasıl kendisinden habersizce bırakıldığını bilemediği için bir yandan da korkuyor ama korka korka kiliseye gitmeye de devam ediyordu. Her an arkasını kolluyor, gelecek bir haberi bekliyordu. Nihayet o gün geldi. Kilisede her zaman aynı sıraya oturduğundan, ulak haberi bir gün Katie gelmeden hemen önce oturacağı sıraya bırakmıştı. Gizliden bir köşede sinmiş, Katie’yi dikizliyordu. Katie mek-tubu görünce heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Titreyen ellerle mektuba uzanırken bir yanda da sağı solu gözetliyordu. Gözcü, kadının kendisini göremeyeceği bir noktadan mektubun adrese teslim edildiğini gördükten sonra oradan usulca ayrıldı.
Katie mektubu ibadetten önce heyecanla açtı. Mektupta, oğluyla beraber gitmesi gereken bir adres yazılıydı. İnsanların oldukça yoğun olduğu bir meydana ertesi gün saat 12.00’de gitmesi gerekliydi. O gün ibadetlerini yapmaksızın kiliseden dışarı çıktı. Eve dönerken, istenilen yere gidip gitmemek arasında bocalıyordu. Ertesi gün bir türlü gelmek bilmiyordu. “Çocuğum için bunu yapmalıyım” diye düşünerek gitme kararı aldı. Çocuğunu da yanına alıp evden çıktı. İstenilen yere gittiğinde saat henüz on iki olmamıştı. Biraz korku, biraz da annelik duygusunun verdiği korumacı bir duruşla başına neler geleceğini merak ediyordu. Anderson’ın gözcüsü yine bir gölge gibi kadını gözetliyordu. Saatin on iki olmasını bekliyordu. Neticesinde işi veren Anderson’dı ve talimatlara tam olarak uymalıydı.
Saat geldiğinde usulca Katie’nin arkasından yaklaşarak yavaşça kolundan tuttu. Korktuğunu belli etmek istemese de kadının titremesi, gözcünün, Katie’nin kolunu tutan elinin sallanmasından belli oluyordu. İki saniyelik sessizliğin ardından gözcü, “Mr. Anderson sizi bekliyor,” dedi. Katie, beklediği haberin gelmesi, birileri tarafından gözetleniyor olmanın verdiği endişe, annelik, çocuğunun geleceği gibi duyguları hızlıca yaşayıp tepkisini çocuğunun elini sıkarak verdi. İstemsizce çok sıktığı için çocuk, “Anne elim acıdı” diyebildiğinde kadın irkilip kendine geldi ve elini gevşetti. Gözcü eliyle gidecekleri yeri işaret ederek harekete geçti. Yüzlerce insanın bir o tarafa bir bu tarafa gittiği bir anda kimse onları fark etmiyordu bile.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Necip Fazıl Kısakürek’in ‘İşim Acele’ şiirinin ikinci kıtası.
2
Godduş: Gözü açık, kurnaz, usta, becerikli.
3
Meâd: Dönülecek yer. Ebedi hayat.
4
Mesnevî’den.



