
Полная версия
Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap
Bazı zamanlar hiçbir şey duymazdım; bir çukura düşermişçesine düştüğümüz uykulardan birinde olduğum için duymazdım; biz uyurken faaliyeti iki katına çıkan çevik, bağımsız güçler tarafından bize getirilen her şeyi sindirmenin (tıpkı bebek Herkül’ü besleyen su perilerinin yaptığı gibi) vermiş olduğu ağırlık, aşırı beslenmişlik hissiyatını yaşamaktan aşırı mutlu oluruz.
Bu tür bir uykuya ‘kurşun uykusu’ denir ve böyle bir uykudan uyandıktan birkaç saniye sonra kurşun yemiş gibi hissederiz. Ve artık o eski hâlimizden eser yoktur. O hâlde, kaybolan bir şeyi ararmışçasına kişiliğimizi, düşüncemizi ararken nasıl olur da başkasından ziyade yine kendimizi buluruz? Yeniden düşünmeye başladığımız zaman bünyemizde somutlaşan kişilik neden bir önceki günkünden farklı bir kişilik olmaz? Yapılan tercihi neyin belirlediğini ya da milyonlarca insan arasından neden bir gün önceki kendimize elimizi uzattığımızı anlayamayız. Gerçek bir kesinti olduğunda -ister bilinçsizliğimiz tamamlanmış olsun ister rüyalarımız kendimizden tamamen farklı olsun- bize rehberlik eden nedir? Cidden bir ölüm yaşanmıştır; tıpkı kalbin atmayı bıraktığında ve dilin ritmik ovuşturmalarının bizi canlandırdığında olduğu gibi. Şüphesiz, daha önce sadece bir kez görmüş olsak bile oda, diğer eski hatıraların sarıp sarmaladığı anıları uyandırır. Yoksa şu anda farkına vardığımız bazı anılar da içimizde uyuyor muydu? Uyanışımızdaki diriliş -uyku denen o iyileştirici zihinsel yabancılaşma nöbetinden sonra- her şeyden önce bir ismi, bir dizeyi, unuttuğumuz bir nakaratı yeniden hatırladığımızda meydana gelen şeye benzer. Ve belki ölümden sonra ruhun dirilişi de bir hafıza olgusu olarak düşünülebilir.
Uykumu tamamladığımda, sonbaharın son sabahlarının güneşli havası beni cezbederken, kış başındaki aydınlık ve soğuk sabahların soğuğuyla hevesimi kırmaya yetiyordu; altın rengi ya da pembesi birkaç fırça darbesiyle havada asılı gibi görünen ağaçların tepesindeki yapraklara bakmak için kafamı yastığımdan kaldırıp, geceliğim hâlâ üstümde olduğu için gizlercesine boynumu dışarı doğru uzattım; başkalaşım sürecindeki bir koza misali farklı kısımlarıyla tek bir ortama ayak uyduramayan çifte bir yaratıktım; gözlerim için renk yeterliydi, sıcaklığa gerek yoktu; diğer bir taraftan göğsümün tek derdi sıcaklıktı, renk değil. Ancak şöminem yakıldıktan sonra yataktan çıkar, pembe ve altın rengi sabahın o narin, şeffaf resmini izlerdim; fakat şimdi pipo gibi yanan ve tüten şöminemi karıştırarak eksik olan sıcaklık unsurunu yapay yollarla sağlamış oldum; bir piponun bana vereceği türden hem maddi bir rahatlığı için hoyrat hem de onun ötesinde saf bir hayal şeklini aldığı için nefis bir his veriyordu. Giyinme odamın duvarları, üzerine siyah beyaz çiçeklerle süslenmiş yoğun kırmızı bir arka planın yer aldığı bir kâğıtla kaplıydı ve buna alışmakta güçlük çekiyormuş gibiydim. Nitekim beni alışılmışın dışında görüyorlar, beni çatışmaya değil onlarla temasa geçmeye zorluyor, sabahları giyinirkenki şarkılarımı bile değiştiriyorlardı; dünyaya dışarıdan bir gözle bakmak için beni bir çeşit gelinciklerin kalbine hapsetmeyi başardılar; ailemin evinden farklı bir görünüşe sahip, temiz havayla dolu bu yeni yaşam alanımdan, parlak ve güzel renkli paravandan, Paris’tekinden çok farklı görünüyordu. Bazı günlerde ortaya çıkan büyükannemi tekrar görme arzusuyla heyecanlanıyor ya da hasta olma ihtimalinin korkusuyla tedirgin oluyordum; bazı günler de Paris’te yarım bıraktığım, hiçbir ilerleme katedemeyen işlerimin anısını hatırlıyordum; bazı günlerde de burada bile dâhil olmayı başardığım bazı zorluklardan endişeleniyordum. Bu endişelerimden biri ya da birkaçı beni uyumaktan alıkoymuştu; fakat bir anda tüm varlığımı dolduracak şekilde büyüyen kederimle yüzleşecek gücüm yoktu. Ardından, Saint-Loup’ya bir mesaj iletmek üzere kışlaya bir haberci gönderdim: Müsait bir zamanında -onun için neredeyse imkânsız olduğunun farkındaydım- beni ziyaret etmesinden müteşekkir olacağımı söyledim. Bir saat sonra Saint-Loup geldi ve zil sesini duyunca tüm kaygılarımdan kurtulduğumu hissettim. Benim kaygılarım karşısında güçsüz olduğum kadar kaygılarım da Saint-Loup’nun karşısında güçsüzdü ve bütün dikkatimi onlardan uzaklaştırıp, kararı verecek olana yoğunlaştırdım. Odaya girdiği andan itibaren, şafak çökmeden önce çok fazla iş başardığı her hâlinden belli olan temiz esintisiyle sarıp sarmalıyordu beni; odamın pek de aşina olmadığı bu hayati atmosfere uygun davranışlarla bir çırpıda ayak uydurmuştum.
“Bu saatte rahatsız ettiğim için bana kızmadınız umarım; sizin de tahmin ettiğiniz gibi kafama takılan bir şey var.”
“Olur mu hiç! Sadece beni görmek istediğinizi düşünmüştüm ki bundan çok da mutlu oldum. Hatta beni çağırtmanıza da çok sevindim. Peki, ama sorun nedir? Kötü bir şey mi oldu? Yardımcı olabileceğim bir şey mi?”
Açıklamaları bir bir dinleyip dikkatlice cevaplar verdi; ne var ki daha dudaklarımdan kelimeler dökülmeden kendisini benim yerime koyardı; onu bu kadar hareketli, bu kadar uyanık, bu kadar mutlu yapan önemli işleriyle karşılaştırıldığında az evvel bir an bile dayanamadığım endişeler ona olduğu gibi, bana da önemsiz gelmeye başladı; günlerdir gözünü açamayıp doktor çağıran ve doktorun nazikçe göz kapağını kaldırıp altından çıkardığı kum tanesini gösterdiği anda iyileşen, rahatlayan hasta bir adamdan bir farkım yok gibiydi. Saint-Loup’nun göndermeyi üstlendiği bir telgrafla bütün dertlerim yok olurdu. Hayat bana çok farklı, çok keyifli görünüyordu ki ağzına kadar dolup taşan bir güçle harekete geçmek için can atıyordum.
“Şimdi ne yapacaksınız?” diye sordum Robert’e.
“Maalesef artık gitmeliyim; kırk beş dakika içinde intikale çıkacağız, başlarında olmam gerekiyor.”
“Buraya gelmeniz sizi sıkıntıya mı soktu?”
“Hayır, sıkıntıya sokmadı, Yüzbaşı bu konuda çok anlayışlı; özellikle söz konusu siz olduğunuzda gitmem için izin verdi; fakat yine de bu sözünü suistimal etmek istemiyorum.”
“Ben de bir çırpıda hazırlanıp intikal yapacağınız yere gelsem, benim için de çok ilginç bir tecrübe olurdu, hem belki molalarda da konuşabilirdik.”
“Tavsiye etmem; gözlerinizden uyku akıyor, en ufak bir önemi olmayan bir konuda beyninizi yiyip duruyorsunuz, madem artık bunlar sizi endişelendirmiyor, başınızı yastığınıza koyun ve güzel bir uyku çekin; uyku sorunundan arınmanın en etkili panzehri budur; yine de hemen uyumayın çünkü bizim marş söyleyen çocuklar tam pencerenizin altından geçecek, onlar geçtikten sonra sükûnete kavuşacaksınız; akşam yemeğinde görüşürüz.”
Saint-Loup’nun arkadaşlarının yemek masasında bahsini açtıkları askerlik meseleleri ilgimi çekmeye başlamıştı bu yüzden çok geçmeden, alayın saha intikalini seyretmeye gidecektim; o anda muhabbetin üstüne çeşitli komutanları yakından görmek hayatımın başlıca arzusu hâline gelmişti; tıpkı yaşamdaki tek gayesi müzik olan ve hayatını konser salonlarında geçiren bir insanın, orkestra mensuplarının hayatlarını geçirdiği kafelere gitmekten zevk alması gibi. Eğitim alanına ulaşmak için çok uzun yürüyüşler yapmam gerekiyordu. Akşam yemeğinden sonra bastıran uyku ara sıra bir baygınlık geçiriyormuşçasına başımı düşürüyordu. Ertesi sabah uyandığımda fark ettim ki askerlerin postallarından çıkan sesi bile duymamışım; tıpkı Balbec’te, Saint-Loup’nun beni Rivebelle’de akşam yemeğine götürdüğü gecelerin sabahında sahildeki konseri duymayışım gibi. Kalkmak istediğim andaysa yaşadığım hazdan ötürü yerimden kalkmakta zorluk çektim; kaslı ve besleyici kökleriyle (yorgunluğumun yarattığı bilinçle) derin, görünmez bir toprağa sıkı sıkıya bağlı bitkiler gibi hissettim. Enerji patlaması yaşayacak kadar güç dolu hissediyordum; önümde uzanan hayat daha canlı görünüyordu; çünkü Combray’de geçen çocukluğumun güzel yorgunluğuna, Guermantes’ta çıktığımız akşam yürüyüşlerinin ertesi sabahındaki hâlime dönmüştüm. Şairler, gençliğimizde yaşadığımız bir eve ya da bahçeye girdiğimizde, uzun zaman önce sahip olduğumuz benliğimize bir an için yeniden kavuştuğumuzu iddia ederler. Ancak bunlar, başarıyla olduğu kadar hayal kırıklığıyla da sonuçlanabilen çok tehlikeli ziyaretlerdir. Farklı dönemlere ait sabit yerleri kendi içimizde bulma arayışımız daha verimlidir. Bunu, büyük bir yorgunluğun ardından iyi bir gece uykusuyla elde edebiliriz. İyi bir gece, bir gece öncesinden hiçbir yansımanın, iç monoloğu aydınlatacak hiçbir hafıza parıltısının gelmediği yer altındaki uykunun en derin mahzenlerine bizi indirmek için, toprağı, keşfettiğimiz bedenimizin taştan yüzeyini öylesine etkili bir şekilde eşeliyor ki kaslarımızın içine daldığı, büzüşmüş kökleri çekip attığı ve yeni yaşamın havasını soluduğu yerde, çocukken oynadığımız bahçeye bizi ulaştırıyor. O bahçeyi yeniden görmek için seyahat etmemize gerek yok; onu bulmak için içimizin derinliklerine doğru kazmalıyız. Bir zamanlar toprağı kaplayan şey artık onun üzerinde değil, altındadır; ölü şehri ziyaret etmek için bir yolculuk yapmak yeterli değildir, kazı yapılması da gereklidir. Oysa kaçak ve geçici bazı izlenimlerin bizi, bu organik bölünmeden daha hafif, daha ruhani, daha apar topar, daha hatasız, daha ölümsüz, daha etkili bir şekilde geçmişe nasıl götürdüğünü göreceğiz.
Bazı zamanlarda yorgunluğum daha da artıyordu; birkaç gün boyunca hiç uyumadan intikali izlediğim olmuştu. Bu zamanlarda otele dönüşüm nasıl mutluluk vericiydi ama! Yatağa girdiğimde, atalarımızın sevdiği on yedinci yüzyıl ‘romanslarına’ konu olan cadılardan, büyücülerden nihayet kaçmış gibi hissederdim. O geceki uykumun ve miskin sabahının, büyüleyici bir peri masalından eksik kalır yanı yoktu. Büyüleyici olduğu kadar güzeldi de. Kendime, en şiddetli ızdırapların bile bir sığınağı olduğunu, her başarısızlıkta yaslanabilecek bir kişinin muhakkak olduğunu hatırlattım. Bu düşünceler beni alıp uzak diyarlara götürdü.
Saint-Loup’nun görevli olmamasına rağmen kışlada kalmak zorunda olduğu günlerde, sık sık onu ziyarete giderdim. Yolum uzundu; kasabanın dışına çıkmam ve her iki tarafından da muazzam bir manzaraya sahip viyadüğü geçmem gerekiyordu. Bu yüksek yerde neredeyse her zaman sert bir rüzgâr eser ve bir rüzgâr mağarası misali sürekli uğuldayan kışlanın üç tarafına inşa edilmiş binaları doldururdu. Robert’in -bir görevle meşgul olduğunda- odasının kapısında ya da yemekhanede bekler, pencereden üç yüz fit aşağısındaki yer yer çıplak, çoğu zaman yağan yağmurun ıslaklığının hâlâ olduğu, güneş ışınlarıyla aydınlanan, yakın zamanda ekilmiş tarlaların yarı saydam mine berraklığı ve parlaklığında yeşil şeritler hâlinde ışıldayan araziye bakıp beni tanıştırdığı bazı arkadaşlarıyla (ki daha sonra, Robert olmadığı zamanlarda bile ara sıra onları ziyarete gittim) sohbet ederken, Robert’in konusu açılırdı ve onun ne kadar sevildiğini çok geçmeden anlayabilmiştim. Diğer bölüklere mensup zengin iş adamlarının oğulları ya da yüksek aristokratik topluma yalnızca dışarıdan ve onun muhafazasına girmeden bakan birçok gönüllü, Saint-Loup’nun karakteri hakkında bildiklerinden dolayı hâliyle ona karşı sempati duyarlardı; cumartesi akşamları Paris’e geçtiklerinde, onu Café de La Paix’de Uzès Dükü ve Orléans Prensi’yle bir şeyler yudumlarken gören birkaç genç adamın söyledikleri de bu duyguyu pekiştirirdi. Bu nedenle, Robert’in yakışıklı yüzünde, gündelik yürüyüşünde, selam veriş tarzında, daima dağılan gözlüğünü düzeltişinde ve üniformasının -aşırı yüksek keplerinde, çok ince ve pembemsi tondaki bir kumaştan yapılma pantolonunda- etrafa saçtığı etkide bir ‘nüans’ bulurlardı; alaydaki en iyi subaylarda hatta kışlada kalmama ayrıcalığını borçlu olduğum görkemli Yüzbaşı’da bile bu gösteriş yoktu, Saint-Loup’ya kıyasla sıradan biri gibi duruyordu.
İçlerinden biri, Yüzbaşı’nın yeni bir at aldığını söyledi. “İstediği kadar at satın alsın. Pazar sabahı Akasya Caddesi’nden geçerken Saint-Loup’ya denk geldim; ata biniş tarzında bir asalet vardı!” diye yanıtladı öteki ve onun aslında neyi kastettiğinin de farkındaydı; çünkü bu genç arkadaşlar, aynı hanedanlığa mensup insanlarla görüşmeyip, para ve boş zaman sayesinde, paranın satın alabileceği her türlü zarifliği deneyimlemek konusunda asillerden pek de bir farkları yoktu. Her hâlükârda onların zarifliği, örneğin giyim konusunda, Saint-Loup’nun büyükannemin çok hoşuna giden o serbest ve umursamaz tarzından çok daha özenli, çok daha kusursuzdu. Bu büyük borsacıların, bankerlerin oğulları, tiyatro çıkışında istiridye yerken, hemen yanlarındaki bir masada astsubay Saint-Loup’yu görmek oldukça heyecan vericiydi. Ve hafta sonu izninin ardından, pazartesi gecesi kışlada anlatacak ne hikâyeler çıkmıştı ama: Robert’in bölüğünden birisini ‘aşırı kibarca’ selamlaması, başka bölükte olmasına rağmen bir diğer asker de kendisini tanıdığından emindi, her ne kadar monokl gözlüğünü iki üç defa düzeltip bakışlarını kaçırmadan ona bakmış olsa da Saint-Loup onu da tanımıştı.
“Evet, kardeşim onu Paix’de görmüş.” dedi. İzin gününü metresiyle birlikte geçiren bir başkası; “Ayrıca üzerine bol gelen, hiç uyumlu olmayan bir frak giydiğini de söyledi.”
“Yeleği nasılmış?”
“Yeleği beyaz değilmiş; mormuş; üzerinde palmiyelere benzer desenler varmış; hayret verici!”
‘Kıdemli olanlar’ (Jokey Kulübü’nü hiç duymamış ve Saint-Loup’yu ultra zengin astsubaylar kategorisine koyan, iflas etmiş olsun ya da olmasın, belli bir tarzda yaşayan, gelirleri ya da borçları birkaç haneli sayıları bulan ve askerlerine cömert davranan herkesi bu kategoriye koyan bu ülkenin evlatları), Saint-Loup’nun yürüyüşü, monokl gözlüğü, pantolonu, keplerinde herhangi bir aristokratik taraf göremeseler bile, yine de bunları anlamlı ve ilginç bulurlardı. Bu özelliklerde, alayın ‘çizgilileri’26 arasında oldukça popüler olan bir zamanlar niteledikleri karakteri ve tarzını buluyorlardı; eşi benzeri olmayan davranışları, üstlerinin ne düşündüklerine karşı sergilediği umursamazlığıyla astlarına, temiz yürekliliğin bir sonucu gibi görünüyordu. Askerî gazinodaki sabah kahvesi, öğleden sonra koğuşta ‘uzanma’, kıdemli bir asker aç, tembel bir mangaya Saint-Loup’nun geçit törenindeki kepiyle alakalı ilgilerini çekecek bir haber verdiğinde, bu aktiviteler daha keyifli hâle gelirdi.
“Bavulumun yüksekliğindeymiş.”
“Abartma sen de moruk! Buna inanmamızı beklemiyorsun herhâlde! Bavulun kadar olamaz.” diye araya girdi üniversite mezunu bir genç; böyle argo terimleri kullanarak ‘okumuş bir sünepe’ gibi görünmemeye ve bu çıkışı yaparak onu büyüleyen bir düşüncenin gerçekliğini teyit etmeyi umuyordu.
“Ne yani! Bavulum kadar büyük olamaz, öyle mi? Anlaşılan ölçmüşsün! Tabur komutanı onu disiplin koğuşuna atmak istercesine bakıyormuş diyorum sana. Fakat bu durum bizim şanlı Saint-Loup’nun hiç umurunda değilmiş; kafasını sağa sola hareket ettirerek bir aşağı bir yukarı gidiyor, bir yandan da yamulan monokl gözlüğünü düzeltiyormuş. Yüzbaşı duyunca kim bilir neler söyleyecek. Muhtemelen hiçbir şey söylemeyecektir ancak hoşuna da gitmeyecektir kesin. Aslında bu şapkası o kadar da muhteşem değil. Kasabadaki evinde otuzdan fazlası olduğunu duydum.”
“Bunu nereden duydun moruk? Komutanın yaltakçısı olan o onbaşından mı?” diye sordu genç mezun ukalaca bir tonda, yeni edindiği ve konuşmasını süslemekten gurur duyduğu yeni konuşma biçimiyle.
“Bunu nereden mi duydum? Emir erinden tabii, ne sandın!”
“Hah! Bana bunlarla gel. Onun da tuzu kuru tabii!”
“Onu bilemem! Cebinin benimkinden daha dolu olduğu kesin! Üstelik bütün eşyalarını ona veriyor, her şeyini. Yemekhanedeki en güzel yemekler ona veriliyor. Hatta Saint-Loup gidip aşçıya: “Emir erimin iyi beslenmesini istiyorum, parası umurumda değil, anlıyor musun?” demiş.
Kıdemli asker, üslubunun vurguladığı sözlerin önemsizliğini, muazzam bir başarıya sahip olan anlatıcının zayıf taklidiyle telafi ediyordu.
Kışladan çıktığımda ufak bir gezintiye çıkar, ardından güneş batar batmaz, Saint-Loup’yla arkadaşlarının her akşam yemek yediği otelde buluşana kadar birkaç saatim olduğundan dinlenerek ve kitap okuyarak zaman öldürmek için otelime geri dönerdim. Akşam güneşi meydandaki kalenin gözcü kulelerini kiremit rengiyle uyumlu küçük pembe bulutlarla donatıyor, ışığın kapladığı kiremitler tonunu yumuşatarak renk ahengini tamamlıyordu. Canlılık akımı sinirlerime öylesine nüfuz etti ki, benden kaynaklanan hiçbir hareket onu tüketemezdi; attığım her adım, kaldırımın bir taşına değdiği anda geri sekiyordu. Topuklarımda Merkür’ün kanatları varmış gibi hissediyordum. Çeşmelerden biri kırmızı bir parıltıyla ışıldarken, diğerindeyse ay ışığı çoktan suyu rengârenk bir hâle bürümeye başlamıştı. İkisinin arasında çocuklar tıpkı ebabiller veyahut yarasalar misali saate aldırış etmeden tiz sesleriyle çığlık atarak oyun oynuyorlardı. Otelin bitişiğinde, şimdi içinde Tasarruf Sandığı ve Kolordu Karargâhının bulunduğu Ulusal Mahkemeler ve XVI. Louis’nin serası gaz alevli lambaların soluk yaldızlı ışığıyla aydınlatılıyordu; dışarıda hâlâ berrak gün ışığı olmasına rağmen içeride yakılan lambalar, batan güneşin son ışıltıları henüz kaybolmadan, geniş, uzun, on sekizinci yüzyıl pencerelerine, kızıl bir başörtüsü üstüne işlenen sarı kaplumbağa motiflerinin yakıştığı gibi yakışıyor, beni şöminemin ve gaz lambamın başına geri dönmem için ikna ediyordu; otelin gölgeli cephesinde tek başına toplanan karanlığa direnmeye çalışan lambama, kurt gibi aç olduğum gün yemeğe son dakikada yetişmişçesine zevk içinde döndüm. Dışarıda hissettiğim duygu yoğunluğunu odama da taşıdım. Genellikle bize düz ve boş görünen yüzeylerin görüntüsünü, şöminede yanan sarı alevi, gün batımının resmini yapmak için elindeki bir parça kırmızı tebeşirle sarmal ve düz çizgiler karalayan bir okul talebesinin gökyüzünü çizdiği yoğun mavi kâğıdını, bir tomar müsvedde kâğıdı, mürekkep hokkası ve Bergotte’un bir romanıyla beni beklercesine üzerinde durduğu yuvarlak masanın ilginç desenli örtüsünü öylesine yamultuyordu ki o zamandan beri bütün bunların varoluşsal biçimde zenginleştiğini, eğer onlara yeniden bakmama izin verilirse onları bu içinde bulunduğu durumdan çıkartabilecekmişim gibi geliyordu bana. Az evvel ayrıldığım kışlayı ve kışlada esen her rüzgârla fırıl fırıl dönen rüzgârgüllerini hatırladıkça yüzümde mutluluk oluşuyordu. Suyun yüzeyine kadar yükselen borudan nefes alan bir dalgıç misali, benim için de yeşil emayla27 kaplı kanalların çevrelediği kırsal araziye hâkim, aşırı yüksek rasathanesi olan bu kışlaları konaklama yeri olarak görmek, bir anlamda sağlıklı, açık hava hayatıyla temasımı sürdürebildiğim bir yaşam merkezi olarak hissetmek, bu çeşitli binaların içine istediğim zaman, daima sıcak bir şekilde karşılanacağımdan emin olarak girmek sonsuza kadar sürmesini dilediğim paha biçilmez bir ayrıcalıktı.
Saatler yediyi gösterdiğinde giyinip Saint-Loup’nun yemek yediği otele gitmek için yeniden dışarı çıktım. Oraya yürüyerek gitmeyi severdim. Zifirî karanlık çökmüştü; ziyaretimin üçüncü gününden itibaren, gece çöker çökmez kar habercisi olan buz gibi bir rüzgâr esmeye başlıyordu. Yolda yürürken, açıkçası Mme. de Guermantes’ı düşünmeyi bir an bile bırakmamalıydım; Robert’in garnizonunu ziyaret etmemin tek sebebi ona daha fazla yakınlaşmaktı. Fakat hatıralar da kederler gibi geçiciydi. Bazı zamanlar öylesine uzağa giderler ki, onların varlığının bile farkına varmayız hatta sonsuza dek gittiklerini düşünürüz. Ardından başka şeylere odaklanmaya başlarız. Bu kasabanın sokakları henüz benim için, yaşadığımız yerde alıştığımız gibi bir yerle başka bir yer arasındaki bağlantıyı kuran yollardan ibaret değillerdi. Bu bilinmeyen dünyanın sakinleri tarafından yönetilen hayat, harika bir şey olmalıymış gibi gelirdi bana, hanelerin ışıklı pencereleri çoğu zaman, içine giremeyeceğim varoluşların gerçek ve esrarengiz sahnelerini gözlerimin önüne sererek karanlığın içinde uzun süre hareketsiz kalmama sebep olurdu. Burada ateşin sahip olduğu ruh, mora çalan renkler içindeki bir kestane satıcısının standını açığa çıkardı; palaskalarını sandalyenin arkasına asmış kâğıt oynayan birkaç astsubay, bir sihirbazın asasını kullanarak sahneyi aydınlatması gibi karanlığın içinden birdenbire belirivereceklerini hayal dahi edemezlerdi, bunu yoldan geçerken durup onlara bakan bir kişinin gözlerine yansıyan yüz ifadeleri gözler önüne seriyordu. Küçük bir antika dükkânında neredeyse dibine kadar inmiş bir mum, sıcak parıltısını gravüre yansıtarak kan kırmızısına boyuyordu, o esnada karanlığa karşı savaş açan büyük bir lambanın ışığı bir deri parçasını bronzlaştırıyor, bir hançere göz alıcı payetler işliyor, esasından kötü birer kopyadan ibaret olan resimlerin üzerine, zamanın pasıyla ya da bir ustanın kullandığı cila misali değerli bir yaldız tabakasıyla kaplıyor, velhasılkelam taklitlerle dolu çöplükten başka bir şey olmayan bu barakayı esrarengiz Rembrandt kompozisyonlarına dönüştürüyordu. Bazen bakışlarımı panjurları kapalı olmayan koskocaman, eski bir konuta yöneltirdim; burada amfibi28 erkekler ve kadınlar akşam karanlığının çökmesiyle birlikte lambanın haznesinden ardı arkası kesilmeden fışkıran, odaları taş ve camdan duvarların ağzına kadar dolduran, içindeki bedenlerin hareketiyle yaldızlı dalgalanmalar yaratan yoğun bir sıvının içinde yavaşça oradan oraya süzülüyorlardı. Yoluma devam ettim; çoğu zaman katedralin önünden geçen karanlık ara sokakta, tıpkı çok uzun zaman önce Méséglise yolunda olduğu gibi arzumun gücü beni ele geçirdi, durdurdu; bu arzuyu tatmin etmek için bir kadın bir anda beliriverecekmiş gibi gelirdi bana; karanlıkta bir elbisenin aniden yanımdan geçerken hafifçe sürtündüğünü hissetseydim, o an hissettiğim arzunun şiddeti bu temasın tesadüfi olduğuna inanmamı imkânsız hâle getirirdi ve korkmuş bu yabancıyı kollarımla sarıp sarmalamaya çalışırdım. Bu Gotik sokağın benim için o kadar gerçekçi bir yanı vardı ki, orada bir kadını kavrayıp arzularımı tatmin edebilseydim, bizi bir araya getiren kadim çağların cazibesine sahip bu yere inanmamak mümkün olmazdı; bu kadın her gece köşe başında duran bir hayat kadını olsa bile, yine de kış vakti, tuhaf, karanlık ve Orta Çağ atmosferinin hâkim olduğu bu yerde ona gizemli ihtişamı yansıtırdım. Hâlihazırda olabilecekleri düşündüm; Mme. de Guermantes’ı unutmaya çalışma fikri bile korkunç fakat mantıklı ve ilk defa mümkün, hatta belki de kolay geliyordu bana. Bu semtin mutlak sessizliğinde, sendeleyerek eve dönen eğlence düşkünü sarhoşların kahkaha ve konuşma seslerini duyabiliyordum. Onları görmek amacıyla durup sesin geldiği yöne doğru baktım. Ancak uzun süre beklemek zorunda kaldım çünkü etrafı saran sessizlik öylesine derindi ki hâlâ çok uzakta olmalarına rağmen sesleri net ve güçlü bir şekilde bana ulaşıyordu. Sonunda sendeleyen sarhoşlar ortaya çıktılar fakat beklediğim gibi önümden değil, arkamdan, çok uzaktan. Kâh ara sokakların kesişmesi, binaların iç içe geçmesinden kaynaklanan yankılanma akustik bir yanılmaya yol açıyor kâh geldiği yer bilinmeyen bir sesi bulmak çok zor olduğundan, yön konusunda olduğu kadar mesafe konusunda da yanılıyordum.
Rüzgâr şiddetini arttırdı. Yaklaşan karla tüyler ürperten, yoğun bir rüzgârdı. Ana caddeye çıktım ve bir subayın sahanlıktan,29 tam olarak kim olduklarını seçemesem de yüzleri soğuktan mosmor kesilmiş, yorgun argın kaldırımda yürüyen hantal askerlerin selamlarına karşılık verdiği küçük bir tramvaya bindim; sonbahardan kışın başlarına doğru ani bir sıçrayışla daha kuzeye taşınmış gibi görünen bu küçük kasabadaki suratlar, Breughel’in neşeli, yiyip içip âlem yapan, soğuktan büzüşmüş köylülerin al yanaklı suratlarını hatırlattı.
Saint-Loup ve arkadaşlarıyla buluştuğum otelde yakın zamanda başlayacak olan fuar nedeniyle dört bir yandan, yakından-uzaktan pek çok insan gelmişti; avluyu aceleyle geçerken, etrafa ışık saçan mutfaklarda şişe geçirilmiş tavuklar dönüyor, domuzlar fırında kızartılıyor, canlı ıstakozlar ev sahibinin tabiriyle ‘sonsuz ateş’in içine atılıyordu; akın akın gelen (eski Flaman ustalarının yaptığı Bethléem’de Nüfus Sayımı’na layık) yeni konuklar avluda gruplar hâlinde toplanıp ev sahibine ya da (görünüşlerinden hoşlanmadıysa, kasabanın başka bir yerinde kalacak yer tavsiye eden) çalışanlardan birine yemek ve konaklama için otelde kalıp kalamayacaklarını soruyorlardı; bütün bunlar gerçekleşirken, bir aşçı yamağı boynundan tuttuğu, çırpınan bir kümes hayvanıyla alelacele arkadan geçiyordu. İlk gün arkadaşımın beni beklediği küçük odaya ulaşmadan önce geçtiğim büyük yemek salonundaki görüntü, Flamanların tipik abartısı ve Orta Çağ’ın sadeliğiyle canlandırılmış İncil’den bir yemek sahnesi anımsatıyordu; sayısız balık çeşitleri, piliçler, keklikler, çulluklar, kumrular soğutmadan ve daha hızlı servis yapmak için cilalı zeminde âdeta kayıyormuşçasına acele eden ve nefessiz kalan üniformalı garsonlar tarafından işlemeli devasa masalara servis ediliyor, bir çırpıda yemeye hazır şekilde parçalara ayırılıyordu; fakat -ben geldiğimde çoğu insan yemeğini neredeyse bitirmek üzere olduğundan- kimse ağzına tek lokma atmıyordu; sanki yemeklerin bolluğu ve onları içeri taşıyanların telaşı yemek yiyenlerin ihtiyaçlarını karşılaşmaktansa, harfiyen ihtimamla uyulan ancak yöresel geleneklerden esinlenmiş ayrıntıların ilginç bir şekilde resmedildiği kutsal kitaba gösterilen saygıyı, yiyeceklerin bolluğu ve hizmetkârların cana yakınlığıyla festivalin ciddiyetini estetik ve dinî bir ihtişamla gözler önüne seriyordu. Hizmetkârlardan biri, odanın uzak ucundaki bir büfenin yanında düşüncelere dalmıştı; bana cevap verecek kadar sakin görünen tek kişi o olduğundan, masamızın hangi odada olduğunu sormak için, ‘geç kalanlar’ın yemekleri soğumasın diye yakılan ocakların arasından (Lakin salonun ortasındaki tatlılar, bazen bir ördeğin kanatları üstünde, kristal bir görünüşe sahip ama aslında buzdan yapılan, her gün heykeltıraş bir aşçı tarafından kızgın bir demir ve çekiçle Flaman tarzına uygun şekilde yeniden yontulan büyük bir mankenin elinin üstünde duruyordu.) dosdoğru bu hizmetkâra -diğer meslektaşları tarafından yere serilme riskini göze alarak- yürüdüm, bu tarz kutsal olaylarda geleneksel olarak mevcut olan bir karakteri tanıyormuş gibi hissettim çünkü keskin olmayan, özensiz ve kötü çizilmiş yüz hatlarını, ilahi bir varlığın mucizesinin henüz tam anlamıyla farkına varamamış, derin düşüncelere dalmış ifadesinin titiz bir kopyasıydı. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim, yaklaşan festival göz önüne alınınca muhtemelen gösteriler, melekler ve ilahi gruplar arasından seçilmiş göksel bir kadroyla güçlendirilmişti. On dört yaşındaki bir yüzü saran açık sarı saçlarıyla meleği andıran genç bir müzisyen âdeta hiçbir enstrüman çalmıyor yalnızca bir gongun ya da tabak yığınının yanında düşüncelere dalmış duruyordu; bu esnada onun kadar çocuksu olmayan diğer melekler salonun engin genişliğini hızla boydan boya kat ediyor, ‘ilkel’ tablolardaki sivri uçlu kanatlar misali bedenlerinin bir parçası olan mendilleri kanat çırparcasına havayı ikiye ayırıyordu. Tam olarak tanımlanmamış, palmiyelerden yapılma çitlerle çevrelenmiş, hizmetkâr meleklerin bulunduğu, uzaktan bakıldığında semalardan yeryüzüne uzanmış gibi görünen bu bölgelerden kaçarak Saint-Loup’nun masasının bulunduğu küçük odaya varmayı başardım. Orada yemekleri daima birlikte yediği birkaç arkadaşına rastladım; bir iki tanesi haricinde hepsi soylu olan bu arkadaşlar okul yıllarından beri ayrım yapmadan dostluklarını sürdürmüşlerdi; böylece prensip olarak, cumhuriyetçi olsalar bile, dürüst ve ayinlere katıldıkları sürece orta sınıfa ait kimseye düşmanlık beslemediklerini kanıtlıyorlardı. İlk akşam, yemeğe oturmadan önce Saint-Loup’yu bir köşeye çektim ve herkesin gözünün önünde fakat beni duymayacakları şekilde şöyle dedim: