Ahlaklı ve becerikli bir terzinin çırağı; bir gün, bir yolculuğa çıkmış ve büyük bir ormana gelmiş. Yolu bilmediği için de kaybolmuş. Derken karanlık çökmüş. Bu korkunç ıssızlıkta kendisine yatacak bir yer aramaktan başka da yapabileceği hiçbir şey kalmamış. Yumuşak yosunlardan kendisine iyi bir yatak yapabilirmiş ancak domuzların kendisini rahat uyutmayacağından korkarak geceyi bir ağacın tepesinde geçirmeye karar vermiş. Yüksek bir meşe ağacı bulmuş ve tepesine tırmanmış.
Karanlıkta korkmadan ve titremeden birkaç saat geçirdikten sonra yakınlarda bir yerde, bir ışığın parıldadığını görmüş ve oralarda birilerinin yaşıyor olabileceğini düşünmüş. Orada, ağacın tepesinde olduğundan daha rahat edebileceğini düşünerek dikkatlice aşağı inmiş ve ışığa doğru gitmiş. Karşısına sazlıklardan yapılmış, küçük bir kulübe çıkmış. Kapıyı çalmış. Kapıyı ufak tefek, ak sakallı; türlü renkli kumaş parçalarının bir arada dikilmesiyle oluşan bir ceket giymiş adamın biri açmış.
Adam, homurdanarak: “Kimsin ve ne istiyorsun?” diye sormuş. Diğeri: “Ben fakir bir terziyim. Ormanda yolumu ararken karanlık çöktü ve dışarıda korkuyorum. Sabah olana kadar burada kalabilir miyim acaba?” demiş. Yaşlı adam, gayet kararlı bir sesle: “Git buradan. Serserileri evime almam. Git, sığınacak başka bir yer ara.” demiş. Yaşlı adam tam kapıyı kapatacakmış ki terzi onun ceketinin yakasına yapışmış ve öyle dokunaklı bir şekilde izin istemiş ki aslında kötü yürekli olmayan yaşlı adam yumuşayıp onu içeri almış, ona yiyecek bir şeyler vermiş. Sonra da ona bir köşede, rahat bir yatak göstermiş.
Yorgun terzi sabaha kadar deliksiz, rahat bir uyku çekmiş. Sabah olunca da hemen uyanmak istememiş ancak korkunç bir gürültüyle yerinden fırlamış. Bu korkunç kükreme ve çığlıklar kulübenin içinden bile duyuluyormuş. Cesur terzi hemen yataktan çıkıp aceleyle kıyafetlerini giymiş ve dışarı fırlamış. Hemen kulübenin yanında, vahşice dövüşmeye hazırlanan büyük, siyah bir boğa ve güzel bir geyik görmüş. İki hayvan birbirlerine öyle bir hışımla saldırmışlar ki yerler sarsılmış ve her yer haykırışlarıyla inlemiş. Uzunca bir süre kimin bu dövüşte galip geleceği belli olmamış. En sonunda geyik, boynuzlarını rakibinin vücuduna geçirmiş. Boğa korkunç ve acı bir kükremeyle yere yığılmış, geyikten aldığı birkaç darbeyle tamamen yıkılmış.
Bu dövüşü şaşkınlıkla izlemekte olan terzi, hareketsiz duruyormuş ki geyik son sürat kendisine doğru koşmaya başlamış. O da kaçmayıp geyiği kocaman boynuzlarından yakalamış. İki eliyle hayvanın boynuzlarına tutunmuş ve kendisini bırakmış. Sanki her an uçacakmış gibi hissetmiş. En sonunda geyik taştan bir duvarın önünde durmuş ve sakince terziyi indirmiş. Yarı ölü gibi sersemlemiş olan terzinin kendine gelmesi için uzun bir süre gerekliymiş. Biraz daha kendine geldiğinde yanında durmakta olan geyik, taş duvardaki kapıyı boynuzlarıyla öyle bir itmiş ki kapı “pat” diye açılıvermiş.
Terzi orada, öylece, kararsız hâlde dururken kayaların içinden bir ses: “Korkma, gir, burada kötülük yok.” demiş. Önce tereddüt etse de gizemli bir gücün etkisiyle sesi dinleyip, demir kapıdan girip; tavanı, duvarları ve yerleri parlak kesme taşlarla kaplı geniş bir koridora gelmiş. Her bir taşın üzerinde bilmediği bir alfabeden oyma harfler duruyormuş. Hayranlıkla etrafını incelemiş ve tam oradan çıkacağı anda aynı sesi tekrar duymuş. Ses: “Koridorun ortasında duran taşın üstüne çık. Seni büyük bir talih bekliyor.” diyormuş.
Cesareti zaten yerinde olduğundan kendisine söylenileni dinlemiş. Taş, ayaklarının altından yerin altına doğru inmeye başlamış ve derinliklere doğru alçalmış. Tekrar durduğunda terzi etrafına bakmış ve bir öncekine benzeyen başka bir koridorda olduğunu görmüş. Ancak burası daha da göz kamaştırıcıymış. Duvarlardaki oyuklarda, içlerinde mavimsi dumanların ya da renkli gazların dolu olduğu cam şişeler duruyormuş. Yerde karşılıklı olarak duran, iki büyük camdan sandık varmış. Merakla sandıklardan birinin yanına gittiğinde içinde çiftlikler, evler ve bir sürü güzelliklerle çevrelenmiş harika bir şato maketi görmüş. Her şey minicikmiş ama usta bir el tarafından özenle ve dikkatlice yapıldığı belli oluyormuş.
Bu nadir parçadan uzunca bir süre gözlerini alamamış ancak aynı ses tekrar duyulmuş ve terziye diğer tarafta duran camdan sandığın içine bakmasını söylemiş. Diğer sandığın içine bakıp da orada dünyanın en güzel kızının uzanmakta olduğunu görünce hayranlığı bin kat artmış. Kız, oldukça değerli bir eşya gibi uzun ve sarı saçlarına sarmalanmış bir şekilde, uyuyor gibi görünüyormuş. Gözleri sımsıkı kapalıymış ancak teninin parlaklığından ve her soluk alıp verişinde kıpırdayan kurdelesinden, canlı olduğu anlaşılıyormuş.
Terzi bu güzelliği izlerken kız aniden gözlerini açmış ve karşısında onu görünce sevinçle karışık bir telaşla yerinden sıçrayarak: “Aman Allah’ım! Sonunda kurtuldum. Acele et, hemen beni buradan çıkart. Eğer bu cam tabutun sürgüsünü itersen özgür kalabilirim.” demiş. Terzi hemen kızın dediklerini yapmış. Kız, cam kapağı kaldırıp dışarı çıkmış ve hemen koridorun köşesine gidip kendisini büyükçe bir pelerinle sarmış. Sonra da bir taşın üstüne oturup genç adamın yanına gelmesini söylemiş, adamın dudağına hafif bir öpücük kondurmuş ve: “Benim yıllardır beklediğim kurtarıcım! Çok şükür ki geldin ve acılarıma bir son verdin. Benim acılarımın bittiği yerde, senin mutluluğun başlayacak. Sen Allah’ın bana gönderdiği eşsin. Bundan sonra benim tarafımdan sevilecek, dünyanın bütün nimetleriyle donatılacak ve sonsuz bir mutluluk yaşayacaksın. Şimdi arkana yaslan ve benim hikâyemi dinle.” diyerek anlatmaya devam etmiş.
“Ben zengin bir kontun kızıyım. Ailem ben daha çok küçükken öldü ve ölmeden önce beni, abime emanet ettiler. Abimle birbirimizi çok seviyor ve birbirimize her bakımdan çok benziyorduk, bu yüzden kimseyle evlenmeden hayatlarımızın sonuna kadar beraber yaşamaya karar verdik. Evimiz hiç boş kalmazdı. Öylesine misafirperverdik ki dostlarımız ve komşularımız sık sık ziyaretimize gelirdi. Bir akşam şatomuza bir yabancı geldi ve gideceği yere henüz varamadığını söyleyerek gece bizim yanımızda konaklamak için izin istedi. Onu memnuniyetle buyur ettik. O da akşam yemeği boyunca anlattığı çeşit çeşit hikâyelerle bizi çok eğlendirdi. Abim bu yabancıyı öyle çok sevdi ki birkaç gün daha bizimle kalması için ısrar etti. O da biraz tereddüt ettikten sonra razı geldi. Geç saatlere kadar masadan kalkmadık. Misafirimize bir oda verdik. Ben de çok yorgun olduğumdan bir an önce yumuşak yatağıma uzanmak için sabırsızlanıyordum.
Hoş bir müzik sesi beni uyandırıncaya kadar azıcık uyumuş olmalıyım. Müziğin nereden geldiğini anlayamadığım için yan odada uyuyan hizmetçime seslenmek istedim ancak ne var ki o an bilinmeyen bir güç tarafından sesimin benden alındığını fark ettim. Göğsüme tonlarca ağırlık oturmuş gibi hissettim, en küçük bir ses bile çıkartamıyordum. O sırada gece lambamın ışığıyla aydınlanan odamın sıkıca sürgülü kapılarından, yabancının odama girdiğini gördüm. Yanıma geldi ve bana, beni uyandırmak için kendisine bahşedilmiş olan özel güçlerini kullanarak o güzel müziği çaldığını; bütün bunları bana olan sevgisini göstermek için yaptığını anlattı. Onun bu sihirli güçlerinden öylesine rahatsız oldum ki ona hiçbir karşılık veremedim. Bir süre benden olumlu bir cevap duyabilme düşüncesiyle sessizce durdu ancak ben sessiz kalmaya devam edince bunun intikamını alacağını ve beni cezalandıracağını söyleyerek odadan çıktı. Geceyi endişe içinde geçirip ancak sabaha doğru uyuyabildim. Uyandıktan sonra hemen abimin yanına koştum ancak onu odasında bulamadım. Hizmetçiler bana onun daha gün ağarmadan yabancıyla birlikte çıkıp gittiğini söylediler. Hemen aklıma kötü şeyler geldi. Hızlıca giyinip atımın eyerlenmesini emrettim. Hizmetçilerimden birini de yanıma alarak dörtnala ormana doğru gittim. Hizmetçim yolda atıyla beraber düştü ve atının ayağı kırıldığı için beni takip edemedi. Hiç durmadan yoluma devam ettim. Birkaç dakika sonra yabancının, boynunda tasma olan güzel bir geyikle birlikte bana doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. Ona abimi nerede bıraktığını ve kocaman gözlerinden yaşlar akan bu geyikle ne yapmaya çalıştığını sordum. Bana cevap vereceğine kahkahalarla gülmeye başladı. Sinirden deliye dönerek tabancamı çıkartıp o korkunç canavara doğru ateşledim. Ancak kurşun onun göğsünden sekip atımın kafasına isabet etti. Yere düştüm ve yabancı beni bilinçsiz bırakan bazı sözcükler mırıldandı.
Tekrar gözlerimi açtığımda kendimi bu yer altı mağarasındaki cam tabutun içinde buldum. Sihirbaz tekrar geldi; abimi bir geyiğe çevirdiğini, yaşadığım şatoyu ve tüm içindekileri küçültüp diğer cam sandığın içine sığdırdığını, bütün halkımı ve arkadaşlarımı da dumana dönüştürüp cam şişelere hapsettiğini söyledi. Sonra da eğer onun isteğini yerine getirirsem her şeyi tekrar eski hâline getirmesinin hiç de zor olmadığını, tek yapması gerekenin şişeleri açmak olduğunu söyledi. İlk seferinde olduğu gibi fazla bir şey söylemedim. O da ortadan kayboldu ve beni burada derin bir uykuya hapsetti. Rüyalarımdan birinde, genç bir adamın gelip beni kurtaracağını görmüştüm ve bugün gözlerimi açtığımda karşımda seni gördüm. Rüyalarım gerçek oldu. O rüyada gördüğüm diğer şeyleri de gerçekleştirmeme yardım et. İlk olarak içine şatomun hapsedildiği diğer cam sandığı, şu büyük taşın üstüne koymalıyız.” demiş.
Bunu yaptıkları anda taş, üzerinde genç kız ve genç adamla birlikte tavandaki boşluktan yükselerek sonunda yeryüzüne çıkmış. Burada genç kız kapağı açmış; sandığın içindeki şato, evler ve çiftlikler inanılmaz bir hızla büyüyüp eski boyutlarına geri dönmüşler. Ardından genç kız ile terzi, yer altındaki mağaraya geri dönmüşler ve içi dumanla dolu cam şişeleri yüklenip yukarı çıkartmışlar. Kız, şişeleri açar açmaz içinden mavi bir duman çıkıp kendi halkına ve arkadaşlarına dönüşmüş. Boğa kılığındaki büyücüyü dövüşerek öldüren abisinin, insan hâline dönüp ormandan kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce sevinci kat kat artmış. Aynı gün, genç kız söz verdiği gibi şanslı terziyle evlenmiş.
Rapunzel
Bir zamanlar, tek dilekleri bir çocuk sahibi olmak olan bir karı koca varmış. Sonunda muratlarına ermişler, heyecanla minik bebeklerinin doğacağı günü bekliyorlarmış. Evlerinin arka penceresi, içinde birbirinden güzel sebze ve meyveler olan güzel bir bahçeye bakıyormuş. Bu güzel bahçe oldukça yüksek bir duvarla çevriliymiş ve kimse bu duvarın ötesine geçmeye cesaret edemezmiş çünkü duvarın ardında herkesin çok korktuğu, kötü kalpli bir cadı yaşarmış. Bir gün kadın, pencerede durup o bahçeye bakarken içi güzel evliya otlarıyla dolu bir saksı görmüş. Otlar öylesine taze ve yeşil görünüyormuş ki çok canı çekmiş ve birkaç gün boyunca şiddetli bir şekilde bu otlardan yemek isteğiyle dolup taşmış. Bu evliya otlarından birazcık bile yemesinin imkânsız olduğunu düşündükçe hasta düşmüş, sararıp solmuş.
Kocası, onun bu hâlinden endişelenerek: “Sevgili karıcığım, neyin var?” diye sormuş. Kadın: “Ah kocacığım, evimizin arkasındaki bahçede yetişen o güzel evliya otlarından yiyemezsem öleceğim.” demiş. Karısını çok seven adam: “Karımı kaybedeceğime gidip şu evliya otlarından biraz alabilirim. Bundan ne çıkar ki?” diye düşünmüş.
Alaca karanlık çöktüğünde adam gizlice duvara tırmanıp cadının bahçesine girmiş, bir tutam evliya otu kopartıp karısına götürmüş. Kadın hemen ottan bir salata yapmış ve iştahla yemiş. Ama ot öyle lezzetliymiş ki ertesi gün canı daha da fazla çekmiş. Kadının rahatlaması için adamın tekrar o duvarın diğer tarafına geçmesi gerekiyormuş. Gece yarısı adam tekrar bahçeye gitmiş, tam otları alıp duvara geri tırmanacakmış ki birdenbire önünde dikilen cadıyı görüp korkudan bembeyaz olmuş. Cadı, ona: “Ne cesaretle bir hırsız gibi gizlice benim bahçeme girip otlarımı çalarsın? Bu yaptığını çok kötü ödeyeceksin!” diye bağırmış.
Adam: “Lütfen biraz merhametli olun. Zorunda kalmasam yapmazdım. Karım pencereden bakarken sizin bahçenizdeki evliya otlarını görmüş ve öyle çok canı çekmiş ki! Birazcık yiyemeseydi ölecekti.” diye açıklamış.
Bunun üzerine cadı: “Eğer gerçekten dediğin gibiyse istediğin kadar evliya otu alabilirsin ama tek bir şartla. Dünyaya gelecek olan çocuğunuzu bana vereceksiniz. Ona, bir anne gibi bakacağım.” demiş.
Adam, o anki korkusuyla cadının istediği her şeye söz vermiş ancak çocukları doğduğunda cadı gerçekten gelerek evliya otu anlamına gelen Rapunzel ismini verdiği bebeği alıp götürmüş.

Rapunzel, dünyanın en güzel çocuğuymuş. On iki yaşına geldiğinde cadı onu ne merdivenleri ne de kapısı olan, ormanın ortasında bulunan bir kuleye kapatmış. Kulenin üst kısmında sadece küçük bir pencere varmış ve cadı kuleye çıkmak istediğinde kulenin altında durur: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt!” diye seslenirmiş.
Rapunzel’in altın gibi ışıl ışıl parlayan, güzel, uzun saçları varmış. Cadının sesini duyduğunda pencerenin kilidini açar, saçlarının bağını çözer, cadı tutunarak tırmanabilsin diye yirmi metre aşağıya sarkıtırmış.
Böyle birkaç yıl geçtikten sonra, günün birinde ormanda atıyla gezmekte olan bir prens kuleyi bulmuş. Kuleye yaklaştıkça billur gibi bir sesin, güzel bir şarkı söylediğini işitmiş; ses öyle güzelmiş ki olduğu yerde durup dinlemiş. Bu ses, yalnızlığını güzel şarkılar söyleyerek gidermeye çalışan Rapunzel’in sesiymiş. Prens onun yanına gitmek istemiş ama kulede tek bir kapı bile bulamamış ve evine dönmüş. Ne var ki duyduğu şarkı kalbine öyle işlemiş ki tekrar işitebilmek için her gün ormana gidip dinlemeye başlamış.
Bir gün yine bir ağacın altında dururken birden bir cadının kuleye yaklaştığını görmüş ve onu izlemeye başlamış. Cadı yine: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt.” diye seslenmiş.
Prens, Rapunzel’in saçlarını aşağıya sarkıtışını ve cadının kuleye tırmanışını görmüş. Kendi kendine: “Eğer kuleye çıkış yolu buysa, ben de tırmanıp şansımı deneyeceğim.” diye düşünmüş. Ertesi gün hava kararmaya başladığında kuleye gitmiş ve: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt.” diye seslenmiş. Rapunzel saçlarını sarkıtmış ve prens tutunarak kuleye tırmanmış.
Rapunzel daha önce hiçbir erkekle karşılaşmadığından yukarı tırmananın bir erkek olduğunu görünce çok korkmuş ancak prens onunla nazikçe konuşmaya başlamış ve ona, söylediği şarkının kalbine nasıl işlediğini, bu şarkıyı söyleyen kişiyi kendi gözleriyle görene kadar huzur bulamayacağı için geldiğini anlatmış. Rapunzel’in korkusu geçmiş. Prens, Rapunzel’e kendisiyle evlenmesini teklif ettiğinde Rapunzel onun ne kadar genç ve yakışıklı olduğunu görerek: “Kesinlikle onu yaşlı annem Gothel’dan daha fazla severim.” diye düşünerek prensin elini tutmuş. “Seninle gelmeyi yürekten isterim ancak buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum. Buraya her gelişinde ipekten bir ip getir ki o iplerden merdiven yapayım. Merdiven tamamlandığında onu sarkıtıp kuleden inebilirim. Sen de beni atına bindirir, buradan götürürsün.” demiş.

Yaşlı cadı kuleye gündüzleri geldiği için, prensin akşamları gelmesini kararlaştırmışlar. Rapunzel, yanlışlıkla bir gün: “Gothel anne, prens hızla yanıma çıkabiliyorken sen neden bu kadar yavaş tırmanıyorsun?” deyinceye kadar cadının olan bitenden hiç haberi olmamış.
Cadı sinirlenerek: “Neler diyorsun sen? Seni hain çocuk! Ben seni herkesten saklıyordum, sen bana ihanet ettin!” diye bağırmış.
Cadı, gözünü öfke bürümüş bir şekilde Rapunzel’i tutup büyükçe bir makasla o güzel saçlarını -kıt kıt- kesmeye başlamış. Cadı o kadar taş kalpliymiş ki Rapunzel’i büyük bir mutsuzluk duyacağı ve ızdırap çekeceği bu ıssız yerde bir başına bırakarak onu terk etmiş.
Cadı, aynı günün akşamı kuleye geri dönmüş ve saçları bir makaraya kopçalamış. Bu sırada prens kuleye gelmiş ve aşağıdan: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağıya sarkıt.” diye bağırmış.
Saçlar aşağıya salındıktan sonra prens tırmanmaya başlamış fakat karşısında çok sevdiği Rapunzel yerine parlayan, nefret dolu gözlerle kendisine bakmakta olan cadıyı bulmuş.
Cadı: “Aha!” diye bağırmış. Alaycı bir şekilde: “Buraya sevgilin için geldin ancak kuş artık kafesinde durmuyor ve şarkı söylemiyor; kedi, o kuşu kaptığı gibi aynı şekilde senin de gözlerini oyacak! Rapunzel senin için artık yok, bundan sonra onu hiçbir zaman göremeyeceksin.” demiş.
Prens üzüntüyle kendinden geçerek acı içinde kuleden atlamış. Cadıdan kurtulmuş fakat üzerine düştüğü dikenler gözlerini kör etmiş. Öylece, kör bir şekilde ormanda dolanıp durmaya başlamış. Dutlar ve bitki kökleri dışında hiçbir şey yemiyor, sevgilisini kaybettiği için ağlamak ve ağıt yakmak dışında hiçbir şey yapmıyormuş.
Prens, ta ki bir gün Rapunzel’in biri kız diğeri erkek olan ikiz çocukları ile yaşadığı ıssız yere gelinceye kadar birkaç yıl böyle sefil hâlde yaşamış. Önce tanıdık bir ses duyduğunu sanmış, sonra sese doğru yaklaşmış. Sevgilisini tanıyan Rapunzel, onu görünce boynuna sarılıp ağlamaya başlamış. Rapunzel’in gözyaşları prensin gözlerine değer değmez gözleri tekrar açılmış ve eskisi kadar iyi görmeye başlamış.
Sonra Rapunzel’i ve çocuklarını sarayına götürmüş; orada sonsuza dek birlikte, mutlu olarak yaşamışlar.
Ak Sakallı
Bir zamanlar, kızı olan bir kral varmış. Kral camdan bir dağ inşa ettirmiş ve kim bu dağı kayıp düşmeden aşarsa kızıyla evlenebileceğini ilan etmiş. Gönlünü kıza kaptırmış bir delikanlı, kraldan kızını istetmiş. Kral da: “Şu dağı düşmeden aşabilirse kızımla evlenebilir.” diye haber yollamış.
Bunun üzerine kız, delikanlıyla beraber yürümek istediğini ve düşecek olursa ona yardım edeceğini söylemiş. Gerçekten de oğlanla birlikte yürümüş ama yolun yarısına geldiklerinde ayağı kaymış. Aynı anda buz dağı açılmış ve kız içine düşüvermiş. Buz dağı hemen kapandığı için damat, onun nerede olduğunu görememiş. Oğlan o kadar çok ağlayıp sızlanmış ki! Kral da çok üzülmüş ve dağı kırdırtarak kızını çıkartabileceğini ummuş ama içine düştüğü yeri bir türlü bulamamışlar.
Bu arada kralın kızı, çok derin bir uçurumdan düşerek koskoca bir mağaraya gelmiş. Orada karşısına çok uzun, ak sakallı, yaşlı bir adam çıkmış. Kıza, hayatta kalmak isterse kendi karısı olup emredeceği her şeyi yapması gerektiğini söylemiş. Aksi takdirde onu öldürecekmiş. Kız, kendine söylenenleri yapmış.
O sabah adam, cebinden merdivenini çıkararak dağa yaslamış ve tırmanarak dağdan dışarı çıkmış. Sonra merdiveni yukarı, yani kendine çekmiş. Adamın yemeğini pişirmek, yatağını yapmak ve evi toplamak gibi işler de kıza düşmüş. Adam eve döndüğünde her defasında bir yığın altın ve gümüş getiriyormuş.
Yıllarca onun yanında yaşayan kız, zamanla çok yaşlanmış. Adam ona, “Kart Hanım” diye sesleniyormuş. O da adama, “Ak Sakallı” adını takmış. Adam bir seferinde dağdan çıktığında kadın, onun yatağını yapıp bulaşığını yıkamış. Sonra tüm kapı ve pencereleri sımsıkı kapamış, sadece içeriye ışığın sızdığı sürgülü bir pencereyi açık bırakmış.
Ak Sakallı geri döndüğünde kapıya vurarak: “Hanım, bana kapıyı aç!” diye seslenmiş. “Hayır, sana kapıyı açmam Ak Sakallı.” demiş kadın. O zaman adam şöyle seslenmiş:
Ak Sakallı eve döndü,Ama yorgunluktan öldü.Bulaşıkları yıka Kart Hanım,Zaten ağrıyor her yanım.Kadın: “Bulaşıkları çoktan yıkadım.” demiş. Adam:
Ak Sakallı eve döndü, Ama yorgunluktan öldü.Yatağımı yap Kart Hanım,Zaten ağrıyor her yanım, diye yakınmış.“Yatağını yaptım bile.” demiş kadın. Adam diretmiş:
Ak Sakallı eve döndü,Ama yorgunluktan öldü.Aç kapıyı be Kart Hanım,Zaten ağrıyor her yanım.Adam, evin etrafında dolaşmış. Derken açık bir delik görmüş ve kendi kendine: “Bakalım şu kadın içeride ne yapıyor, neden kapıyı açmak istemiyor?” diye söylenmiş. O, delikten içeri bakmak istediyse de uzun sakalı buna izin vermemiş. Bunun üzerine önce sakalını delikten aşağı sarkıtmış. O anda Kart Hanım çıkagelmiş ve deliği bir bantla öyle kapamış ki adamın sakalı içeride kalmış. Adam, canı yandığı için sızlanarak bağırmaya başlamış. Kendisini serbest bırakması için kadına yalvarmış.
Kadın, dağa çıkacağı merdiveni vermedikçe ona yardım etmeyeceğini söylemiş. Adam ister istemez merdivenin bulunduğu yeri söylemek zorunda kalmış. Bunun üzerine kadın, merdiveni çok uzun bir bez parçasıyla sürgülü pencereye sıkıştırmış. Sonra dağa yaslayarak tırmanmış ve yukarıya vardığında merdiveni de yukarı çekmiş. Hemen babasının yanına giderek başına gelenleri anlatmış.
Babası, kızını görünce çok sevinmiş. Damat adayı da hâlâ yaşıyormuş. Hep birlikte giderek dağı kazmışlar, Ak Sakallı’yı bütün altın ve gümüşleriyle birlikte bulmuşlar. Kral, Ak Sakallı’yı öldürtüp altın ve gümüşlerini almış. Kızı da bir zamanlarki damat adayıyla evlenmiş. Hepsi mutlu, zengin ve sağlıklı bir hayat yaşamışlar.
Çıra, Kömür ve Bakla
Köyün birinde yaşayan fakir, yaşlı bir kadın; bir gün pişirmek üzere bir tomar bakla toplamış. Ocağı yakmış ve daha çabuk yansın diye ateşe bir avuç çıra atmış. Baklalar tencerede kaynamaya başladığında içlerinden biri fırlayıp daha önceden yere düşmüş olan bir çıranın yanına yuvarlanmış. Hemen ardından da kızgın, kor kırmızısı bir kömür sıçrayıp bu ikiliye katılmış.
İlk lafa çıra girmiş ve: “Sevgili arkadaşlarım, buraya nasıl geldiniz?” diye sormuş.
Kömür: “Büyük bir şans eseri ateşten atladım yoksa çoktan ölmüştüm. Yanıp kül olmuştum.” demiş.
Bakla: “Ben de ucuz atlattım. Eğer yaşlı kadın beni fark etmiş olsaydı ben de diğer arkadaşlarım gibi çoktan kaynayıp pişmiş olacaktım.” demiş.
Çıra: “Ben de pek şanssız sayılmam aslında. Yaşlı kadın diğer arkadaşlarımı yakıp küle çevirdi. Altmış tanesini birden, bir çırpıda alıp ateşe atıverdi. Ben de kaşla göz arasında, kadının ellerinden kayıverdim.”

Kömür: “Peki şimdi ne yapacağız?” diye sormuş.
Bakla: “Bana kalırsa sağ salim canımızı kurtarabilecek kadar şanslı olduğumuza göre, birbirimize kenetlenip burada başımıza daha kötü şeyler gelmeden başka diyarlara gitmeliyiz.” demiş.
Diğer ikisi bu fikri beğenmiş ve vakit kaybetmeden hep birlikte yola koyulmuşlar. Derken bir dereye gelmişler. Ne bir taş ne de köprü görebildiklerinden, derenin diğer tarafına nasıl geçeceklerini bilememişler. Çıranın aklına birden güzel bir fikir gelmiş: “Ben boylu boyunca karşı kıyıya bir köprü gibi uzanayım, siz de üzerimden yürüyüp karşıya geçin.” demiş.
Çıra, bir kıyıdan diğerine boylu boyunca uzanmış. Kömür, hevesle hemen bu yeni köprünün üzerine atlamış ve ortasına kadar gelip de altında suların akmakta olduğunu görünce panikle olduğu yerde kalakalmış. Çıra da hâlâ köz olan kömürün sıcaklığına dayanamayıp iki parçaya ayrılarak suya düşmüş. Kömür de o anda kayarak suya düşer düşmez can vermiş.
Kıyıda durup olanları izlemekte olan bakla; gördükleri karşısında kendisini tutamayıp öyle çok gülmüş, öyle çok gülmüş ki sonunda ağzı yırtılıvermiş. O sırada derenin yanından geçmekte olan bir terzi, şans eseri yorulup da dinlenmek için durmasaymış sonsuza kadar da ağzı yırtık dolaşacakmış. Merhametli terzi iğnesini, ipliğini çıkartıp baklanın ağzını dikmiş. Bakla ona nazikçe teşekkür etmiş. Ne var ki terzi baklanın ağzını dikerken siyah iplik kullandığından o gün bugündür, bütün baklaların kenarları siyahtır.
Tavşanın Karısı
Güzel bir lahana bahçesinde kızıyla beraber yaşayan bir kadın varmış. Bir gün, tavşanın biri gelip bahçedeki bütün lahanaları yemiş. En sonunda kadın dayanamayıp kızına: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.
Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Ama kız kabul etmemiş.
Yine başka bir gün, tavşan bahçeye gelip de lahanaları yemeye başlayınca kadın tekrar kızına: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.
Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Ama kız kabul etmemiş. Tavşan bahçeye üçüncü kez gelip de yine lahanaları yemeye başlayınca kadın, kızına tekrar: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.
Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Bu sefer kız tavşanın kuyruğuna oturmuş ve tavşan, onu kulübesine götürmüş.
Tavşan, kıza: “Haydi işe koyul da biraz kepek ve lahana pişir. Ben de gidip düğün misafirlerini çağırayım.” demiş. Misafirlerin kim olduğunu bilmek ister misiniz? Ben de duyduklarımın yalancısıyım. Bütün tavşanlar gelmiş. Nikâhı kıyacak rahip rolünü karga üstlenmiş, tilki de zangoç olmuş, gökkuşağı da sunak yerine geçmiş. Ancak kız üzgünmüş çünkü yanında kimsesi yokmuş.