
Полная версия
Hürrem Sultan
“Biz…” dedi. “İki yüz elli yıldan beri tahtlar deviriyoruz, hanümanlar söndürüyoruz. Tanrı’nın yardımını gördükçe bundan sonra da oğullarımız, torunlarımız bu yolda yürüyecektir. Fakat ikbalin maklubu labekadır, her kemalin bir zevali vardır. Bir gün bizim soyun da sonu gelir, yarattığımız saltanatın yerinde yeller eser.”
Ve biraz düşündü, sonra içini çekti:
“Şu Menteşe oğlunu görünce işte böyle düşündüm. Onun dedesi bir hükümdardı. Kendisi şimdi çiftçilik ediyor. Dünyanın kararı yok İbrahim, dönüyor, boyuna dönüyor. Veyl13 bunu anlamayanlara, fani bir ikbale bel bağlayanlara!”
İhtimal ki hakiki ikbalin aşkta tecelli edeceğini, sevip sevilmenin ve kendi gönlünde bir güzele taht kurup karşılığında da o güzelin yüreğinde tahta oturmanın hükümdarlıktan, tâcidarlıktan değil cihangirlikten daha yüksek bir bahtiyarlık olacağını söyleyecekti. Fakat bu derece hayıflanmayı vakarına yakıştırmadı, kendi şiirlerinden olan şu beyti okumakla iktifa etti:
Mülkü dünya kimseye kalmaz sonu berbad olurEy Muhibbi, şöyle farz et kim Süleyman olmuşuz! 14Zeki nedim, efendisinin böyle acı acı söylenmesindeki hakiki sebebi kavramakla beraber tecahül ediyordu, zemine ve zamana münasip sözler bulup hünkârın coşkunluğunu gidermeye çalışıyordu. Fakat padişah, kendi hayalinin geniş ufuklarında dolaşarak nedimini dinlemiyordu. Nitekim elemden kurtulmak çaresini de yine o ufukların bir köşesinde buldu ve birdenbire sordu:
“Son menzile hangi gün ulaşacağız?”
İbrahim, hayalden hakikate, aşktan harbe bir lahzada geçiveren hünkârın bu garip istihalelerine alışkın olduğu için hayret göstermedi, hemen cevap verdi:
“Yarın değil, öbür gün!”
“Öyleyse yüreğimizi kapayalım, gözümüzü açalım. Kalemi bırakalım, kılıca yapışalım.”
Ve dediğini hakikaten de yaptı, Gökova ve Kargasekmez yoluyla Marmaris limanına varıldığı gün o, tamamıyla değişmişti, aşkını ve ızdırabını kalbine hapsederek bütün benliğini harp işlerine vermişti. Marmaris’ten Rodos’a geçen büyük ordunun her neferi onu, yük hayvanlarının ve sayısız denklerin arasında dimdik durmuş görüyor ve bu duruşta adayı uzaktan yakalamak isteyen kudretli bir ihtirasın azametini seziyordu.
***Rodos Adası’nı bademe benzetirler, görünüş de gerçekten öyledir. Fakat herhangi bir Türk için bu ada, evini bulamayıp avare kalmış bir göz bebeğine benzer. Çünkü Anadolu’nun yanı başındayken o mübarek buradan ayrı düşmüştür. İşte bu ayrılık ona, evsiz bir göz bebeği yetimliği verir. Marmaris de bu vaziyette, bebeksiz bir göz gibidir. Adayla liman, birbirini tamamlamak için yaratılmıştır ve Marmaris, adayı bağrına basmak iştahıyla daima açık duran bir kucağı andırır.
Dört yüz on beş yıl evvel de vaziyet böyleydi. Ada, yerleşmek için muhtaç olduğu evi arayan bir göz bebeği gibi acıklı bir durumdaydı. Marmaris, bebeğini kaybetmiş bir göz gibi görünüyordu. Üsküdar’dan yürüyüşe geçip şimdi Marmaris’ten kayıkla, çektirilerle fevç fevç Rodos’a dökülen ordu, işte bu birbirine müştak ve birbirine muhtaç iki coğrafya yetimini aynı bayrak altında birleştirmek ülküsünü taşıyordu.
Anadolu’yu ezelden beri ellerinde tutan Türklerin Rodos’u da benimsemek istemeleri tarihî bir zaruretten doğuyordu. Anadolu’ya hiçbir zaman ayak atmalarına imkân olmayan -Kudüs’ten kovulma-şövalyelerin Rodos’ta oturmalarıysa korsanlık yapmak için orayı müsait bulmalarından ileri geliyordu. O hâlde Türk ordusu hakkın silahı, şövalyeler haksızlığın siperiydi ve o silahın bu siperi parçalaması insanlık haysiyetini yükseltecek bir hadise olacaktı.
Fakat hakkın tahrik ettiği kol kadar hırsın, menfaatin harekete getirdiği bilek de hassastır. Ondan ötürü şövalyeler yaman davranmayı tasarlamışlardı. Adanın biricik kasabası ve kalesi olan Rodos’u aşılmaz istihkâmlarla çevrelemişlerdi. Her istihkâm, yekpare bir ehram gibiydi. Bununla beraber şövalyeler Türk gücünün taşı toza çeviren yüksekliğini de düşünmüyor değillerdi. O sebeple başlarına topladıkları kalabalığa manevi bir kuvvet aşılamak isteyerek hurafeler tarihinden destanlar tertip ve bunları birer ilahî gibi kiliselerde terennüm ediyorlardı. Yürekleri birer istihkâm hâline koymak için uydurulan bu destanlara göre Rodos, güneşle denizin sevişmesinden doğmuştur ve daima onların himayesi altında kalacaktır.
Güneş ve deniz, şüphe yok, yenilemez. Lakin on altıncı asırda Avrupa, bütün Asya ve yarı Afrika, Türklerin güneşe de, denize de tahakküm edeceğine kanaat besliyordu. Şövalyeler, kendi askerlerinin idrakini de senetleten bu kanaati gidermek için Rodos’un birçok istila ordularını geri çevirdiğini ileri sürüyorlardı. Kırk iki yıl evvel Mesih Paşa kumandasındaki Türk muhasara ordusunun ricatı da bütün bu masalları ciddileştiriyordu. Rodosluların bir kısmı o inanılmaz ricatı gözleriyle görmüşlerdi, görmeyenler de analarından, babalarından dinleyerek hakikati öğrenmiş bulunuyorlardı. Bu, şövalyelerin uydurdukları hikâyelerin doğru olabileceğini zannettiren bir amildi ve halk, istihkâmlardan ziyade o ricatı düşünerek Türklerle harbe hazırlanıyordu.
Yaylak Mustafa Paşa kumandasındaki Türk donanmasının 7 Haziran 1522’de ada önünde görünmesi üzerine şövalyelerin harp bayrağını çekmeleri, İkinci Vezir Mustafa’nın karaya asker dökmesine ehemmiyet verilmemesi, hatta Sultan Süleyman’ın 8 Temmuz 1522’de muhteşem bir ordunun ardında adaya çıkmasından da telaşa düşmemesi bundandır, şövalyelerin masallarla halkı kandırmış olması yüzündendir.
Eğer adada oturanlar, Mesih Paşa’nın şövalyeler tarafından ricat ettirilerek değil, askeri yağmadan alıkoyduğu için umumi bir infiale hedef olarak çekildiğini bilselerdi muhakkak bir felaketin gafil kurbanları mevkisine düşmezlerdi, şövalyelerin elinde oyuncak olup kırılmazlardı.15
Hakikatin yanlış tasvir ve halkın da tağlit olunması yüzünden güzel Rodos acı günler geçirdi, Türk’ün gazabına uğrayıp temeline kadar sarsıldı.
Burada harbin tam bir tarihçesini yapacak değiliz, yalnız romanımıza taalluk eden sahneleri sıralamakla iktifa edeceğiz. Lakin Türk kılıcının, taş, mermer ve demir de olsa önüne çıkan her engeli nasıl tarumar ettiğini anlatmış olmak için Rodos’un müdafaa tertibatını kısaca anlatmayı gerekli buluyoruz.
Türklerin Rodos’a gelecekleri duyulur duyulmaz şövalyelerin “üstadıazam” diye anılagelen reisleri Villier de L’isl Adam bütün köyleri ateşe vermiş, kale varoşlarını yıkmış, ada halkını şehre toplamıştı. Büyük istihkâm manzumelerinden her biri sekiz lisan şövalyeleri arasından seçilmiş bir cenk erinin kumandasına verilmiş bulunuyordu. Bu suretle sekiz milletin haysiyeti, şerefi ortaya atılmıştı. İstihkâmlardan hangisi iyi müdafaa edilmezse bir milletin namusuna kir getirilmiş olacaktı. Şu hâlde Türk ordusunun karşısına yalnız müstahkem bir kale değil, Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, İspanya’nın, İtalya’nın, Portekiz’in, Provans’ın “izzetinefsi” de dikilmişti. Her istihkâm manzumesinin başında bu milletlerden birine mensup ünlü bir şövalye vardı ve bunlar, kaleyle beraber kendi milletlerinin şerefi için de harp edeceklerdi.
Üstadıazam Villier de L’isl Adam, Meryem’e mensup zafer kilisesinin yanı başındaki galipler kapısında yer almıştı. Şehrin şimal methalini teşkil eden bu kapının solunda Alman, biraz ilerisinde de Fransız burcu bulunuyordu. İngiliz burcu şarktaydı, Sen-Ambrovaz kapısının yanındaydı. Cenup cephesini Provans ve İtalya şövalyeleri, deniz kapısını da Portekizliler müdafaa ediyorlardı. Liman zincirlerle kapalıydı ve iki büyük kulenin himayesi altındaydı.
Serasker Mustafa Paşa, muhasara için gerekli olan istikşafları yapmış, gelecek askerin barınacağı yerleri hazırlamış, fakat hücuma kalkışmamıştı. Toplar bile gelişigüzel dağıtılmıştı. Süleyman, işte bu durumda adaya çıktı, yüz bir pare top atılarak selamlandı ve seraskerle karşılaşır karşılaşmaz fırkaların muhasara planına göre yer almaları emrini verdi. Bu plan icabınca Fransız ve Alman burçları karşısında Rumeli Beylerbeyi Ayas, İspanya ve Portekiz burçları önünde Üçüncü Vezir Ahmet, İngiliz burcuna muvazi vaziyette ve merkezde Serasker Mustafa Paşalar bulunacaktı. Sol cenahta Anadolu Beylerbeyi Kasım ve bu cenah solunda Sadrazam Piri Paşalar yer almakta olup karşılarına Provans ve İtalya burçları düşüyordu. Hünkârın otağı, serasker karargâhının arkasına düşen bir tepe üzerindeydi.
Türkler Alman burcuna yirmi bir, Sen Nikola kulesine yirmi iki topla ateş açacaklardı. İngiltere ve İspanya burçlarına karşı da her biri üç toptan mürekkep on dört batarya tabiye etmişlerdi. Şövalyeler, bütün ümitlerini Venedikli mühendis Gabriyel Martinengo’ya bağlamışlardı. Bu adam sanatında çok mahirdi, bir yığın ilmî projelerle Girit’ten Rodos’a gelmişti. O asırda Türklerin lağım yürütmekte ve yer altı yoluyla kale devirmekte büyük bir şöhreti vardı. Gabriyel Martinengo, işte bu şöhreti kendi zulmünce köreltecek bir alet keşfetmişti, onu Rodos savaşlarında tecrübe etmek istiyordu.
Bu mühendisten sonra şövalyelerin bel bağladıkları askerî zekâlar Topçu Generali Guyot de Marselle ve Alemdar Hanri Mauselle’ydi. Onları mitolojik devirlerin yarı ilah tanrıları gibi tabiattan üstün kudret sahibi tanıyorlardı ve kendileri de Türkleri denize dökmeyi taahhüt etmiş bulunuyorlardı.
Türk ordusu ne topa ne mancınığa bel bağlamıştı. Bunların muhasarada gerekli olduğunu bilmekle beraber bütün güvençleri kendi nefislerindeydi. Her nefer, gülleye karşı göğüs gerebilen duvarların da sırası gelince aşılacağına emindi. Onun için palalarını, yatağanlarını, kılıçlarını, baltalarını bilemişlerdi, metrislere yan gelip uzanmışlardı, hücum emrini bekliyorlardı.
Sultan Süleyman, harp fenni dairesinde hareket olunmasını kumandanlara bırakmış ve kaledeki casuslarla temas çareleri aramaya da Hasodabaşı İbrahim’i memur etmişti. Kendisi, hâkim bir noktaya kurulmuş olan otağından metrisleri, top yerlerini ve bilhassa kaleyi temaşayla vakit geçiriyordu.
En çok meşgul olduğu yer, kaleydi. O sıra sıra duvarlar, o yüce yüce burçlar, o dizi dizi hendekler, kendisine varılması, ulaşılması ve kazanılması güç bir kadın kalbi gibi karışık, derin, geniş ve korkunç görünüyordu. Bununla beraber ordusunun şu kaleyi devireceğine imanı vardı. Bu iman ona, herhangi mağrur, lakayıt ve hırçın bir kadın kalbinin de er geç elde edileceğine itimat telkin ediyordu.
İlk ateş emrini verdiği dakikada bütün ömrünce unutamayacağını sandığı bir heyecan duymuştu. Topların ağzından kızıl bir fırlayışla çıkıp dumanlı bir uçuşla burçlara doğru süzülen güllelerde, ateş kesilmiş gönül dileklerinin ahlara, oflara sarılarak kayıtsız güzellerin taş gibi ruhsuz yüreklerine çarpmasını andıran bir hâlet seziyor ve için için titriyordu. Aşk kabul etmeyen bir kadın yüreği gibi hain bir durum taşıyan kaleyi bazen kendi eliyle yumruklamak hevesine kapılıyor ve o vakit otağında duramayarak metrisler arasına iniyordu.
İlk müsademeden sonra harp kızışmıştı, top düellosu cehennemi bir şiddet almıştı. Rodoslular gerçekten iyi nişan alıyorlardı, Türk siperlerini altüst ediyorlardı. Süleyman, aşk tecellilerine timsal olarak kabul ettiği bu mübarezede kendi lehine hızlı bir inkişaf vukua gelmemesinden dolayı sinirlendiğinden sık sık vezirleri azarlıyor, hücum imkânlannı çarçabuk yarattırmak için korkunç titizlikler gösteriyordu.
Onun boyuna sarf ettiği sert sözlerden Hasodabaşı İbrahim de bol bol hisse alıyordu. Herif, İstanbul’a bir ayak önce dönmek isteyen efendisinin teveccühünü kaybetmemek için geceyi gündüzüne katıyordu, kaledeki casuslarla münasebet tesisine savaşıyordu. Evvelce kararlaşmış parolalara, işaretlere rağmen bu iş kolaylıkla yapılamadığından İbrahim’in telaşı, Süleyman’ın da titizliği artıp duruyordu.
Nihayet bir gün kaleden ilk dost selamı alındı. Hekim Salamon Sen Jan Kilisesi’nin çan kalesinden top ateşlerini daha müessir bir sıhhatle idareye medar olacak işaretler vermeye başladı. Almaral da, Sultan Süleyman’a bir kadın göndermek yolunu buldu ve müdafaa planlarının sakat taraflarını bildirdi. Ufak tefek çarpışmalarda, kaledekilerin ara sıra sınamaya yeltendikleri çıkış hareketlerinde ele geçirilen esirlerden alınan haberler de casusların temin ettiği bilgiyi kuvvetlendirdiğinden muharebe şekli şövalyelerin aleyhine olarak değişmeye başladı. Bu değişikliğin ilk eseri, Rodoslularca yüz batarya toptan daha kıymetli tutulan Mühendis Gabriyel Martinengo’nun vurulması oldu. Casusların verdikleri haberle onun hangi mazgal deliğine gözünü dayayarak top ateşini idare ettiği öğrenildiğinden nişancı bir Türk neferi eliyle o deliğe yağlı bir kurşun yollamış ve mühendis tam gözünden vurularak öldürülmüştü.
İcat ettiği hassas davullarla Türklerin yeraltından yürüttükleri lâğımları kolaylıkla keşfeden zeki ve cesur mühendisin ölümü şövalyelerin gözlerini açtı ve kale içinde casus bulunup bulunmadığı aranılmaya başlandı. Hekim Salamon’un böyle bir kuşkulanma ve uyanma vukusundan haberi yoktu, yine çan kulesinden işaretler vermeye devam ediyordu. Bir gün bu vazifeyi daha cesur bir şekilde yapmak istedi, bir oka mektup sararak Türk siperlerine atmaya kalkıştı ve yakalandı.
Üstadıazam ve bütün şövalyeler, Türk zaferine kılavuzluk etmeye çalışan Yahudi’yi didik didik didiklemek istiyorlardı. Fakat suç ortaklarını meydana çıkarmak için teenni gösteriyorlar, herifi ağır işkencelere sokup söyletmeye çalışıyorlardı. Salamon, casusluk yaparken gösterdiği cesareti işkence çekerken gösteremezdi, Almaral’ı ele verdi ve onunla birlikte parçalandı.
Her iki mahkûm, kendilerini baştan çıkarmış olan Rum kızının adını dile almamışlardı. Bu sebeple casusluk yine devam edebilirdi, lakin bir hadise bu imkânı da ortadan kaldırdı.
Pek garip ve o nispette de acıklı olduğu için izah edeceğiz; bu Rum kızı, malum olduğu üzere, gemi süvarilerinden Kara Mahmut’a âşıktı. Rodos’un sükûtuyla beraber onunla evlenmek hülyasını taşıyordu. Kara Mahmut ise, Hekim Salamon’la Almaral’ın parçalandıkları sırada, Poskopya Adası’ndaki Illık Hisarı’nı zapta memur edilmişti. Yiğit denizci, mert bir hamleyle vazifesini yaptı, Illık Kalesi’ni ele geçirdi, lakin yaralanıp öldü. Üstadıazam, bütün şövalyeleri ve halkın ileri gelenlerini Elemonitra Kilisesi’ne toplayarak casusların nasıl ele geçirildiğini, nasıl cezalandırıldığını tebliğ ederken Piskopya Adası’nın Türkler tarafından zapt olunduğunu da söylemiş ve nutkunu şu kelimelerle bitirmişti:
“Piskopya düştü, fakat Kara Mahmut da düşürüldü. Bu adam Türklerce bin kaleye bedel tutulurdu. Demek ki biz küçük bir palankadan mahrum kaldık, Türkler bin kale kaybetti. O hâlde acınmayalım, sevinelim. Rodos elimizde kaldıkça Piskopyaların yine bizim demek olduğunu unutmayalım!”
Kara Mahmut’un âşığı olan Rum kızı da, metresliğini yaptığı İngiliz şövalyesiyle beraber bu toplantıda hazırdı. Üstadıazam’ın nutkunu dinliyordu. O, kendisine candan bağlı olduğu Kara Mahmut’un ölümünü duyunca çıldırayazdı, müthiş bir sinir buhranına tutuldu, ağlaya ağlaya ve çırpına çırpına evine geldi, aziz sevgilisinden yadigâr kalan iki çocuğunu kucakladı, “Sizin artık neyiniz kaldı?” diye kendilerini öpüp koklamaya koyuldu. Gözlerinde cinnet parlıyor, sözlerinde cinnet çınlıyordu.
Kadının kiliseden saçlarını yolarak çıkması, sokakları inleye inleye aşıp evine gitmesi şüphe değilse bile dikkat uyandıracak bir işti. Fakat kimsenin bu hâlle alakalanmasına vakit kalmadı, Türklerin İngiliz burcuna hücum ettikleri haberi kilisedekilerin akıllarını başlarından aldığından bu çıkış ve gidişi düşünen olmadı, herkes savaş yerine koştu.
Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesi de korku ve telaş içinde metresini unutmuştu, müdafaasına memur olduğu burca gitmişti. Orada vaziyeti kavramaya bile zaman bulamadan bir Türk kurşunu geldi, beynini parçaladı. Şimdi Rum kızı hem Kara Mahmut’tan, hem İngiliz şövalyesinden dul kalmış oluyordu. O, burçlardan sokaklara ve sokaklardan evlere yayılan felaket haberini alır almaz büsbütün fenalaştı, tam manasıyla delirdi, bir aşk gecesinde Kara Mahmut’un belinden alıp evinin bir köşesinde saklayageldiği hançeri yakaladı, iki çocuğunun kalbine soktu ve onların ölülerini bir yana bırakarak İngiliz burcuna koştu, kendini erkek tanıtmak fikriyle beyni parçalanmış âşığının mantosunu sırtına geçirdi, kılıcını eline aldı:
“Kara Mahmut’un diliyle konuşanların eliyle ölmek ve ona kavuşmak isterim!” diye haykırdı, burcun hendeklerinde pala sallayıp duran Türklerin arasına atıldı.
Bir lahza sonra o da ölmüştü. Fakat yere düştükten sonra saçlarının dağılıp açılması, hakiki hüviyetini meydana çıkardı ve Türk hücumunu sendeletti. Yiğit Türkler, bir kadının kendilerine saldırmış ve kendi palalarıyla ölüp gitmiş olmasını üzerinde durulacak bir mevzu gibi telakki etmişlerdi, hücumu bırakarak kadının cesedi etrafında kümelenmişlerdi, münakaşa yürütmeye koyulmuşlardı. Bu duruş, o gün için İngiliz burcunun kurtulmasına vesile teşkil etti ve âşığına kavuşmak emeliyle ölümü göze alan kadın, şövalyelere de hizmet etmiş oldu.16
Sultan Süleyman, tahakkuk etmiş bir zaferin elden kaçırıldığını görünce küplere binmişti, dört yanına ateş püskürmeye koyulmuştu. Kalenin günlerce, haftalarca, hatta aylarca düşmemesinde, kendi aşkının güçlüklerle karşılaşacağını temsil eden bir uğursuzluk seziyordu. Hürrem’in kalbiyle bu kale arasında bir benzerlik tevehhüm edegeldiği ve ateş hattında hep aşkını düşündüğü için İngiliz burcunun şövalyelere bağışlanmasını bir türlü hazmedemiyordu. Bu teessürle Rumeli Beylerbeyi Ayas Paşa’yı azlederek mahbese attı, donanmayı harp üzerinde müessir vaziyete sokamayan Yaylak Mustafa’yı bir kazığa bağlatıp kepazeye çevirdi, amiralliği Behram Bey’e verdi.
Fakat İngiliz burcu önünde öldürülen Rum kızının, ele geçmiş esirlerin sorguya çekilmesi suretiyle hüviyeti anlaşılınca o da hadiseyi tuhaf buldu, Ayas Paşa’yı yine yerine geçirdi, Yaylak Mustafa’yı da kazıktan çıkarttı. Yalnız eniştesini seraskerlikte bırakmadı, Mısır valisi yaparak adadan uzaklaştırdı, muhasarayı idare etmek mesuliyetini Üçüncü Vezir Ahmet Paşa’ya yükletti.
Hekim Salamon’un, Almaral’ın parçalanması, Kara Mahmut Reis’in ardınca denilecek kadar kısa bir zamanda Rum kızının ölüme kavuşması hünkârın kafasında bir kargaşalık yaratmıştı. Bütün bu hadiselerde kötülüğe istinat eden işlerin uğursuzluğunu gösteren bir işaret bulunuyordu. Düşüncelerini sevgili nedimine de açtı:
“Bak İbrahim!” dedi. “Casusluk edenler birer birer cezalarını görüyor ve onların yüzünden bize de zarar geliyor. Zaten casus dediğin gidiler haber verebiliyorlar ama kale veremiyorlar. Bunu şu sınayışla da anladık. Şimdi gayret bize düşüyor. Göreceksin ki casuslarımız varken başarılmayacak işler kolaylıkla yürüyecektir. Bu, kulağına küpe olsun. Bir daha casus yardımına bel bağlama. Onları kullan, fakat kuvvetine güvenme!”
Hünkârın görüşü doğruydu. Salamon’dan işaret, Almaral’dan haber beklemek kumandanları serbest hareket etmekten alıkoyuyordu. Kaleyle ordu arasındaki gizli münasebet kesilince vaziyet değişti ve harp, Türk’e yakışan ahengi buldu. Artık her gün bir burcun temeli Türk yumruğuyla sarsılıyor ve kalede barınmak imkânı gittikçe azalıyordu.
Bununla beraber hiçbir burç henüz düşürülmemişti, denizle güneşin çocuğu Rodos, bu muhasaradan da kurtulmak ümidini yine kuvvetle taşıyordu. İkinci Vezir Mustafa, kolayca zapt olunacağını söylediği adadan uzaklaştığı için padişahın sillesinden şerefini kurtarmış sayılabilirse de onunla fikir ortağı olan Kurtoğlu hünkârın gözü önünde bulunuyordu ve her saniye ölüme mahkûm edilmeyi bekleyip duruyordu.
Padişahın sabırsızlık yüzünden birçok hırçınlıklar göstermesi gerçekten umulabilirdi. Fakat onun ateş hatlarında dolaşırken de küllenmeyen aşkı bir yandan sabırsızlık doğursa bile öbür yandan ruhuna tahammül aşılıyordu. Çünkü kaleyi düşürmekle kudret ve şöhret bakımından Fatih Sultan Mehmet’i geçeceğine, Hürrem’in de kalbine hâkim olacağına kanaat besliyordu. Kaleyi düşürmek için ise densizlik, titizlik ve terslik değil, tedbir ve tahammül gerekti. O sebeple bazen sert, bazen mülayim davranıyordu. Gönül kıracak taşkınlıklardan uzak kalmaya çalışıyordu.
Yalnız mektup işinde son derece titizdi. Her gün İstanbul’a kâğıt yolluyordu ve her gün kâğıt bekliyordu. Anasının mektubu bir saat gecikse sinir buhranları başlıyor ve işte o vakit vezirlerin, yeniçeri ağasının, topçubaşının vaziyetleri güçleşiyordu.
Şurası muhakkak ki o, marazi denilebilecek bir ısrarla halketmeye muvaffak olduğu “sabit fikir”i artık mantıki muhakemelerle makul bir şekle de sokmuştu. Hürrem’e tasarruf etmek her zaman elindeyken suni bir hicrana katlanması zevke kanıksamış bir kalbin kaprisi sayılabilirdi. Kaprisler, biraz aşermeyi andırır ve ekseriya “gayritabii” olur. Fakat Süleyman, yarı vehmî, yarı suni olan aşkını şimdi mantığa da istinat ettirmek yolunu bulmuştu.
Ona bu imkânı veren Kara Mahmut’un aşkına kendini ve iki çocuğunu feda etmiş olan kadındı. Süleyman, Hekim Salamon gibi, Kançılar Almaral gibi bir casus olduğu için bu kadının da ölümüne ilkin o kadar alaka göstermemişti. Fakat gün geçtikçe telakkisi değişti ve bu macerada “aşkın kahir kudretini” görmeye başlayarak âdeta imrenir oldu. Artık açıkça görülüyordu ki kendisinin de istediği, aradığı aşk, böyle ölümü yerinde nimet saydıracak bir bağlılıktır!
Süleyman suni olarak yaratıp yaşattığı aşkın nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu böylece anladıktan sonra Hürrem’i daha fazla sever olmuştu. Çünkü kendini Kara Mahmut Reis’ten aşağı görmüyordu ve onun bir anayı evlat katili yapacak ve bu katili güle güle ölüme koşturtacak kadar aşkta muvaffak olmasını kıskanıp aynı kudreti Hürrem üzerinde canlandırmak istiyordu. Genç tâcidarın düşünmediği, düşünemediği nokta, kaderdi. Acaba, perdeler arkasında boyuna hadiseler işleyen o gizli kuvvet, Osmanlı imparatorunun hayatına neler takdir ediyordu? Süleyman, bu ciheti hiç düşünmüyor ve Hürrem’e, her çılgınlığı kabul ettirecek bir aşk telkin edebilmek hülyasıyla nefsini her çılgınlığı kabule müsait bir vaziyete sokuyordu.
Bununla beraber yerinde kalbini kapamayı, gözünü açmayı, harp ve devlet işleriyle samimi surette alakalanmayı ihmal etmiyordu. O korkunç savaşlar, o cehennemi top ateşleri arasında bir gün bile divan kurdurmamazlık yapmamıştı. Sabah namazı kılınır kılınmaz divan, kendi gözü önünde, kurulur, imparatorluğun dört yanından gelen kâğıtlar okunur, mühim davalar görülür ve yığın yığın emirler verilirdi. Bu toplantıların birinde rüşvetçiliklerinden şikâyet olunan yirmi beş kadıyı birden azletmiş ve Piri Paşa’ya bu mürtekip adamları Kara Kadı gibi astırmadığının sebebini şu sözlerle izah etmişti:
“Dedem Yıldırım merhum, bütün kadıları yakmak isteyince mahkemeler için kâfiristandan papaz getirilmek lazım geleceği kendisine anlatılarak emri geri aldırılmıştı. Bana da böyle bir mülahaza sunmanızı istemedim, heriflerin ekmeklerini ellerinden alıp canlarını bağışladım.”
Süleyman, harp sırasında tenezzühten de geri kalmıyordu. Sık sık Saint Eremo bahçesine gidiyor, Hasodabaşı İbrahim’e orada saz çaldırıyordu. Cem Sultan’ın adını taşıyan mesireyi de birçok defa ziyaret etmiş ve onun Rodos’ta bulunan oğlunu yakalarsa bu bahçeye gömdürmeyi tasarlamıştı. Aynı zamanda bayındırlık işleriyle meşgul oluyordu. Şövalyeler, eski Rodos köyünü -taş taş üstünde kalmamacasına- yıkmışlardı. Süleyman bu harabeden Türk zevkini temsil edecek bir mamure çıkarılmasını istedi ve Defterdar Abdüsselam’ı memur ederek yapıya başlattı. Türk topları Rodos Kalesi’ni aman bilmez bir hırsla yıkarken Türk mimarları eski Rodos’u yeniden canlandırıyorlardı.
Uzun günler işte bu şekilde ve daimî savaşlarla geçip dururken bir yağmur afeti yüz gösterdi, metrislerde değil, çadırlarda bile barınmak imkânsızlaştı. Bütün ordu bu tatsız ıslaklığın uyandırdığı hoşnutsuzlukla homurdanıyordu. Yalnız Süleyman, gökten yağmur değil de katre katre nur yağıyormuş gibi sevinç içindeydi, ruhi bayramlar geçiriyordu. Çünkü anasından son gelen mektubun yanında: “Ayaklarınızı öperim.” kelimeleri vardı ve bunları Hürrem yazmıştı.
Ayağına bir taç kıymeti getiren bu sözler genç hükümdarı gerçekten sevinç delisine çevirmişti. Hürrem’in Türkçeyi okuyup yazacak kadar öğrenmiş olması zaten kendini mesut etmeye kâfiyken onun ilk selamını bir buseyle göndermesi içine enikonu sarhoşluk getirmişti. Hep o kelimeleri tekrar ediyor ve “Ayaklarınızı öperim.” diyen dudakların tadını bulmaya çalışarak boyuna mektubun o parçasını yüzüne, gözüne sürüyordu.
O gece teşrinisaninin sonuydu ve muharrem ayının onuncu günü akşamına tesadüf ediyordu. Orduya, anane mucibince aşure dağıtılmıştı. Şövalyeler de Sent Andre yortusunu kutlulamaya hazırlanıyorlardı, kilise çanlarını boyuna haykırtıyorlardı. Süleyman, fasılasız düşen yağmurda, kendi saadetini gülsuyuyla yıkayan ananevi bir alaka, çanların sesinde yine kendini, bilerek veya bilmeyerek, çağıran bir davet nidası sezdi. Hürrem’in selamını bir hamle işareti saydı ve bütün kumandanları otağına çağırarak umumi hücum emrini verdi:
“Artık…” diyordu. “Yeter. Düşmana insaf bu kadar olur. Onlar bizim yavaş davranmamızı galiba kudretsizliğimize veriyorlar. Yarın bu zan giderilmeli, kaleye ne pahasına olursa olsun girilmeli.”