
Полная версия
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
“Evet, define bulduk. Bulan da Gülhaneli Hüseyin. Bu delikanlı evvelki akşam bize geldi, geceyi bizde geçirdi. Delikanlı dediğime bakıp da bizim bakkalın çırağı gibi gözü çapaklı, çakşırı pasaklı bir şey sanma. Halis ay parçası!.. Onun bulunduğu odada geceleri mum yakmak günah. Çünkü oğlanın yüzünden nur dökülüyor. Ya sesi kardeş, ya sesi?.. O şarkı okurken insanın uçacağı geliyor!”
Komşu kadın bir kahkaha savurdu:
“Hay…” dedi. “Allah iyiliğini versin. Define bulduk deyince ben de inanmıştım, elinize birkaç avuç altın geçti sanmıştım. Meğer bu define bir çift süzgün gözle birkaç düzgün sözmüş. Eri atehlenmiş,18 erlikten çıkmış genç kadınlar için, böylesi delikanlılar da bir define sayılır amma bu kadar sevinmeye değmez. Çünkü güzellik yürek doyurur, karın doyurmaz.”
Seher de bir kahkaha patlattı:
“Ben Gülhaneli Hüseyin’in yüzünü de sesini de çok beğendiğim için methini yapıyorum. Yoksa define dediğim o değildir, koca bir bakır kazandır. Topraktan çıktı. İçi de tıklım tıklım altın dolu, elmas dolu!”
“Sahih mi kız?”
“Elbette sahih. İşim yok da sana yalan mı söyleyeceğim! İstersen örtün bize gel. Defineyi gözünle gör. Fakat boşboğazlık etme, bu sırrı erine bile söyleme. Ben seni kardeş saydığım için saklamadım, birden zengin oluverdiğimizi müjdeledim.”
Yosma eskisi merak içinde kaldığından Seher’i uzun bir sorguya çekti, definenin nasıl bulunduğunu ve Gülhaneli Hüseyin’le nasıl paylaşıldığını eksiksiz, gediksiz söyletti. Kara Süleyman’ın karısı, muhakemesiz bir gevezelikle olup biteni anlatırken sık sık fırsat düşürüyor, Hüseyin’in güzelliği üzerinde tevakkuf ederek yüreğini ferahlandırmaya çalışıyordu.
Komşu, bu gönül istitratlarının da sebebini kavradığından latifeye girişti:
“Ramazan içinde değiliz amma…” dedi. “Siz gök kapısının açıldığını görmüşsünüz, karı koca bütün dileklerinizi Rabbiteala’ya kabul ettirmişsiniz. Başka türlü hem sen hem kocan birer define sahibi olamazdınız.”
Seher, utanma taklidi yaptı, dudaklarını bükerek cevap verdi:
“Çok kötü yüreğin var kardeş. Sıkılmasan Gülhaneli Hüseyin’e gönül verdiğimi de söyleyeceksin.”
Öbürü omuzlarını silkti:
“Ben söylemiyorum, sen kendin anlatıp duruyorsun.”
“Ne anlatıyorum ki?”
“Hüseyin’e tutulduğunu!”
“Amma yaptın ha. Ağzımdan öyle bir söz çıktı mı?”
“Hüseyin dedikçe yüreğin dudaklarına geliyor. Daha ne diyecektin ki?”
“Tövbe estağfurullah, tövbe estağfurullah. Elin delikanlısından bana ne?”
“Kadını çileden çıkaranlar hep bu eloğullarıdır kızım. Boşuna inkâra sapma da ayağını tartılı atmaya bak. Sevda dediğin bir kızıl gömlektir. Ya kolundan ya boynundan bir ucu görünür!”
Ve Seher’in cevap vermesini beklemeden belini doğrulttu:
“Ateşte tencere var. Ben mutfağa ineyim, yemeği pişirip kotarayım. Sonra size gelirim, şu tatlı masalı bir daha dinlerim.”
Kafesi indirirken de ilave etti:
“Canlı defineni başka bir gün bana göstermelisin. Malum ya, ben insan sarrafıyım. Hele erkek takımının ayarını nefes alışlarından anlarım. Bakalım, sana geviş getirten Hüseyin Çelebi ne çeşit mal?.. Geçer akçe mi, yoksa kalp yaldız mı?”
***İki kadının konuşmalarını kelime kelime dinleyen mahalle bekçisi birbirini silip bozan ve birbirine hiç uymayan karışık duygular içinde bunaltılar geçiriyordu. Güzelliği dillerde gezen Seher’in sesi, rüyasız gecelerini kalın sopasının ucuna takarak sokaklarda süründürmeye mahkûm olan bu adamı iliğine kadar tatlı tatlı titretirken o sese, yabancı bir delikanlı sevgisinin karışması vaziyeti değiştirmiş ve neşeden sarhoşlayan bekçiyi, hiddetten kabına sığmaz bir hâle getirmişti.
Malları, canları gibi ırzları, namusları da kendi himayesine bırakılmış sandığı şu geniş mahallede evli bir kadının kötü hülyalar taşımasını düpedüz nefsine hakaret sayıyordu. Kocasının konuk diye getirdiği bir gencin güzelliğini konuya komşuya anlatmaktan çekinmeyen kadın, bu hareketiyle o hakareti katmerleştirmiş ve her türlü cezaya liyakat kazanmış oluyordu. Yaz ve kış uykusuz kalarak, çeşit çeşit sıkıntılara katlanarak kalın sopasının korkunç gürleyişi sayesinde rahata, emniyete ve sükûnete kavuşturduğu şu mıntıkada bir kadın fuhşa meyledemezdi ve herhangi bir erkek onun himaye ettiği evlere girerek gönül çalamazdı.
Seher, işte bu suçu işlemiş, Gülhaneli Hüseyin işte bu günahı irtikâp eylemişti. Vazifesinin geniş hudutlarını kavradığı kadar, o hudutlara bağlı haklarını da gurur ile idrak etmekten geri kalmayan bir bekçi için, bu durumu müsamaha ile geçiştirmek mümkün değildi. Mutlaka ve mutlaka bir şeyler yapmak, memnu aşklara temayül gösteren bu günahkârları vakit geçirmeden cezalandırmak lazımdı.
Eğer define meselesi olmasa mahalle bekçisi, sopasını koltuklayıp Kara Süleyman Ağa’yı bulacaktı ve kulağına çarpan çirkin hakikatleri ona anlatarak Seher’le sevgilisi hakkında baskın tertibi yahut kadının mufassal bir dayak atılarak evden kovulması, erkeğin de bir tuzağa düşürülüp memnu aşklara tövbe edecek vaziyete getirilmesi gibi işler yaptıracaktı.
Fakat ayrıca bir suç teşkil eden define işinde Kara Süleyman o iki aşk günahkârıyla ortaktı. Bekçinin düşüncesine göre, bulunan defineyi hemen hükûmete haber vermek gerekti. Kara Süleyman’la suç ortakları ise bu gereği yerine getirmek şöyle dursun, kendisine bile haber ve… hisse vermemişlerdi. Şu hâlde Kara Süleyman’ı da cezalandırmak bir hak ve bir haysiyet meselesi oluyordu.
Bekçi işte bu mülahazalarla kararını verdi, kalın yumruklarını Seher’in evine doğru uzattı.
“Sana…” dedi. “Gününü gösteririm! Canlı define, cansız define nidüğün belletirim. Kocana da bu iş us pahası olsun. Bir dahi evine delikanlı getirmeye tövbe etsin.”
Kararı kati idi. Azmi yaman görünüyordu. Bununla beraber ayakları köstekli gibiydi, sendeleyerek yürüyordu. Çünkü Seher’in sesinden aldığı tat, bal şerbeti içmiş gibi, içine ezinti veriyordu. Kadın, herhangi bir ilham ile o sırada pencereden görünse ve o şerbetten kulaklarına bir nebze daha dökse tasarladığı işten belki vazgeçecekti.
Bu ilham vaki olmadı. Seher’in sesi onun ardına düşmedi ve mukadderat -bir bekçinin iradesine takılarak- yürüdü. O basit adam, çok mühim hadiselerin temelini kurmak vazifesini omuzladığından tamamıyla bihaber, İstanbul yolunu tutmuştu. Ara sıra Seher’in sesini yüreğinin derinliklerinde canlandırarak cezbeleniyor ve bu cezbe sırasında vicdanının muvazenesizliğini şu sözlerle kayıkçıya hissettiriyordu:
“Kelle götürmüyoruz hemşehri. Yavaş çek!”
“Geri dön” diyemediği için “yavaş çek” diyordu. Seher’in sesi billur bir zincir gibi onun benliğini geri çekiyordu. Lakin o sese sarılı bir genç çehre de aynı benliği ileriye itiyordu.
Bu tereddütler, bu iç kargaşalıkları İstanbul’a varıncaya kadar devam etti. Fakat karaya adım atar atmaz bekçinin durumu değişti, gözleri parladı, yüzü sertleşti, adımları kuvvetlendi ve herif, tasarladığı plana göre, hareket ederek Gülhane’ye gidip Hüseyin’i buldu.
“Oğul!” dedi. “Ardıma düş. Seni defterdar efendi ister!”
Mahalle bekçisi gibi değil, bir saray uşağı veya Babıali hizmetkârı gibi davranıyordu. Çünkü katlandığı zahmetin ücretini bolca almak için buna lüzum görüyordu. Hüseyin, dünya işlerine karşı cahil olduğundan ve define meselesinin heyecanından da henüz kurtulamadığından önüne dikilen meçhul kimsenin amir vaziyetine kapıldı, masum bir uysallıkla boyun kırdı.
“Peki ağa.” dedi. “Gidelim.”
O devirde maliye vekillerine defterdar deniliyordu ve devlet erkânından bulunan defterdarlar, Topkapı Sarayı’nın Ayasofya yanındaki kapısından girilince sağa tesadüf eden büyük bir binada iş görürlerdi.
Hazine denilen vezne de o kapının üstündeydi.19 Bekçi, önemli bir suç sahibi olarak -kendi dileği ve kararı ile- yakaladığı Hüseyin’i işte o daireye götürdü, Defterdar Tahir Efendi’nin huzuruna çıkardı.
“Efendim!” dedi. “Eski Baştebdil Kara Süleyman’ın evinden bir define çıktı. Ev sahibiyle şu delikanlı arasında paylaşıldı. Ben işi bugün duydum, hemen İstanbul’a geçip genç suçluyu yakaladım. Ferman senindir.”
Parasızlıktan ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bulunan defterdar efendi bu haberi duyar duymaz şahlandı, “Berhudar ol oğlum!” diye bekçiyi dille okşadıktan sonra Gülhaneli Hüseyin’i sorguya çekti, vakıayı başından sonuna kadar söyletti.
Delikanlı, özü ve sözü doğru bir insan gibi davranmıştı, tehdide veya işkenceye mahal bırakmadan her şeyi apaçık söylemişti. Hükûmetin bu işe niçin karıştığını takdir edemiyordu. Seher’e bağışladığı servetin tehlikede bulunduğunu kavrayamıyordu. Yalnız yaradılışının ibramına uyarak samimi konuşuyordu. Tahir Efendi bu mertçe harekete meftun olduğundan Hüseyin’in koynundan çıkararak teslim ettiği üç bin kuruşu almadı.
“Bu…” dedi. “Senin hakkındır. Güle güle harcet. Biz kendi hakkımızı Kara Süleyman’dan alırız.”
Ve başbakı kulunu20 çağırtarak emir verdi:
“Tiz, Üsküdar’a geç. Şu bekçinin sana göstereceği adamı bul. Hık mık demesine meydan verme. Topraktan çıkardığı defineyi elinden al, buraya getir!”
İki saat sonra Kara Süleyman çalyaka edilerek Üsküdar mahkemesine getirilmişti. Başbakı kulunun önünde uzun uzun isticvap ediliyordu. O, felaketin nereden geldiğini kavrayamadığı ve Gülhaneli Hüseyin’in ele geçip her şeyi açığa koyduğunu da bilmediği için tegafül21 yolunu tutmuştu, hakikati boyuna inkâr ediyordu. Fakat bekçi ortaya getirilerek duyduğu muhavere22 hikâye ettirilince ve hele Hüseyin’le yüzleştirilince sarsıldı, derin ve ızdıraplı bir hayret içinde yutkunmaya koyuldu. O iki şahit kendisini pek müşkül bir duruma düşürmüşlerdi. Bununla beraber para hırsından aldığı kuvvetle gene inadında ısrar etti.
“Bunlar…” dedi. “Yalan söylüyorlar. Ben ne define buldum ne hazine! İsterseniz evimi arayın. Kendi paramdan gayri bir nesne bulursanız ananızın sütü gibi helal olsun.”
Başbakı kulu kötü kötü güldü:
“Evini arayacağız, gerekli görürsek temelini bile kazacağız. Lakin sana düşen doğruyu söylemektir, bizi yormamaktır. Gel, insaf et, beytülmalin hakkını gene beytülmale ver. Mümkün ki, defterdar efendi merhamet buyurur, sana defineden bir hisse verir. Eğer inadından dönmezsen büsbütün sıfrül’yed (eli boş) kalırsın.”
Kara Süleyman, koca bir defineyi kuru bir yaygara ile elden çıkarmaya yanaşmadığından başbakı kulu dört beş muhzırla23 kendi muavinlerinden birini eve yolladı, Gülhaneli Hüseyin’in delaletiyle bakır kavanozun çıktığı yeri keşfettirdi ve Kara Süleyman’ı yeni baştan sıkıştırdı. Şimdi vaziyet büsbütün ciddileşmişti, araya işkence girmesi ihtimali de yüz göstermişti. Bu sebeple adamcağız bahtına boyun eğdi, içi yana yana ve gözleri sulana sulana hakikati söyledi:
“Evet, bir define bulduk. Lakin bulduğumuz mal benim için helaldir. Çünkü bahçemden çıkmıştır. Tanrı armağanıdır. Defterdar efendinin ona el koymaya hakkı yoktur. Eğer definemi gasp ederseniz şevketlu hünkâra arzuhâl sunup adalet isterim; başınıza felaket getiririm.”
Bu sorgular, bu çekişmeler ve Kara Süleyman’ın evinde yapılan incelemeler sırasında Gülhaneli Hüseyin’in idraki derece derece aydınlandığından o da azap ve ızdırap duyuyordu. Çünkü kim olduklarını ve nasıl bir hakla şunun bunun malına el uzattıklarını kestiremediği maliyecilerin Kara Süleyman’dan bir define gasp etmekle kalmayıp Seher’in süsünü, neşesini, belki gözündeki tebessümleri çalmak üzere bulunduklarını anlıyordu.
Definenin çıktığı yeri tespit için eve gittikleri sırada Seher’in sesini duymuş ve evden ayrılırken mutfak kapısı aralığından onun kendisini uzun bir bakışla kucakladığını görüp bahtiyar olmuştu. Şimdi o sese bulaşacak elemi düşünerek üzülüyor, başbakı kuluna karşı isyan etmek istiyordu.
Fakat azabı içinde, ızdırabı içinde kaldı. Ağzını açıp tek bir kelime söyleyemedi. Hatta “define” diye anılan servet, Kara Süleyman’ın evinden -gene mahut kavanoza doldurularak- mahkemeye, oradan da İstanbul’a taşınırken aklını kaybetmek derecelerine gelmiş olan eski baştebdil zavallısını teselli bile edemedi, başını göğsüne eğerek ve artık gamlı bir simaya bürülü imiş gibi tahayyül etmeye başladığı Seher’i mahcup bir vicdanla seyre dalarak Üsküdar’dan uzaklaştı. Damarlarında dolaşan kanın her katresini bir yakut tanesi yaparak, genç ömrünün her saniyesini bir elmas parçasına çevirerek Seher’e sunmak ve onun kaybettiği servetle şetareti bu suretle geri getirmek istiyordu. Lakin dileğinin neticesiz bir hayal olduğunu düşününce iliğine kadar melale kapılıyordu, avare avare sokakları aşıyordu.24
Kara Süleyman, dağbaşında soyulmuş bir adam şaşkınlığı geçiriyordu. Gerçi çakşırı üstünde, saltası sırtında, külahı başındaydı. Fakat çıplak, tamamıyla çıplak kalmış gibi titretici bir hayretle Üsküdar mahkemesi önünde sendeleyip duruyordu. İstanbul’a götürülen hazinede ömrünün insafsızca yüzülmüş derisine sarılı saadetini metfun görüyor ve kendisini derisiz bir et kütlesine benzeterek acip illüzyonlara kapılıyordu.
Neden sonra aklını biraz başına devşirebildi, olup biten işleri nispi bir soğukkanlılıkla muhakemeye girişti ve kendini bedbaht eden şu umulmaz hadiseye karısının sebep olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ne bekçi ne Hüseyin bu işte mesul olamazlardı. Aile saadetinin temeli demek olan bir sırrı -gafil bir boşboğazlıkla- komşusuna söyleyen Seher’den başka yakasına yapışabilecek ortada bir suçlu yoktu.
Fakat o da bir başka hazineydi. Defterdar kapısına götürülen definenin on mislini feda etmek suretiyle bile Seher ayarında bir güzellik hazinesi elde etmek -hele altmışından sonra- mümkün değildi. Kızgınlığa, ümitsizliğe kapılarak onu da elden çıkarırsa ömrünün son günleri, şüphe yok, büsbütün yetim ve yoksul kalacaktı. O hâlde şimdilik “kazaya rıza” demek, Seher’i incitmemek ve münasip kapılara başvura vura mahut defineden bir hisse koparmaya çalışmak gerekti.
Kara Süleyman, ruhunun en duygulu noktasından aldığı yaraya bu mülahazayı merhem yaptı. Sersem ve muzdarip evine geldi. Uçup giden definenin matemiyle bir anda tulu ve bir anda gurup eden Hüseyin’in hicranını birbirine karıştırarak ağlamakta bulunan karısının karşısına dikildi.
“Düşün…” dedi. “Dosdoğru çıktı, işte define de uçtu. Sen henüz uçmuyorsan, ben de yerimde duruyorsam kanatsız kalışımızdandır. Koca bir hazine kaybettik. Tüyü yolunmuş tavuklara döndük. Bu felaketin biricik sebebi, senin boşboğazlığındır. Kadın ağzında bakla ıslanmaz, diyenlerin hakkı varmış. Bir define verip o sözün gerçekliğini öğrendik. Fakat iki el bir baş içindir, sözü de doğrudur. Er olan hakkını korumalıdır. Ben de her taşa başvuracağım, definemizi kurtarmaya çalışacağım. Sen dul Emine’yi çağır. Kendine can yoldaşı yap, ben İstanbul’dan dönünceye kadar onunla bile otur.”
Duman olup uçan servetini bir Hızır bularak onun delaletiyle yakalamak ihtiyacı önünde, altın kıymetli karısının gümüş vücudundan birkaç gece uzak kalmaya rıza gösteriyordu. Seher de yatağını harharalı bir soğuktan iki üç gece olsun kurtararak yerine Hüseyin adlı bir bahar sabahının hayalini geniş geniş yaratmak iştiyakıyla bu kararı -saklamaya lüzum görmediği yahut muktedir olamadığı bir tehalük içinde- teşvik ediyordu.
Bununla beraber karı kocanın ayrılışı kolay olmadı. Kara Süleyman, garip bir pressentiment (hissikablelvuku) ile şu ayrılıştan uğursuzluk sezinsiyordu, “Gidip gelmemek, gelip görmemek var!” demek ister gibi davranıp boyuna manasız kelimeler geveliyordu. Seher, hep o bahar sabahını kuruntuladığından kocasının ayak sürümesine için için kızıyordu. Veda sahnesi nihayet sona erdi. Kara Süleyman, harap olmuş ümitlerimin iniltisini karısının dudaklarında uzun uzun besteledi. Seher de Hüseyin’in hasretini bu soğuk busede boşuna arayarak gene uzun uzun inledi ve iki eş ayrıldı.
Seher, evinden bir kâbus uzaklaşmış gibi, tatlı bir inşirah duyuyordu. Hüseyin’i tanımazdan önce kendisine hiçbir hususi mana ifade etmeyen şu yalnızlıkta şimdi renk buluyor, ses buluyor ve neşe buluyordu. Ev, o ıssız ev, tavanından temeline kadar sanki nurla, nağme ile doluydu. Nereye baksa Hüseyin’in ışığını görüyor, Hüseyin’in sesini duyuyordu. Elinden çıkıp giden altınların, elmasların elemi de bu ziya ve sada tufanı içinde silinip uçmuştu. Yüreğindeki elmas hayal, ruhundaki yakut alev, dimağındaki incili hülya, o kaybolan serveti bol bol telafi ediyordu.
Fakat konuşmak, içindeki ateşi kelimeleştirip açığa dökmek ihtiyacından kendini bir türlü kurtaramıyordu. Bunun için bir muhatap, samimi bir kulak aradı. Emekli yosmaya, mahut komşuya kızgındı. Kocasının, can yoldaşı diye tavsiye ettiği dul Emine’yi de böyle bir mahremiyete layık görmüyordu. Uzun bir mülahazadan sonra kendi aşkını, kendi ihtiraslarını, kendi hülyalarını gene kendine anlatmayı muvafık buldu, aynanın karşısına geçti, deli deli söylenmeye koyuldu:
“Dinle Seher!” diyordu. “Sana sevdalanmanın ne olduğunu anlatıyım: Sevda, çıplak bir yüreğe lahuri şal örtmek demektir. Sevda, durmuş kanı dalgalandırmak demektir. Sevda, yerde sürünürken kanatlanıvermek demektir. Sevda, kısırların, ansızın doğurması demektir. Sevda, yoksulluktan zenginliğe geçmek demektir.”
Bu sözlerin, içindeki şevki, şetareti, sevinci ifade edemediğini anlayarak bağırıyordu:
“Sevda, Gülhaneli Hüseyin demektir! Onu biliyorsun, tanıyorsun, değil mi?.. O hâlde ne bön bön bakınıyorsun. Gülsene, oynasana, sıçrasana alık!”
Gerçekten oynuyordu da. Gözlerini sık sık aynaya çevirerek belinin bükülüşünü, kalçalarının titreyişini, gözlerinin süzülüşünü kontrol ediyor ve kulaklarında Hüseyin’in sesini canlandırarak cezbeden vecde, çeşitten çeşide geçe geçe ruhunun ateşini topuklarında yarattığı rüzgârla yelpazeliyordu.
Bir aralık kendi güzelliğini Hüseyin’ine seyrettirmek hevesine kapıldı, onu aynanın ortasına yerleştirerek saçlarını dağıttı, göğsünü çözdü, kollarını çıplaklaştırdı:
“Nasıl?..” dedi. “Beğeniyor musun? Sana layık mıyım? Yoksa etim fazla mı, yağım çok mu?.. Şu ‘ben’ hoşuna gitmiyor mu? Şu çene çukuru fena mı?”
Lakin çılgın muhayyilesinden aynaya aksettirdiği hayale dudaklarını uzattığı vakit aklı başına geldi, gamlı gamlı güldü.
“Çocukluk!” dedi. “Ayakta rüya görüyorum. Hüseyin bu hâlimi görse belinler, bana deli der.”
Bu uyanıklık ona tatsız geliyordu. Kendini avutmak için iş arıyordu. Odada kasnak vardı, gergef vardı, öreke vardı. Fakat bunlarla oyalanmak istemiyordu. Mutfağa inmekten âdeta iğreniyordu. Nihayet saatlerini tatlı tatlı eritecek meşgaleyi buldu, Hüseyin’in yattığı yatağı çıkardı, yere serdi ve ayna önündeki dardağan kılıkla içine uzandı, birçok şeyler düşüne düşüne uykuya daldı.
Gözünü açtığı zaman, koca bir gecenin geçtiğini, yeni bir günün başladığını gördü. Karnı aç, yüreği toktu. Hülya ve rüya, o deli gönlü doyurmuş gibiydi. Fakat biraz sonra mide ile kalbin vaziyeti birleşti ve âşık kadın muhtasar bir kahvaltı ile midesini hoşnut ederken eski hülyalarına dönerek yüreğine de mufassal bir ziyafet çekmek yolunu buluyordu.
Lakin içinde delice bir dilek vardı: Kendini gelin, yeni bir gelin yerine koyduğundan ve bu vehmî sıfatla alevli heyecanlar geçirdiğinden hamama gitmek istiyordu. O, yaşlı ve bacakları sızılı kocasından benliğine bulaştığını kuruntuladığı kirlerden kurtulmak için sık sık hamama giderdi. Şimdi boyuna devam edecek olan hayalî zifaf sahnelerinde Hüseyin’ine karşı temiz bulunmak kaygısıyla aynı ihtiyacı duyuyordu.
Hamam, o devirlerde bir eğlence âlemiydi. Yarı mahpus hayatı geçiren eski kadınlar, ancak hamamlarda hür bir hava teneffüs ederler ve göbek taşlarında, kurna başlarında diledikleri gibi soyunup dökünerek eğlenirlerdi.
Bu eğlenceler, daima “dört başı mamur” denilecek bir biçimde yapılırdı. Çünkü hamamlarda her şey, kahveden saza ve raksa kadar her şey, bulunurdu. Yemeklerini -tabak tabak ve hatta lenger lenger- birlikte getiren zevk öksüzü kadınlar göbek taşlarını ilkin lokanta salonuna çevirirler ve sonsuz bir iştiha ile yalancı dolma, börek, baklava yiyip karınlarını alabildiğine şişirirlerdi.
Nemli birer ibrişim çilesi hâline gelerek tatlı bir dardağanlıkla kıvrılıp bükülmesi, renk renk saçların boy boy bedenler üzerinde ve ince dokunmuş ipek örtülerin iltizami müsamahalarla yavaş yavaş küçülüp mendilleşmesi ter içinde, duman içinde kurulan bu çıplak sofraya biraz cinnet çeşnisi katar gibiydi.
Kadınlar bu müphem delilik havasına kahkahadan örülme pencerelerden ciğerlerini açarlar ve birbirlerinin benlerini sayarak, saçlarını ölçerek, yağlarını tartarak boyuna lokma atıştırırlardı.
Yemekten sonra sıra içmeye gelirdi. O vakit ana kadın denilen hamam sahibinin mahir işaretiyle harekete geçen natırlar,25 yüksek topuklu nalınlarına besteli bir ahenk çize çize göbek taşı etrafında hizmet raksına girişirler, büyük tepsilere dizili fincanlarla, bardaklarla çıplak müşterilere kahve, şerbet ve ayran verirlerdi.
Hamamlarda zümre farkı hem vardı hem yoktu. Bu fark, kadınların kulaklarında, bileklerinde, topuklarında pırıldayan küpelerden, gerdanlıklardan, bileziklerden, halkalardan sezilebilirdi. Lakin her kadın, yeni doğmuş bir mahluk durumunda olduğu için bütün kurnadaşlarıyla eşit gibi görünürdü. Birinin öbürüne tahakküm etmesi veya etmek istemesi çok seyrek görünür hadiselerden olup böyle bir densizlik vukusunda bütün hamam halkı, o mütecaviz kadını kahkaha sağanağına tutardı.
Bununla beraber hamamlarda servet teşhir etmek âdet hâlindeydi. Zengin kadınlar, en kıymetli taşlarını göbek taşında pırıldatırlar ve en iyi elbiselerini hamamda giyinmek için yaptırırlardı. Lakin kadın gözü elmastan ziyade ete kıymet verdiğinden güzel vücutlar parlak süslerden çok daha ziyade haset uyandırırdı.
Natırlar ve hamamlarda daima hazır bulunan hanendeler, bu hakikati kavramış olduklarından, daha doğrusu kadın olmak dolayısıyla aynı hakikate meclup26 bulunduklarından terennüm ve raks arasında seslerinin tebessümünü, kıvrılıp bükülüşlerindeki heyecanı tercihen güzel gözlere, mütenasip vücutlara dökerlerdi.
Hamamlarda küçük mikyasta orta oyunu da oynanırdı. Bu oyunları erkeklerinkinden ayırt ettiren nokta, kadının erkek rolü almasıdır. Malum olduğu üzere, umumi orta oyunlarında erkekler, zenne adı altında kadın rolü yaparlar. Hamamlarda bunun tersi yapılarak kadınlar erkek kılığına girerlerdi. Fakat sade bir peştamala bürünerek erkek rolü yapan kadınların teşahhus ettirilmesi için, bir hayli gülünç külfete katlanmak lazım gelirdi ve bıyık takmak, erkeğimsi kâkül sarkıtmak gibi tamamıyla müşahhas olan bu külfetler -oyunun mevzusundan belki yüz kat fazla- neşe uyandırırdı.
Seher, işte böyle bir âlemin kucağına atılmak istiyordu. Hamamda göreceği bütün kadınlarla kendisini mukayese edecek, onlardan birinde herhangi bir surette üstünlük bulursa noksanını telafi için çareler bulmayı düşünecekti. Fakat bir mülahaza neşesini bozuyordu: Hamam dönüşü kocasıyla birleşmek!.. Kara Süleyman, birkaç gün eve gelmemek ihtimalini ileri sürmüşse de bu ihtimal suya düşebilirdi. O zaman Hüseyin’in şerefine yapılan itinalı temizlik heder olup gidecekti.
Seher, bu acıklı akıbetten korunmak, benliğini hayalindeki sevda tosununa tertemiz sunmak için bir yol aradı ve yalandan hastalanmayı tasarladı. Evet. Hamam dönüşünde kocasını eve gelmiş bulursa hasta olduğunu söyleyecekti, Hüseyin’in hayalini kocasının sızılı bacaklarına çiğnetmeyecekti.
Seher, bu kararı aldıktan sonra bohçasını hazırladı, en şık elbisesini giydi, altın halhallarını gümüş topuklarına taktı, büyük hamama gitti.27
Yolda, Hüseyin’le sanki yan yana yürüyormuş yahut topuklarını onun gölgesi okşuyormuş gibi heyecanlanıyordu. Hamamda da gene onun eliyle peçesi alınıyor, yeleği çıkarılıyormuş gibi, mahzuz istiğraklar geçirdi ve sevgilisinin mermer kucağına atıldığını kuruntulayarak göbek taşına yığılıp uzandı.
Yiyenleri, içenleri, gülüşüp şakalaşanları, birbirlerine tas tas soğuk su dökenleri ve birbirlerinin örtülerini kapıp kaçanları dalgın dalgın seyrederken hamamın buğuları arasında Hüseyin’in uçtuğunu tevehhüm ediyordu ve garip bir kıskançlıkla bütün kadınları koyu dumandan bir örtüye sararak görünmez hâle koymak istiyordu.
Fakat güzelliğine güveni yerindeydi. Ne şişman ne zayıf, ne esmer ne beyaz, hiçbir kadın vücudu o güveni sarsamıyordu. Orada, o göbek taşında, kendini insanlar arasına karışmış bir peri sanarak gurura kapılıyordu.
Hakkı da vardı. O an için gerçekten bir peri güzelliği taşıyordu. Sayıları yüzü aşan ve bütün kadınlık cazibeleri açıkta bulunan şu renk renk ve çeşit çeşit mahluklardan hiçbiri -bilhassa manalı, edalı, hareketli olmak bakımından- onunla boy ölçüşemezdi. Çünkü âşıktı ve çirkinleri güzelleştiren aşk, bu mümtaz kadın simasına, bu müstesna kadın endamına bambaşka bir cazibe veriyordu.
Bu üstünlüğünü, bu herkesten güzel olmak bahtiyarlığını Hüseyin’e -kendi dileğine göre- seyrettirip tattıramadığından ötürü de mahzundu. Derece derece artan sevimli bir dalgınlık içinde hüznüne şifa arıyordu.
Bir aralık hatırına natırlardan birine başvurmak geldi. O devirlerde bohçacı adı verilen ayak satıcısı kadınlardan çoğu aşk müvezziliği yaptığı gibi, natırlardan bir kısmı da itiraf olunamayan aşkları ustalıkla açığa vurdurarak sevdalı kadınlara vuslat yolu gösterirlerdi. Seher, işte bunlardan birine dert yanmak ve onun kılavuzluğuyla Hüseyin’i bulmak istiyordu.