bannerbannerbanner
Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap

Полная версия

Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap

текст

0

0
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
9 из 9

Kitaplarına bakılacak olursa Bergotte, çocuklarını kaybetmiş ve asla teselli bulamamış, güçsüz, buruk bir ihtiyar olarak canlanıyordu zihnimde. Dolayısıyla metinlerini içimden, bir melodi gibi, yazdıklarından belki de daha dolce20 daha lento21 okuyor, en basit cümlede bile şefkat yüklü bir tını buluyordum. En çok da felsefesini seviyordum, kendimi sonsuza kadar onun felsefesine adamıştım. Bu nedenle kolejde felsefe adlı derse gireceğim yaşı, sabırsızlıkla bekliyordum. Ama bu derste, sadece Bergotte’un düşüncesine bağlı kalarak yaşamaktan başka bir şey yapılmasını istemiyordum; o sırada bana o derslerde bağlanacağım metafizikçilerin Bergotte ile en ufak bir benzerlik dahi taşımayacağını söyleseler, ömür boyu sevmeyi arzulayan bir âşığa ileride birlikte olacağı başka sevgililerden söz edilmiş gibi ümitsizliğine kapılırdım.

Bir pazar, bahçede kitap okuduğum sırada, annemle babamı ziyarete gelen Swann okumamı böldü.

“Ne okuyorsunuz, ben de bakabilir miyim? Aa, Bergotte mu? Size onun kitaplarını kim tavsiye etti?”

Ben “Bloch.” dedim.

“Ha, evet! Burada bir kere gördüğüm çocuk, hani şu Bellini’nin ‘Fatih Sultan Mehmet’ portresine benzeyen. İnanılmaz bir şey! Aynı yay gibi kaşlar, aynı kemerli burun, aynı çıkık elmacık kemikleri. Bir de keçi sakal bıraksa aynı olacaklar. Yine de zevkli çocukmuş çünkü Bergotte büyüleyici bir zekâya sahiptir.” Benim Bergotte’a olan büyük hayranlığımı görünce tanıdığı insanlardan asla bahsetmeyen Swann, iyi yürekliliğinden benim için bir istisna yaptı ve şöyle dedi:

“Onu çok iyi tanırım, sizi mutlu edecekse kitabınızı imzalamasını rica edebilirim.” Bu teklifi kabul etme cesareti bulamayıp Swann’a Bergotte hakkında sorular sordum. “En beğendiği erkek oyuncu kim, biliyor musunuz acaba?”

“Erkek oyunculardan kimi beğendiğini bilmiyorum. Ama hiçbirini, herkesten üstün tuttuğu Berma’yla eşit bulmadığını biliyorum. Berma’yı duydunuz mu hiç?”

“Hayır efendim, annemle babam tiyatroya gitmeme izin vermiyorlar.”

“Ne talihsizlik! Rica edin kendilerinden. ‘Phaidra’da, ‘El Cid’de Berma; eninde sonunda bir kadın oyuncudur diyebilirsiniz ama ben sanatta ‘hiyerarşi’ye pek inanmam aslında!” (Swann’ın daha önce büyük teyzelerimle sohbetlerinde de birçok kereler dikkatimi çeken bir huyunu, ciddi konulardan konuşurken önemli bir konuda fikir beyan ediyormuş izlenimi uyandırabilecek bir ifade kullandığında, bu ifadeyi, özel, mekanik, alaycı bir tonlamayla, tırnak içine alırmış gibi vurgulamaya özen gösterdiğini fark ettim; sanki ifadenin sorumluluğunu almak istemiyormuş, “gülünç insanların tabiriyle hiyerarşi” dermiş gibiydi. Peki ama gülünç bir ifadeyse eğer, neden hiyerarşi diyordu?) Hemen arkasından ekledi: “Berma’yı izlemek kutsal bir keşif olacak sizin için, tıpkı herhangi bir şaheser gibi, mesela, ne bileyim ben…” -gülmeye başladı- “ ‘Chartes Katedrali’nin Kraliçeleri’ gibi.” O ana kadar, Swann’daki bu görüşlerini ciddi biçimde ifade etme korkusu kültürlü ve Parisli olmanın bir gerekliliği, büyük teyzemlerin taşra dogmatizmine zıt bir şey gibi gelmişti bana; ayrıca bunun, Swann’ın yaşadığı muhitte yaygın bir tarz olduğunu ve bu çevrede, önceki nesillerin lirizmine tepki olarak, önceleri basit bulunan, sıradan, somut gerçeklere aşırı bir değer verildiğini, “cümle”lerin aşağılandığını varsayıyordum. Ama şimdi Swann’ın dünya karşısındaki bu tutumunu kaba buluyordum. Herhangi bir konuda fikir sahibi olmaya cesaret edemiyor, yalnızca kesin ve somut birtakım bilgiler verebildiği takdirde rahatlıyor gibiydi. Ama böylelikle, bu ayrıntıların önemli olduğu yönünde bir fikir, bir varsayım ortaya atmış olduğunu fark etmiyor gibiydi. Bunun üzerine, annem odama çıkmayacak diye üzüldüğüm, Swann’ın ise Léon prensesinin evindeki baloların hiçbir önemi olmadığını söylediği o akşam yemeğini düşündüm tekrar. Oysaki ömrünü bu tür zevklere harcıyordu. Bütün bunlarda bir tutarsızlık bulurdum. Çeşitli konularda fikrini ciddiyetle dile getirmeyi, tırnak içine almak zorunda kalmadan yargılarını ifade etmeyi, bir yandan gülünç olduklarını ileri sürdüğü meşguliyetlere aşırı hassas bir nezaketle kendini teslim etmekten vazgeçmeyi başka hangi hayata saklıyor olabilirdi? Swann’ın Bergotte’tan söz ediş şeklinde kendine özgü olmayan, aksine o dönemde annemin arkadaşından tutun da Doktor Du Boulbon’a kadar, yazarın bütün hayranlarında rastlanan bir şey de dikkatimi çekti. Swann gibi onlar da Bergotte’la ilgili “Büyüleyici bir zekâya sahip, nevi şahsına münhasır biri, anlatımı biraz zorlamalı ama çok hoş. İmzasını görmeye hiç gerek yok, ona ait olduğu hemen anlaşılıyor.” diyorlardı. Ama hiçbiri “Büyük bir yazar, büyük bir yetenek.” diyecek kadar ileri gitmiyordu. Hatta yetenekli olduğunu bile söylemiyorlardı. Söylemiyorlardı çünkü bilmiyorlardı. Genel fikirler müzemizde “büyük yetenek” diye adlandırılan bir kimseyi yeni bir yazarın çehresinde tanımamız çok uzun zaman alır. Tam da bu nedenle, bu çehre yeni olduğu için, yetenek dediğimiz şeye tam anlamıyla benzetemeyiz onu. Özgünlük, büyü, incelik, güç gibi nitelemeleri tercih ederiz; sonra bir gün, zaten yetenek denen şeyin bütün bunlar olduğunu fark ederiz.

“Bergotte’un, Berma’dan bahsettiği bir eseri var mı?” diye sordum M. Swann’a.

“Sanırım, Racine’le ilgili şu küçük broşüründe bahsetmişti ama tükenmiş olmalı. Yeni bir basımı da olabilir. Sizi bilgilendiririm. Ayrıca bütün istediklerinizi Bergotte’a sorabilirim, haftada bir mutlaka akşam yemeğine gelir bize. Kızımın çok yakın bir arkadaşıdır. Birlikte eski şehirleri, katedralleri, şatoları ziyaret ederler.”

Toplumsal hiyerarşi konusunda herhangi bir fikrim olmadığı için uzun süreden beri babamın Madam ve Matmazel Swann’la görüşmemize imkânsız gözüyle bakması, onlarla aramızda büyük mesafeler olduğuna kanaat getirmeme, onlarınsa gözümde itibar kazanmalarına yol açmıştı. Komşumuz Mme Sazerat’dan duyduğuma göre, Madam Swann’ın kendini kocasına değil, M. de Charlus’e beğendirmek için yaptığı gibi, annemin de saçlarını boyayıp dudaklarına ruj sürmesine hayıflanıyor, Madam Swann’ın bizi küçümsediğini düşünüyordum; bu da özellikle, çok güzel bir kız olduğunu duyduğum ve her seferinde aynı hayal ürünü büyüleyici çehreyi kafamda canlandırarak sık sık hayalini kurduğum Matmazel Swann açısından üzüyordu beni. Ama o gün Matmazel Swann’ın bu özel konumunu, bunca ayrıcalığın ortasında, doğal ortamındaymış gibi yaşadığını, annesiyle babasına akşam yemeğine misafirleri olup olmadığını sorduğunda onun için sadece eski bir aile ahbabı olan, o altın değerindeki konuğun adını, o sihirli heceleri, “Bergotte” cevabını duyduğunu, onun yemek sofrasında dinlediği samimi konuşmaların, yani benim için büyük halamın sohbetine tekabül eden sohbetin Bergotte’un kitaplarında ele alamadığı konulara ilişkin, benim Tanrı kelamı kabul edeceğim ve dinlemeyi çok isteyeceğim sözleri olduğunu, gezmeye gittiği şehirlerde yanında ölümlülerin arasına inen tanrılar gibi, bütün gösterişiyle, tanınmadan Bergotte’un yürüdüğünü öğrenince hem Matmazel Swann’ın ne kadar değerli bir varlık olduğunu hem de beni görse ne kadar kaba ve cahil bulacağını düşündüm; onunla arkadaş olmanın hoşluğunu ve imkânsızlığını öylesine yoğun bir şekilde hissettim ki içim aynı anda hem arzuyla hem de umutsuzlukla doldu. Artık onu düşündüğümde çoğunlukla bir katedralin giriş sundurmasının önünde, bana heykellerin anlamını açıklarken, beni onaylayan bir gülümsemeyle, arkadaşı sıfatıyla Bergotte’la tanıştırırken hayal ediyordum. Ve her defasında, katedrallerin bende bıraktığı düşüncelerin, Ile-de-France tepeleriyle Normandiya ovalarının büyüsü, Matmazel Swann’ın hayalimdeki çehresine yansıyordu: Bu onu sevmeye çok yaklaştığım anlamına geliyordu. Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayatın içine işleyebileceğimizi varsaymak, bir aşkın doğmasındaki en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. Bir erkeği sadece fiziksel görünüşüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar. İşte bu yüzden askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar; üniforma, çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahdın, ziyaret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzu ettiği gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün bir profile ihtiyacı yoktur.

***

Ben bahçede, büyük halamın (hafta içi günlerde, “Sen hâlâ kitap okuyarak eğleniyor musun, bugün pazar değil ki!” derdi, eğlenme kelimesini çocukluk ve zaman kaybı anlamında kullanarak) ciddi işlerle ilgilenmenin yasak olduğu, dolayısıyla kendisinin dikiş dikmediği pazar günleri dışında yapılmasına anlam veremediği kitap okuma faaliyetimi sürdürürken Léonie halam da Eulalie’nin geliş saatini beklerken Françoise’la laflardı. Françoise’a biraz önce Madam Goupil’i “şemsiyesiz, Châteaudun’de diktirdiği ipek elbisesiyle” geçerken gördüğünü söylerdi. “İkindi duasından önce uzak bir yere gidecekse elbisesi sırılsıklam olabilir.”

“Olabilir, olabilir.” (olmayabilir de anlamında) derdi Françoise daha olumlu bir alternatifin olma ihtimalini tam anlamıyla göz ardı etmemek için.

“Tüh!” derdi halam alnına vurarak. “Şimdi aklıma geldi, Madam Goupil’in kiliseye kutsal ekmekle şarap dağıtılırken mi vardığını öğrenemedim. Unutmadan Eulalie’ye sorayım… Françoise çan kulesinin arkasındaki şu kara buluta ve arduvazların üstündeki şu uğursuz ışığa bakın, belli ki bugün yağmursuz geçmeyecek. Böyle devam etmesi imkânsızdı, aşırı sıcaktı hava.” Vichy suyunun midesinden aşağı inişini hızlandırma isteği, Madam Goupil’in elbisesinin mahvolduğunu görecek olma korkusundan daha baskın olduğundan, “Yağmur ne kadar erken başlarsa o kadar iyi, çünkü fırtına patlamadıkça şu Vichy suyu da midemden aşağı inmeyecek.” diye eklerdi.

“Olabilir, olabilir.”

“Üstelik, yağmur yağınca meydanda sığınacak bir yer de olmuyor. Ne, saat üç mü oldu?” diye haykırdı birdenbire halam, yüzü bembeyaz kesilerek. “Demek ikindi duası başladı, pepsinimi unuttum! Vichy suyunun neden midemden aşağı inmediğini şimdi anlıyorum.”

Halam hemen mor kadife kaplı, yaldızlı dua kitabına sarılır, o telaşla, bayram günlerine ait sayfaların yerini işaret eden sararmış kâğıttan dantel şeritlerle çevrelenmiş resimleri düşürür, bir yandan damlalarını yutarken diğer yandan Vichy suyundan bunca zaman sonra alınan pepsinin, suyu yakalamayı ve midesinden aşağı indirmeyi başarıp başaramayacağını bilememenin yarattığı kaygıyla anlaması biraz zorlaşmış olan kutsal metinleri hızlı hızlı okumaya başlardı. “Saat üç, zaman nasıl da geçiyor!”

Camda bir şey çarpmış gibi ani bir ses, onu takip eden, sanki yukarıdaki bir pencereden aşağı kum atılıyormuş gibi gevşek, hafif bir dökülme sesi duyulur, sonra dökülme sesi yayılır, düzenli bir ritim kazanır, akışkan, titreşimli, melodik, gür ve evrensel bir hâl alırdı: Bu yağmurun sesiydi.

“İşte! Ben size demiştim değil mi Françoise? Nasıl da yağıyor! Ama bahçe kapısının çalınışını duyar gibi oldum, gidip bir bakın, böyle bir havada dışarıdaki kim olabilir?”

Françoise geri döndüğünde:

“Madam Amédée imiş.” (büyükannem) “Dışarıda biraz dolaşmaya çıkıyormuş. Yağmur da pek şiddetli ama…”

“Hiç şaşırmadım.” derdi halam gözlerini devirerek. “Başkalarına benzer bir yapısı yoktur onun. Şu an dışarıda onun yerinde ben dolaşıyor olmak istemezdim.”

“Madam Amédée, her zaman başkalarının yaptığının tersini yapar.” derdi Françoise tatlılıkla, büyükannemi biraz “kaçık” bulduğunu söylemek için diğer hizmetkârlarla yalnız kalacağı anı beklemeyi tercih ederek.

“İşte akşamüstü duasının saati de geçti! Eulalie gelmez artık!” diye iç geçirirdi. “Bu hava onu korkutmuş olmalı.”

“Ama saat beş olmadı Madam Octave, henüz dört buçuk.”

“Dört buçuk mu? Birazcık gün ışığı girmesi için küçük perdeleri açmak zorunda kaldım. Saat dört buçukta! Bereket Duası gününden sekiz gün önce! Ah, Françoise’cığım, belli ki yüce Tanrı bize sinirlenmiş. Günümüz dünyası da pek kötü! Sevgili Octave’cığımın da dediği gibi, biz Tanrı’yı unuttuk, o da bunun intikamını alıyor.”

Halamın yanakları Eulalie gelince aniden kıpkırmızı olurdu. Ne yazık ki o daha içeri yeni girmişken Françoise gelir ve dudaklarında sözlerinin halamda yaratacağından şüphe duymadığı sevince katıldığını gösteren bir gülümsemeyle, dolaylı anlatım kullanmasına rağmen, kusursuz bir hizmetkâr sıfatıyla ziyaretçilerinin sözlerini harfiyen aktardığını belirtmek üzere kelimeleri tek tek heceleyerek konuşurdu:

“Madam Octave eğer dinlenmiyorsa, kendisini kabul edebilirse, muhterem peder çok memnun olacakmış. Muhterem peder rahatsızlık vermek istemiyormuş. Muhterem peder aşağıda, kendisini salona aldım.”

Gerçekte, rahibin ziyaretleri halamı Françoise’ın sandığı kadar mutlu etmez, Françoise rahibin geldiğini her haber verdiğinde yüzünde takınmayı görev bildiği bir sevinç ifadesi, hastanın duygularıyla tam olarak örtüşmezdi. Rahip (sanattan hiç anlamamasına rağmen derin bir etimoloji bilgisine sahip olduğundan daha fazla sohbet etmemiş olmaktan pişmanlık duyduğum, üstün nitelikli bir insan olan) mühim ziyaretçilere kilise hakkında bilgi verme alışkanlığıyla (Hatta Comb-ray bölgesine ilişkin bir kitap yazmaya niyetliydi.) bitmek bilmeyen, üstelik hiç değişmeyen açıklamalar yaparak halamı yorardı. Ziyareti bir de böyle Eulalie’nin ziyaretiyle aynı ana denk geldi mi halamda su götürmez bir memnuniyetsizlik baş gösterirdi. Halam, Eulalie’nin ziyaretinden en iyi şekilde faydalanmaya, herkesi birden ağırlamamaya bakardı. Yine de rahibi kabul etmeme cesaretini bulamayıp Eulalie’ye rahiple birlikte kalkmamasını, o gittikten sonra kendisiyle baş başa biraz oturmayı istediğini işaret etmekle yetinirdi.

“Muhterem peder, bana söylendiğine göre ressamın biri şövalesini sizin kiliseye yerleştirmiş, bir vitrayı kopya ediyormuş diye duydum. Doğrusu bu yaşıma geldim, hayatımda hiç böyle bir şeye rastlamadım! Dünya ne hâle geldi! Üstelik kilisedeki en çirkin şey!”

“Bence kilisedeki en çirkin şey demek biraz abartılı olur çünkü Saint-Hilaire’de görülmeye değer bölümler bulunmakla birlikte zavallı bazilikamın bazı bölümleri de oldukça eski, bizim piskoposluk bölgesinde hiç restorasyon yapılmamış tek bazilika! Doğrusu giriş sundurması kirli ve eski ama yine de muhteşem bir yapı; Ester duvar halılarına gelirsek şahsen üstüne para verseler almam ama uzmanlar Sens duvar halılarından sonra ikinci sırada anıyorlar adını. Ayrıca biraz fazla gerçekçi bazı ayrıntıların yanı sıra, hayret edilecek bir gözlem yeteneğinin ifadesi olan ayrıntılar bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Ama o vitrayların lafını bile duymak istemiyorum! Aynı hizada iki döşeme taşı bulamayacağınız bir kilisede gün ışığını içeri sızdırmayan hatta o adını koyamadığım renkteki yansımalarıyla gözü yanıltan pencereler bulundurmak akla mantığa sığar mı? Üstelik bu döşeme taşlarını, Combray başrahiplerinin ve Guermantes senyörlerinin, yani hem bugünkü Guermantes dükünün hem kendisi de bir Guermantes olan kuzeni ve eşi Guermantes düşesinin ataları, eski Brabant kontlarının mezarları olması bahanesiyle değiştirmeyi de reddediyorlar.” (Artık kimseyle pek ilgilenmeyen büyükannem, bütün isimleri karıştırmaya başlamıştı, Guermantes düşesinin adı her telaffuz edildiğinde düşesin Madam de Villeparisis’nin akrabası olduğunu iddia ederdi. Herkes kahkahalara boğulur, büyükannem ise almış olduğu bir davetiyeye istinaden kendini savunmaya çalışırdı: “O mektupta bir Guermantes sözü geçiyordu diye hatırlıyorum.” Ve ben bir seferliğine, diğerleriyle birlikte büyükannemin karşısında yer alır, onun yatılı okuldan arkadaşıyla Brabant’lı Genoveva’nın torunu arasında bir ilişki olabileceğini kabul etmezdim.)

“Oysaki bakınız, Roussainville, eski çağlarda fötr şapka ve duvar saati ticareti nedeniyle gelişmiş olmakla birlikte, bugün artık bir çiftçi yerleşimi. (Roussainville’in etimolojisinden pek emin değildim. Eski adının, Châteauroux’nun Castrum Radulfi’den türediği gibi, Radulfi Villa’dan türeyen Rouville olduğunu düşünmek eğilimindeydim ama bundan başka bir gün konuşuruz.) İşte bu Roussainville Kilisesi’nin hemen hemen hepsi modern, harikulade vitrayları var. Ünlü Chartes vitraylarının muadili olduğu söylenen o görkemli “Louis-Philippe’in Combray’ye Girişi” vitrayının Combray’de bulunması daha anlamlı olurdu; daha dün, Doktor Percepied’nin bu konulara düşkün olan kardeşiyle konuşuyordum; bu vitrayın harika bir işçiliği olduğunu söylüyordu. Ama çok usta bir sanatçı olduğu söylenen, ayrıca çok da nahif bir insan izlenimi uyandıran o ressamın kendisine de sordum, diğerlerinden bile karanlık olan bu vitrayda ne buluyorsunuz diye.”

“Eminim, Monsenyör’den rica etseniz size yeni bir vitray bağışlamaktan çekinmez.” derdi yorulacağını düşünmeye başlayan halam konuşmaktan usanmış bir hâlde.

“Düşünebiliyor musunuz Madam Octave?” diye cevaplardı rahip. “O feci vitrayla ilgili yaygarayı başlatan Monsenyör’ün ta kendisidir; vitrayın bir Guermantes olan Brabant’lı Genoveva’nın torunlarından Guermantes Senyörü Kötü Gilbert’i Aziz Hilarius tarafından günahları bağışlanırken temsil ettiğini kanıtladı.”

“Aziz Hilarius nerede peki, ben hatırlamıyorum?”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Sinema filmi gösteriminde kullanılan ilk aygıtların temelini oluşturan aygıttır. 1891’de Thomas A. Edison ve William Dickson tarafından geliştirilmiştir. Aygıtta, izleyici bir izleme deliğinden bakarken film şeridi, hızla bir mercek ile elektrik lambasının arasından geçiriliyordu. Film şeridi, çok kısa aralıklarla çekilmiş bir dizi fotoğraf karesinden oluşuyordu ve şeridin takılı olduğu çıkrığın yardımıyla izleme deliğinin önünden saniyede 46 kare geçiriliyordu. Böylece, insanlar ve cisimler hareket hâlindeymiş gibi görünüyordu. (ç.n.)

2

Buğdaygiller ailesinden bir bitki türü. Yağının sakinleştirici, gerginlik azaltıcı etkisi vardır. Parfüm endüstrisinde de kullanılır. (e.n.)

3

Uzun saçaklı çatısı olan alçak dağ konutu. (e.n.)

4

Merovenj Hanedanı: V. ve VIII. yüzyıllar arasında bugünkü Fransa ve Almanya arasında bulunan bölgede hüküm sürmüş Frank hanedanı. (e.n.)

5

İsa’nın ölümünü anmak için ekmek ve şarap kullanılan ayin. Burada ekmek İsa’nın etini, şarap ise kanını temsil eder. Bkz. Efkaristiya. (ç.n.)

6

Zetyinyağı, sirke, haşlanmış yumurta, dijon hardalı, kapari, salatalık turşusu ve çeşitli otlarla hazırlanan bir sos. (ç.n.)

7

Etkisiz (ç.n.)

8

Katolik Kilisesi tören müziği. Başlıca bölümleri “kyrie”, “gloria”, “sanctus” ve “benedictus”, “agnus dei”. (ç.n.)

9

Sunak (altar), adak adanan ve kurban kesilen dinî yapı. Özellikle antik dinlerde yaygın olan sunaklar, Musevilik ve Hristiyanlıkta da önemli bir yere sahiptir. (ç.n.)

10

Mide mukozasının salgıladığı proteinli besinleri peptona çeviren enzim. (e.n.)

11

Louis le Germanique.

12

Mimarlıkta; sütun veya ayakların taşıdığı kemer sırası, böyle bir kemer sırası ile sağır bir duvar arasında uzanan geçit veya dip dibe yapılmış dükkânlara giriş sağlayan üstü örtülü yaya yolu. (e.n.)

13

Kafa sesi (ç.n.)

14

Bir cismin biri biraz daha sağ, öteki biraz daha sol yanını gösteren birbirinden çok az farklı iki fotoğrafının görüntülerinin birlikte gözün retina kısmı üzerine gelmesini ve asıl cisim gibi üç boyutlu olarak algılanmasını sağlayan optik alet. (e.n.)

15

Bir fincan çay. (ç.n.)

16

Paris’te halk arasında, mavi kâğıda yazılan şehir içi telgraflara verilen ad. (ç.n.)

17

Merhamet (ç.n.)

18

El yapımı, süslü Malezya kaması. (ç.n.)

19

İngiliz düşünür John Locke, başlangıçta insan zihninin tabula rasa yani “boş bir levha” gibi olduğunu, insanın, deneyimleriyle zihnini doldurduğunu söylemiştir. (e.n.)

20

Bir parçanın tatlı ve yumuşak çalınması gerektiğini belirten müzik terimi. (ç.n.)

21

Bir parçanın yavaş çalınması gerektiğini belirten müzik terimi. (ç.n.)

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
9 из 9