
Полная версия
Osmanoğulları
Akça Koca ile Konur Alp ise Sultan Orhan’ı İzmit’in fethine teşvik etmekteydi. Bunun üzerine yedi yüz yirmi sekiz yılında Sultan Orhan Gazi, ordusu ile İzmit üzerine yürüdü. Fakat bu sırada Akça Koca vefat etti. Sultan Orhan’a kararında durması için vasiyet eylemiş olduğu haberi gelince eyaleti Şehzade Süleyman Paşa’ya verildi. Arkasından Konur Alp de vefat etti. Eyaleti, Sultanönü Eyaleti’ne katılarak küçük Şehzade Murad Bey’e verildi. Şehzadenin oraları teslim alması için adam gönderildi.
Akça Koca ile Konur Alp, Ertuğrul Gazi’nin gözde ağalarından idi. Sultan Osman Gazi’nin beyleri arasına girmişlerdi. Komutan olarak büyük fetihler yapıp çok şöhret kazanmışlardı. Onlar vefat edince hudut boylarında birer gedik açıldı. Yerleri birer şehzadenin adı ve şanı ile kapatıldı. Fakat o bölgenin giriş ve çıkışlarını, İzmit Kalesi’nin girilecek köşelerini tamamıyla onlar bilirdi. Bu defa orduya onlar kılavuzluk edeceklerdi.
Bununla beraber Sultan Orhan Gazi, Akça Koca’nın vasiyeti üzere kararında durdu. İzmit üzerine yürüdü. Abdurrahman Gazi esir olan Samandıra tekfurunu İzmit tekfuruna satmak üzere İzmit civarına kadar gelip oranın giriş çıkışlarını görmüştü. Bu sefer öncülük görevini o yaptı.
Orhan Gazi, İzmit Kalesi’ni ablukaya aldı. Koyunhisar üzerine de Kara Ali ve Turgut Alp adlı komutanlar ile bir birlik asker gönderdi. Bu gaziler, Koyunhisar’ı şiddetle kuşatıp sıkıştırdılar. Tekfuru olan Kalayon, hisarın burcuna çıkıp askerine komuta ederken, göğsüne bir ok isabet etti. Kale duvarından aşağı düşünce muhafızlar da korkuya kapılıp kaleyi teslim ettiler.
Kalenin anahtarları ile Kalayon’un kesik başı orduya getirildi ve İzmit Kalesi’ne karşı asıldı. Zaten kuşatmadan sıkılmış olan Balakonya, kardeşinin başını görünce üzüldü. Umudunu da yitirerek, ileri sürülen şartlara göre İzmit Kalesi’ni teslim etti. Sultan Orhan da onu, askerini ve ahaliden isteyenleri gemilere bindirerek İstanbul’a gönderdi. Aydos Kalesi, İzmit’e çok yakındı. Kalmasında bir yarar görülmediğinden yıkılarak mühimmatı İzmit’e taşındı.
Bir müfreze ile Hereke üzerine gönderilen Ali Bey savaşta bir gözünü kaybettiği hâlde asla duraksamadı. Hücum ederek Here-ke Kalesi’ni fethetti. Muhafızlarını öldürdü. Ali Bey, daha sonradan şöhret kazanan Timurtaş Paşa’nın babasıdır.
İzmit güzel bir limandı. Yakınında çok orman vardı. Büyük bir tersane yapımına elverişliydi. Sultan Orhan da tersane inşasını emretti. Fakat gemi yapımını becerebilecek ustaların yetişmesi zamana muhtaçtı.
Sultan Orhan Gazi, İzmit’te camiler, medreseler yaptırdı. Köylerini tımarlara bölerek gazilere verdi. İzmit şehrinin idaresini, Kara Mürsel adlı yiğide vererek kendisi Bursa’ya döndü. Kara Mürsel de bugün adıyla anılan Karamürsel nahiyesini ve Yalakabad denilen Yalova şehrini almıştır. Kısacası Üsküdar tarafında Osmanlı hududu Kartal’a kadar ulaşmıştır.
Alâaddin’in Vezirliği ve Kanunların Yapılması
Sultan Orhan Gazi’nin büyük kardeşi olup, tek emeli Bilecik’teki yalnızlık köşesinde şeyhler ve ulemayla sohbetten ibaret olan Alâaddin Paşa, İzmit’in önemini takdir ederek Osmanlı ülkesine katılmasından dolayı çok memnun kaldı. Yalnızlık köşesinden çıkıp fethini tebrik için kardeşinin yanına gitti. Fakat yakayı ele verdi. Yani sakındığı vezirliğin ağır yükü altına girdi.
Kardeşi Sultan Orhan ile görüştü. İzmit’in fethini tebrikten sonra, “Elhamdülillah hanedanımız kuvvet buldu, istiklal kazandı. Devletimizin ikbali günden güne artmaktadır. Artık saltanatın gereği ne ise ona göre lazım gelen kanunların konulması icap eder. Evvela halk arasında dolaşan para, hep Selçuklu Devleti’nin parasıdır. Gerektir ki adınıza yeni paralar kestiresiniz. İkinci olarak, kudretli sultanların usulü üzere Osmanlı askeri kendine mahsus bir kıyafete bürünerek halkın giyim ve kuşamından ayrılmalıdır. Üçüncü olarak, kaleleri alabilmek için piyade askerinin çoğaltılması lazımdır.” dedi.
Gerçekten İslam şehirlerinde hutbe ve para, istiklalin birinci alameti idi. Sultan Osman Gazi de kendi adına hutbe okutmuştu. Fakat para bastırmaya vakti olmamıştı. Osmanlı şehirlerinde hâlâ Selçuklu parası geçmekteydi. Yıkılmış bir devletin parasıyla iş yapmak ise istiklal ile bağdaşmıyordu. Askerin, kıyafet bakımından halkın diğer fertlerinden ayrılması da işin icabıydı. O zaman her devletin askeri, başıbozuk ve gelişigüzel toplanmış kalabalıktan oluşuyordu. Osmanlı askeri de o şekilde toplanır ve sevk olunurdu. İslam dininin usulü icabınca eli silah tutan Osmanlılar’ın hepsi asker demekti. İhtiyaç duyulduğunda yeteri kadar asker toplanıp sevk edilirdi. Barış zamanı da onlar ziraat ile uğraşırlardı. Ama memleket genişleyince askerin toplanması ve sevki için hayli zamana ihtiyaç duyuldu.
Kaldı ki o yolda toplanan asker, uzun süre savaş yerlerinde duramazdı. Dursa bile memleketinde ailesi aç kalırdı. Bir de Osmanlı askerinin çoğu akıncı tarzında aşiret atlılarından ibaret idi. Oysaki bir kale fethi için piyadenin süvariden çok işe yaradığı herkesçe bilinir. Bu bakımlardan, asker için yeni kanunlar konulması elzemdi. Bundan dolayı Sultan Orhan Gazi, ağabeyinin bu üç teklifini de kabul ederek, beraberce bu gibi önemli düzenlemeleri yapmak için vezirliği kabul etmesini ısrarla teklif etti. Kete bölgesinden Kodra denen köyü ona mülk olarak verdi. O da milletine karşılıksız hizmetin bir çeşit ibadet olduğunu düşünerek, geçici olarak vezirliği kabul etmek zorunda kaldı. Vezirlik makamına geçti. Devlet idaresini eline aldı.
Paşa, Türkmen dilinde büyük kardeş demekti. Alâaddin Paşa’dan sonra vezir olanların paşa unvanı alması örf ve âdet olmuştur.
Alâaddin Paşa’nın uygun görmesi üzerine yedi yüz yirmi dokuz yılında Sultan Orhan adına dinar, yani altın para ile dirhem ve akçe, yani büyük ve küçük gümüş para basıldı. O vakte kadar askerler aba ve sarı, kırmızı, siyah külah giyerlerken beyaz külah asker için kabul edildi. Yıldırım Bayezid zamanına dek bu nizam devam etti. Onun devrinde beyaz külah, hükümdarın hizmetinde bulunanlara giydirildi. Ötekilere ise kırmızı olanı giydirildi.
Sultan Orhan, divanda ve alaylarda, burmalı tülbent denen sarık giyerdi. Diğer vakitler, altın ve gümüş ile süslü, Mevlevi külahı şeklinde bir başlık giyerdi. Çocukları da aynısını giyerlerdi. Zamanla devlet adamlarına da bu hususta izin verilmiştir.
Piyadenin çoğaltılması için Alâaddin Paşa, Bilecik Kadısı Mevlana Kara Halil ile beraber padişahın önünde bir toplantı yaptı. Görüşme sırasında Türk çocuklarından askerliğe uygun olanların, günde şeri bir dirhemin dörtte biri olan bir Osmanlı dirhemi ulufe ile askere alınmaları kararlaştırıldı. Ulufelerini sefer zamanı alacaklar, savaş bitince de ulufeleri kesilip memleketlerinde ziraat ile uğraşacaklardı, fakat kendilerinden hiçbir vergi alınmayacaktı. Bunu yürürlüğe Kara Halil koyacaktı. O da Türk çocuklarının kuvvetlilerinden, gerçekten savaşa yarayanlarını seçmekte çok dikkatli davrandı.
Böylece ortaya çıkan asker sınıfına “yaya” denildi. Onlara onbaşı, yüzbaşı, binbaşı unvanlarıyla subaylar tayin edildi. Bu asker, az zamanda epey çoğaldı. Fakat savaş ve barış zamanı halka zulmediyorlar ve çeşitli yolsuzluklar yapıyorlardı. Bundan dolayı onları çoğaltmayı bırakıp devşirme usulü kondu.
Valiler ve kadılar eliyle ilk yılda bin kadar Hristiyan çocuğu alınıp mekteplerde ve kışlalarda talim ve terbiye edilerek, askerlik yaşına ulaştıkları zaman kışlalarda oturmak üzere üçer akçe gündelikle asker sırasına sokulurlardı. Savaşlarda esir edilen çocuklara da bu şekilde işlem yapılırdı. Hepsi hizmetlerine göre yükseltildi, gündelikleri arttırıldı. Bu yeni asker ise barış ve savaşta büyük işler görerek, büyük ilerlemelere ve yüksek derecelere kavuşurdu. Bu devşirmelerden pek çok komutan ve vezir çıkmıştır. Mahmud Paşa, Rüstem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa gibi büyükler bunlardandır. Bundan dolayı sonraları Hristiyan halk, çocuklarını kendi rızaları ve belki ricaları ile devşirme yazdırmaya başlamışlardır.
İşte bu askere “yeniçeri” denildi. Başları kuvvetli kanunlara bağlanmıştı. Emir ve kanunlara bağlıydılar. “Kırkı bir kıl ile güdülür.” sözü darbımesel olmuştu. Bunlar, aslında Hristiyan çocukları iken İslam âdeti üzere talim ve terbiye olunup, İslam’ın güzelliklerini görerek, vicdani kanaatleri ile İslam dinine geçerlerdi. Hatta bir günde bin Rum’un Müslüman olduğu söylenir.
Kısacası yeniçeriler, İslami fikirlerle büyüyüp terbiye olunan taze Müslümanlar demekti. Müslümanların çoğalmasına ve Osmanlı hamurunun büyümesine sebep olmaktaydılar. Küçüklüklerinden beri talimle ve silah kullanmayı öğrenmekle uğraşırlardı. Birinci derecede eğitilmiş, savaş fenninde usta birer silahşor idiler. Askerlikten başka sanatları yoktu. Daima kışlada otururlardı, her an emre hazır ve düzenliydiler. O zaman başka devletlerde böyle yetiştirilmiş ve her an göreve hazır, daimî asker yoktu. Yeniçeriler, daima kendilerinden kat kat fazla orduları yenerlerdi.
Yeniçeri geleneği icat olunduktan sonra yayalara ulufe bedeli olarak tarlalar ve araziler verildi. Savaş dönüşlerinde ekip biçmeyle uğraşarak devlete hiç vergi vermemeleri kanun oldu. Yine bu şekilde Türk çocuklarından “müsellem” adıyla bir sınıf süvari tertip edildi. Onlara da tarlalar ve araziler verildi. Üstlerine bölükbaşılar ve sancakbeyleri tayin olundu.
İşte Alâaddin Paşa eliyle ve Kara Halil’in yardımıyla konulan ilk esaslı kanunlar bunlardır. Sonra bunlara ilave olarak yapılan kanunlar ve Osmanlı Devleti’nin büyüyen ordusu ile bütün dünyayı nasıl titretmiş olduğu, yeri gelince açıklanacaktır.
İznik’in Ele Geçirilmesi
Karatekin ve Dardağan kalelerindeki muhafızlar, İznik’i sıkıştırdıkları için oranın halkı, bağ ve bostanlarına gidemez olmuşlardı. Kale dışındaki gölden balık avına çıkanlar da o yiğitler tarafından avlanırlardı.
Hâlbuki Hristiyanların Birinci Ruhani Genel Meclisi (konsil) İznik şehrinde toplanmıştı. Bu şehir bir ara kayserin başşehri olmuştu. Rumların gözünde kutsal, muhterem ve meşhur bir şehirdi. Bundan dolayı İznik’e yardım için kayser, denizden bir ordu göndermişti.
Sultan Orhan ise casuslar vasıtası ile evvelce durumdan haberli olarak, ordusu ile İznik üzerine yürüdü. Kayserin ordusunun Yalova’ya çıkıp ileri hareket ettiği haberini alınca, oğlu Süleyman Paşa’yı bir askerî birlikle kayserin ordusuna karşı yolladı.
Süleyman Paşa, karanlık bir gecede kayserin ordusuna baskın düzenleyip onları dağıttı. Komutanı ile bazı subaylarını tuttu ve babasına sundu. O da oğlunun bu zaferinden iftihar duydu. Hemen İznik üzerine yürüdü. Ahalisi zaten uzun süre kuşatılmış olmaktan usanmıştı. Yardımlarına gelen ordunun yenilgisini ve komutanının esir edildiğini görünce tamamen umutlarını yitirerek aman dilediler. Sultan Orhan da aman verdi. İznik tekfuru İstanbul’a gitti.
Ama İznik ahalisi, Osmanlılar’ın adaletini görüp, onların hâkimiyeti altına girmeyi canlarına minnet bilerek hemen Sultan Orhan’ı karşıladılar. İznik Kalesi’ni teslim ettiler. İşte bu suretle Sultan Orhan yedi yüz otuz bir yılında İznik şehrini ele geçirerek Osmanlı memleketlerine kattı ve başşehir yaptı. İznik kazasını Bilecik Kadısı Kara Halil’e verdi. İznik’te boş kalan evleri gazilere bölüştürdü. Dul kalan Rum kadınlarını askerlerle evlendirdi.
Kuşatma günlerinde harap olan binaları tamir ettirdi. Yeniden imaret ve kervansaraylar yaptırdı. İmaretin açılış gününde halka ziyafet verdi. Nefis yemekler pişirtti. Bütün askeri ve ahaliyi yedirdi, içirdi. Kendi eliyle yemek dağıttı. Bir kiliseyi camiye çevirdi. Yüksek tahsil için bir medrese yaptırarak müderrisliğini Kayserili Şeyh Davud’a verdi. Osmanlı Devleti’nde ilk yapılan medrese budur.
Şeyh Davud Kayserî, o asrın en büyük âlimlerinden olup, içi dışı mamur bir kişiydi. “Metali”nin yazarı meşhur Kadı Ermevi’den ders okumuş, tasavvuf ilmini Sadreddin Konevi’den almıştı. Sonra İznik’te eser yazmakla meşgul olmuştur. Muhiddin-i Arabi’nin “Füsûs”u üzerine güzel bir şerh yazmıştır. O zaman Şam’da Muhiddin-i Arabi’nin tasavvufla ilgili eserleri, şeriatın dış görünüşüne aykırı görüldüğünden yerilmekteydi. Hatta yedi yüz kırk dört yılında, Halep’teki Asrûniyye Medresesi’nde meşhur İbni Verdi, “Füsûs” kitabını yırtıp okunmasının caiz olmadığını ilan etmiştir.
Mudurnu, Göynük ve Tarakçı’nın Alınması
İzmit Valisi Şehzade Süleyman Paşa’nın adaleti her tarafa yayılmıştı. Rum beylerinin saldırılarından usanmış olan halk, Osmanlı idaresini istediği için, yedi yüz otuz iki yılında Süleyman Paşa, Tarakçı Yenicesi üzerine hareket edince oranın tekfuru, ahalinin düşüncelerini anlayıp hemen Süleyman Paşa’yı karşıladı. İtaat ettiğini belirtti. Ahali de onun yönetimini kabul etti. Sonra Göynük ve Mudurnu da böyle aman verilerek alındı, Osmanlı ülkesine katıldı.
Bu memleketler öyle aman verilerek fethedilince, İslam askerleri başka yerlerde olduğu gibi ganimet elde edemediklerinden, Süleyman Paşa ganimete karşılık onlara araziler verdi. Bu, babası tarafından da uygun görüldü.
Şehzade Süleyman Paşa’nın Başkomutanlığı
Sultan Osman Gazi, askeri kendisi komuta ederdi. Sonra küçük oğlu Orhan Bey’i komutan yaptı. Ordu ile gönderdi. Büyük oğlu Alâaddin Paşa da yanında veziri konumundaydı. Orhan Bey tahta çıkınca babasının yolunda gitti. Sonra Alâaddin Paşa’yı vezir edindi. Memleketin işlerini ona bıraktı. Kendisi askerî işlerle uğraştı. Çandarlı Kara Halil’i başşehir olan İznik’e kadı yaptı. O zaman Osmanlı Devleti’nde kadıasker yoktu. Başşehir kadısı, başkadı demekti. Ordu ile beraber giden kadı, askerlik görevini görürdü. Alâaddin Paşa her hususta padişahın vekili, divanın başı idi. Yürütme kuvveti onun elindeydi. Başkadı konumunda bulunan Kara Halil de şehir ve kasabalara gönderilen hatip ve kadıların başvurduğu kimse idi. Alâaddin Paşa ise temel kanunların düzenlenmesinden sonra yine yalnızlık köşesine çekilmiştir.
Yedi yüz otuz üç yılında Şehzade Süleyman Paşa’ya komutanlık verildi. O zamana kadar komutanlar, kendi görev yerlerinde, fakat Sultan Orhan’ın emri altında vazife yaparlardı.
Oysa memleket genişleyip asker sayısı artınca bütün komutanlara baş olacak bir beylerbeyine ihtiyaç duyulmuştu. Bütün komutanların başı olarak askerî kuvvet onun elinde olacaktı. Bu bakımdan görevi pek önemli ve nazikti.
Nitekim Abbasi Devleti’nde emirü’l-ümera (beylerbeyi) olanlar, devleti baskı altına alıp sonra sultanlık etmişlerdi. Zamanla kelimelerin anlamı değiştiğinden, sonraları mir-i miranlık ve beylerbeyilik birer itibari rütbe olmuştur. Önceleri mir-i miran denilenlere sipahsalâr ve serasker denilmiştir.
Bu defa Şehzade Süleyman Paşa’ya İznik Eyaleti verildi. Ona ek olarak divanda müşir, yani rey ve tedbir sahibi olmak üzere sipahsalâr-ı asakir-i mansure (Allah’ın yardımına koştuğu ordunun başkomutanı) unvanı ile eski manasıyla mir-i miranlık (seraskerlik-başkomutanlık) makamı da birlikte verilmiştir. Buna ilişkin olarak kendisine babası tarafından bir ferman takdim edilmiştir.
Şehzade Süleyman Paşa’ya Verilen Fermanın Anlamı
“Benzeri bulunmayan hükümdarın Allah kudretini sürdürsün.” sözünün anlamı şudur ki İslam sınırlarının korunması, gözetilmesi, halkın işlerinin görülmesi ve haklarının yerini bulması mülkün temelidir. Devleti ayakta tutan ve adaletin yerleşmesini sağlayan, milletin dualarıdır. Devlet adamlarının himmet ayakları, saadet üzengisine onların işi için konulmuş olmalıdır.
İnsanların rahat ve huzurunu düşünenler için Allah, “İ’dilû hüve akrabu li’t-takvâ.” 2 diye buyurmuştur.
Halifelik makamında oturan büyük sultanların yapageldikleri üzere din ve devletin canlandırılması üzerimize borçtur. Her zaman tek emel ve isteğimiz budur.
Bütün ahali, durumlarına göre devletten yararlandıkları için sınırların korunması ve ülkenin bayındır olmasına çalışırlar. Düşmanları vurup kırarak onları umutsuz bir duruma sokarlar. Her an bir yeni fetih ve taze zaferle bizi sevindirirler. Allah’ın, “Allah’ın lütuf ve inayetinden kendilerine verdiği ile memnundurlar.” müjdesiyle cihanı ve halkı sevindirip onlara ganimet edindirirler.
İhsan edilmeyi hak edenler kerem ummanımızdan nasiplerini almalıdırlar.
Osmanlı ülkelerindeki makamlara tayin olunan komutanlar ve valiler üzerine iş bilir, şanı yüce bir başkomutan seçilmesi çok önemli bir meseledir. Dünyaya düzen verecek fikirlerimiz ve ülkeler açacak hatırımız Allah tarafından da doğrulanmıştır.
Durum bunu gerektirdi ki ezici kuvvetimizle aldığımız İznik şehrini Allah her türlü yıkım ve yangından korusun. Eyaletin cesuru, devletin dostu, kudretli komutan, saltanat bağının meyvesi, hilafet nehrinin fidanı, adaletin gül ağacı, saltanat ağacının meyvesi, Allah tarafından doğrulanan oğlum Süleyman Şah’ın, Allah ömrünü uzun etsin ve seni emellerine kavuştursun ki alnında devlet yıldızı ve başında saadet damgası parlıyor, verdim ve buyurdum ki şerefle ve kuvvetle adı geçen şehir eyaletiyle divan-ı hümayunumda müşir ve askere komutan olup, vezirlikle beylerbeyilik makamını bir yere toplayıp, gece gündüz, temiz yaradılışında mevcut olan büyük gayretlerle gereken işleri yapacağın bilinen bir gerçektir. “Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa…” hükmünce her kim Allah’ın yolundan saparsa hakkından gelip, “Allah’tan korkun ve bilin ki muhakkak (hepiniz) ancak ona (varıp) toplanacaksınız.” ayetini göz önünde tutarak avam aydın, küçük büyük ayırmadan halka güzel davranacağın açıktır. Düşmanları ise parlak kılıcınla kahredip, din ve devlet, memleket ve millet işlerinin görülmesi için zaman kaybetmezsin. Devletimizin dostlarının gönüllerini hoş ve rahatlarını temin edersin. “Hatırlayın o günü ki herkes (dünyada) ne hayır işlediyse karşısında (onu) hazırlanmış bulacak, ne kötülük yaptıysa onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek.” anlamındaki ayeti unutmayacak şekilde davranmalısın. Allah’ın hukukunu ve ihsanlarını unutmamalısın. Allah’ın vermiş olduğu sonsuz nimetlere çokça şükretmelisin. “Şükreden, (nimetlerin) artmasına hak kazanır, layık olur.” Bütün halkın işlerini görüp halletmekte, kesin kararlılıkla tam bir özen göstermeli, merhamet kapısını da açık tutmalıdır. Herkesin işinde aşırılıktan kaçınmalıdır. Yabancı, tanıdık, zengin, fakir, küçük, büyük ve hangi milletten olursa olsun yaşlı ve genç arasında ayrıcalık güdülmeden adaleti yerine getirmede eşit davranıp, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda yan tutmayıp, “Bir saat Allah’ın ahkâmıyla adalet etmek, yetmiş sene (nafile) ibadetten hayırlıdır, üstündür.” ölçüsünü elden bırakmayıp, “İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor (idi) ise onu(n sevabını) görecek.” ölçüsünü ahiret azığı edine ve zalimin, mazlum üstündeki haksızlığını ve zulmünü gidermede gecikmeyip, “Kim (Allah’a) bir iyilikle, güzellikle gelirse, işte kendisine onun on katı var. Kim bir kötülükle gelirse bu, o miktardan fazlasıyla cezalanmaz. Onlar (yani iyilik edenler de fenalık yapanlar da) haksızlığa uğratılmazlar.” anlamındaki ayet hükmünce hakkından gele ve daima etraftan casuslarını eksik etmeyip, gafleti erlikten saymayıp, düşmanların hilesinden kaçınıp uyanık olmalı, genişlik zamanında dar zamanlar için hazırlık yapmalıdır. Tedbirde kusur olmazsa takdir de güzel olur. “Bu, bizim sana sözümüzdür. Ve elimizde sana karşı delilimizdir. Allah seni başarılı kılsın, doğru yola kılavuzlasın. Senin hakkında beslediğimiz iyi zanları gerçekleştirsin. Muhakkak ki doğru yola götüren ve hatadan koruyan odur.”
Gerektir ki değerli, değersiz, kuvvetli, zayıf, küçük, büyük, ülkemde oturan herkes, oğlumu kendilerine hakkıyla hâkim bilip, her hususta sana başvurup hükmüne boyun eğsinler. Komutanlar, hâkimler, şanlı ordu, gaziler, kadılar ve âlimler, Allah onları kıyamete kadar baki kılsın; oğlumu savaşta, barışta ve diğer hayırlı işlerde kendilerine komutan kabul edip, emrine karşı gelmekten çekinsinler. Edinilen ganimetlerin, elinin emri üzere beşte biri hazineye ayrılarak, kalanı oğlum tarafından bölüştürülsün. Haslarına dışardan kimse karışmasın. Onun öşürleri ve vergilerini yıldan yıla onun vekillerine teslim edip, özür ve bahane etmesinler. Yeni açılan ülkelerden iznim olmadıkça kimseye bir şey yaptırmayıp, ancak bana arz edildikten sonra, emrime göre gerekeni yapsınlar. Aldığı esirler ve pahalı satılacak tutsaklar, benden izin alınmadıkça serbest bırakılmasın ve danışma ile iş görülsün. Yüz aklığında bulunanların hakkını vermezlik etmesin. Derecelerine göre lütufta bulunsun.
Benim hayır duamı kendileriyle beraber bilsinler. Allah yolunda savaş için çok çalışsınlar. Sırf Allah için çaba göstersinler. Dini kuvvetlendirmenin büyük bir sevap kazandıracağını bilsinler.
Bu fermanımı görenler, içindeki emirlere uysunlar. Bana güvensinler.
Yedi yüz otuz üç yılı rebiülevvel ayının başında yazılmıştır.
O zaman padişah divanınca uyulan usullerden biri de padişah emirlerinin Osmanlıca yazılmasıdır. Bu tatlı dille yazılan birinci ferman, işte bu menşurdur. Ondan sonra bütün fermanlar, hep Osmanlıca yazılmaya başlandı. Fakat İran’da ve Konya’da resmî yazılar Farsça yazıldığından, Osmanlı Devleti de onlarla Farsça yazışırdı. Doğuda Farsça, genel, resmî bir dil gibi kullanılıyordu.
Selçuklu sultanı tarafından Osman Gazi’ye verilen menşurda Osman Şah denildiği gibi, Süleyman Paşa’ya da Süleyman Şah diye lakap verilmiştir.
Süleyman Paşa, İznik valisi olduğu için mülkiye memuru durumundaydı. Mir-i miran yani serasker-başkomutan olduğundan dolayı da askerlik sıfatını taşıyordu. Böyle birbirinden farklı iki görevi güzelce yerine getirenlerin çok az bulunduğunu herkes bilir.
Oysaki yüksek mecliste üye sıfatıyla bulunduğu zaman memurluğu daha da güçleşiyordu. Çünkü o hâlde umumun menfaatini gözeterek idare ve askerlik işlerini dengeli tutmak gerekir. Bu ise çok ince ve nazik bir iştir. Bundan dolayı divanda müşir ve askere başkomutan olup, vezirlikle mir-i miranlık görevlerinin gereğini parlak zihni ve iyiyi kötüden ayırıcı vasfı ile bir yerde toplaması, bu menşurda özellikle Süleyman Paşa’ya tavsiye buyrulmuştur.
Oysa Alâaddin Paşa, durum ve zamana göre gereken kanunları ve faydalı nizamları koyduktan sonra vezirlik sıkıntısından çekilerek eskiden olduğu gibi uzlet köşesine kapandı. Onun makamı tabiatıyla Süleyman Paşa’ya kalmıştı. Bu yüzden Süleyman Paşa hem sadrazam hem de başkomutan olmuştu.
Gemlik’in Fethi
Bursa, İzmit, İznik ve çevreleri hep Osmanlı ülkelerine katılmışken Gemlik’in hâlâ Rumların elinde bulunması uygun değildi. Sultan Orhan, yedi yüz otuz dört yılına kadar İznik’te oturduktan sonra Gemlik’in fethine gitti.
Sultan Osman Gazi zamanında Akça Koca ile birlikte Gemlik üzerine giderek o bölgenin giriş çıkışlarını öğrenmiş olan Kara Timurtaş Bey’le görüşme sırasında sunduğu tedbir üzere Sultan Orhan onu hasat mevsiminde beş yüz seçkin askerle oraya gönderdi.
O da gidip Gemlik civarındaki harmanlarda ne kadar zahire varsa cümlesini topladı ve Gemlik’i kuşatmaya başladı. Bahar mevsimi gelince Sultan Orhan yeterince askerle oraya gitti. Bir ay kadar Gemlik Kalesi’ni sıkıştırıp zorladı. Ahalisi zaten zahiresiz kalıp zayıf düşmüştü. Orduya karşı koymaktan âciz kaldılar. Hemen Gemlik Kalesi’ni teslime mecbur oldular.
Sultan Orhan, Gemlik’in korunması için gerekli işleri tamamladıktan sonra Bursa’ya döndü. Artık orada kalmaya karar verdi. Başkadı makamında bulunan Kara Halil’in memuriyetini de Bursa kazasına çevirdi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
“Ölmeden önce ölünüz.”
2
“Adaletle muamele ediniz! Adalet takvaya daha yakındır.”