bannerbanner
Paris’te Bir Türk
Paris’te Bir Türk

Полная версия

Paris’te Bir Türk

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 11

Marmara Denizi’nin hani ya bazı zamanları olur ki vapurlarda asıl menzillerine bir an evvel varmaya can atan yolcular bile gidip gidip de bu denizi bitirmemek isterler. Bu zaman ise mehtap olsun olmasın havanın berrak olduğu zamanlardır.

Hava berrak olur ise mehtap olmasa bile gökteki yıldızların cümlesi denize aksederek ve suların hafifçe çarpıntıları ile her yıldızdan binlerce daha parıltı (ecram-ı muzîa) doğarak insan güya bir ışıklı deniz içinde seyahat ediyorum zanneyler. Hele mehtap olur ise artık sular tamamıyla parıldar ya…

Lakin bu hâlde dahi denizi bir fosfor deryası farz etmeye mahal yoktur. Bu sözden maksadımız, ay ışığının bir serv-i nurani-asa denize akseden istikamet üzerinde su damlalarından doğuyor zannolunan nice milyonlarca nurani kabarcığın derhâl büyüyerek ve hemen yekdiğerini kovalamaya başlayarak tam birbirini yakaladıkları anda ikisinin de mahvolmasını müteakip diğer taraftan milyonlarca başka kabarcığın doğuşunu haber vermektir.

Ama bizim yolcuların seyahatleri bu kadar bir letafete tesadüf etmemişti. Bir kere mevsim sonbahar olup havalar gereği gibi serinlemiş bulunduğundan ayın da sonu olup buna ilaveten havada bulutlar dahi ufukları kapamış olduğundan âdeta yolcular denizi görmekten de mahrum idiler denilse mübalağa değildir. Yalnız epeyce kuvvetle esen yıldız rüzgârının çalkadığı suların çağıltısı işitilebilirdi ki bu kadar bir zevke mukabil havanın serinliğine ve karanlığına tahammül etmeyi göze aldırmak dahi akıllıların kârı değildi.

En sonra çıktığını haber verdiğimiz Nasuh Efendi kıç üzerine vardığında etrafı bir kere gözden geçirip Lehli Gardiyanski’yi Mademoiselle yahut Madame Cartrisse ile tiyatrocu Gabrielle’in yanında oturmuş görmekle o tarafa teveccüh gösterdi. Vakıa Madame de Trouville ile Zekâ Bey dahi orada idiyseler de Nasuh Efendi’nin onlardan kaçmaya hiçbir mecburiyeti yoktu. Özellikle bunlar başkaca konuşup Gardiyanski takımı dahi başkaca konuştuklarından Nasuh Efendi doğruca onların yanına varıp “Sohbetinize iştirak edebilir miyim?” diye müsaade istedikten ve uygun cevabını aldıktan sonra yanlarına oturdu.

Bunlar şiir, nesir, hikâye ve tiyatrolardan bahsederlerdi. Hem de sohbetlerinin cereyan şekline bakılırsa Cartrisse’in hikâye ve tiyatroya pek ziyade merakı olduğu ve Gabrielle’in ise pek çok edebî eser okumuş ve ezberlemiş bir aktris olduğu anlaşılır ve Lehli Gardiyanski dahi Fransız şiir ve nesrinde bunlardan geri kalmazdı. Nasuh Efendi de bu bahiste geri kalmamaya muvaffak oldu. Hatta Fransa’nın meşhur şairlerinden Racine’nin eserlerinden bahsettiği zaman Cartrisse “Adam sen de! Racine, vakıa güzel şiir yazmış ise de İran şairlerinin taklitçisi olan bir heriftir!” demesi üzerine Nasuh Efendi Alfred de Musset gibi birkaç yanık şairin eserlerinden bazı parçalar okuyarak Fransa edebiyatınca vukuf ve malumatı zararsız olduğunu Cartrisse’e anlattıktan sonra onun, Racine’i İran şairlerinin taklitçisi etmesinden hareketle şöyle bir söz daha açtı:

Nasuh: “İran şairlerini iyi tanımış olmalısınız ki madame onlar ile Racine’in arasında bir mukayeseye muktedir olabilesiniz.”

Cartrisse: “Evet! Biraz tanırım.”

Nasuh: “Öyle ise Farsça dahi biliyor olmalısınız.”

Cartrisse: “Pek az.”

Gardiyanski: “Pek az Farsça ile bu mukayese mümkün müdür?”

Cartrisse: “Evet mümkündür. Pek az Farsça öğrenirsiniz. Şark edebiyat tarihini de okursunuz. Zaten o tarih size Şark edebiyatına dair pek büyük malumat verir. Birtakım kitaplar tavsiye eder. Onları ve bazı İran ediplerinin eserlerinden mevcut olan tercümeleri de toplarsınız, iş biter, gider.”

Nasuh: “Türk ve Arap edebiyatını merak etmediniz mi madame?”

Cartrisse: “Hayır! Biraz da onlar ile meşgul oldum ise de Farsça kadar kolay gelmedi. Zira tercümeler hem az hem yanlış ve bir de lisanları haddizatında pek güç. Siz merak ettiniz mi mösyö?”

Nasuh: “Türk olduğum haysiyetiyle elbet merak edeceğim.”

Cartrisse: “Vay! Siz Türk müsünüz?”

Nasuh: “Türk olmadığım neden maznun?”1

Cartrisse: “Vallahi siz Fransız edebiyatından bahsederken ben sizin Türk olduğunuza asla ihtimal veremedim.”

Nasuh: “Acayip!”

Gardiyanski: “Oo! Şimdi Türklerde pek güzel Fransızca bilenler vardır.”

Gabrielle: “Bunu ben de tasdik ederim. Zira tanıdığım birkaç genç Türk’ü Fransızlar kadar ve belki de bazı Fransızlardan daha iyi Fransızca bilir buldum.”

Şu suretle açılmış olan bahis biraz daha uzadı ve ta aşağıda zikredeceğimiz bir madde bahsi karıştırıncaya kadar devam etti. Nasuh Farsçadan, Arapçadan, Türkçeden birçok güzideyi tam bir maharetle Fransızcaya tercüme ederek, tercümesini Cartrisse’e beğendirdikten sonra Voltaire ve Corneille’i, Jean Jacques, Moliere ve Victor Hugo gibi Fransız şairlerinin eserlerinden, Şark eserlerine mukabil, benzer ve denk olanlarını da ortaya koyarak Şark ve Garp edebiyatının her ikisine vukufu olduğunu fiilen ve maddeten ispat etti.

Sofrada kaptan gibi kaba ve Alman Herr Kaliksberg gibi cin fikirli adamların deniz ve kara savaşlarına, diplomatik hususlara dair açtıkları bahisten hoşlanmayarak dünyada hiçbir şeye merakı olmadığını beyan eden Cartrisse, her şeyden ziyade merakı olan edebiyata dair Nasuh ile etmekte olduğu şu bahisten pek ziyade memnun olmakta iken öte tarafta bir olay zuhur etti ki bu bahsi karmakarışık etti.

Ancak bahsi geçen olay, birdenbire zuhur etmişti. Daha sofra başında iken Madame de Trouville denilen şişman kadının genç Usse’ye sözler atmasıyla validesi bulunan Angeline’in hiddetlenmeye başlamasından sonra ortaya çıkmış bir olaydır. Biraz izahat verir isek meseleyi güzelce anlayabilirsiniz:

Zekâ Bey ile De Trouville sofra başını bir dereceye kadar teeddübe2 riayet lazım gelen yerlerden addetmeleriyle kıç üzerine çıktıkları zaman kendilerini daha geniş bir serbestlik dairesi içinde zannettiklerinden De Trouville, sair kadınların ve Zekâ Bey dahi sair namuslu erkeklerin kabul ve tasvip edemeyecekleri kadar aşüftelere yaraşır davranışlar göstermeye başlamışlardı. Mesela kol kola gezinirlerken De Trouville aşüftesinden “Of aman Zekâ Bey! İnsanı o kadar da çimdiklerler mi ya?..” gibi şikâyetler ve Zekâ Bey’den dahi “Sen de beni niçin o kadar gıcıklıyorsun? Az kaldı denize düşecektim!” tarzında cevaplar işitilirdi.

Gayrimeşru olan bu hareketler, ortalığın ayıplama nazarlarına düçar olup da kadınlar, erkekler birbirinin yüzüne bakıştıkları zaman Lehli Gardiyanski, Nasuh Efendi’ye “Lakin efendi! Bu Zekâ Bey midir? Kimdir? Hasılı sizin şu hemşehri bir topluluk içinde riayeti lazım gelen adaba riayet etmiyor! O mu buradan kendisini çeker, yoksa biz mi çekilelim?” demiş ve fakat Nasuh Efendi bu bey ile o kadar münasebeti olmadığını beyan ettiği gibi Cartrisse dahi “Adam, halk bizim nemize lazım? Biz kendi bahsimize bakalım.” diye işi geçiştirmişti. Hâlbuki Madame de Trouville gittikçe şuhluğu artırdıktan başka kendiyle akran olmasından dolayı validelerin müsaadesi üzerine Etienne Syrienne namındaki çocuk ile kol kola gezmekte bulunan genç Usse’yi de bir kenarda sıkıştırarak ve “Sen böyle küçücük çocuklar ile gezecek çocuk değilsin. Kızlar ile karılara kur edecek delikanlılardansın!” diye âdeta çocuğu zorla arkadaşından ayırarak kendi koluna takmakla beraber yanağını filanını dahi sıkıştırmaya başlayınca Angeline’in “Affedersiniz hanım! Akşamdan beri ettiğiniz elverdi! Siz ne eder iseniz ediniz, yalnız halkın mahcup çocuklarına ilişmeyiniz!” diye yerinden fırladığını ve buna da oldukça edepsiz bir lisanla De Trouville’in mukabeleye kalkıştığını Nasuh Efendi görünce arkadaşlarına “Artık iş derecesini geçti! Şu biçare genç kadın akşamdan beri çok üzüldü. Durunuz bari şuna bir güzel hizmette bulunayım.” diye kalktı ve Madame de Trouville’in yanına sokulup şu sözü söyledi:

Nasuh: “Bu hâller bir marquise valideye bile yakışmaz. Nerede kaldı ki bir Madame de Trouville’e! Hatta bizim marquise valide bile asla böyle şeyler yapmazdı. Artık Madame de Trouville’e caiz midir ki…”

Nasuh Efendi sözü buraya kadar getirmiş ve henüz tamamlamamıştı ki Madame de Trouville çeşm-i3 dikkatini patlatırcasına Nasuh’un üzerine açıp fakat sanki nutku tutulmuş da söz söylemeye iktidarı kalmamış gibi söylemek istediği hâlde söyleyemeyerek hemen Zekâ Bey’i koluna taktı ve kıç üstü merdivenden aşağıya inerek kamaraya doğru yürüdü gitti.

Madame de Trouville’e söylediği sözleri Nasuh Efendi pek de yavaş söylememiş olduğu cihetle birtakım kimseler işitmiş oldukları gibi bilhassa Angeline tam bir dikkatle dinlemişti.

Söylenen sözün mebna aleyhi4 malum olmadığından âdeta manasız bir şey olduğuna hükmedilmek lazım geldiği hâlde bunun efsun gibi bir tesiri görülmesine ve bahusus bu tesir Madame de Trouville gibi bir kadın üzerinde müşahede olunmasına herkesten ziyade Angeline şaştı ve sonra kendisini ve çocuğunu çirkin bir beladan kurtarmasına mukabil Nasuh Efendi’ye tam bir nezaketle birçok teşekkürlere başladı.

Henüz yeni tanımaya başladığınız Nasuh Efendi’nin şimdiye kadar gördüğünüz ahvaline dikkat etmiş iseniz onun Angeline’e güzel mukabelede kusur etmeyeceğini teslim edersiniz. Kendisi Angeline’e gerekli mukabeleyi icrada iken öte tarafta Cartrisse ile Gardiyanski ve Gabrielle arasında şöyle bir söz daha geçmişti:

Cartrisse: (Nasuh hakkında) “Bu efendinin derece-i malumatına ne dersiniz?”

Gardiyanski: “Bu!.. Ne idi onun ismi? Ha! Nasuh Efendi için mi söylüyorsunuz madame?”

Cartrisse: “Evet! Şark ve Garp’ın edebiyatı kaybolsa zihninden çıkarıp yeniden ortaya koyacak.”

Gardiyanski: “Ben o kadar edebiyattan anlamam ama bu akşam sofrada felsefe ve politikaya dair bazı sözler söyleştik, doğrusu onlardaki kemalini teslim ettim.”

Cartrisse: “Acayip! Felsefe ve politikada ha?”

Gardiyanski: “Evet!.. Hem ahlakta…”

Cartrisse: “O! Pek namuslu bir adam olduğu zahir hâlinden görülüyor.”

Gabrielle: (biraz mahcubane) “Kendisini ben İstanbul’da tanıdım. Dediğiniz gibi pek namuslu bir adamdır.”

Gardiyanski: “Öyle ise niçin yabancı gibi durmaktasınız?”

Cartrisse: (Gabrielle’in artan utanması üzerine) “Bir adam mahcubane bir tavırla ağzından bir söz kaçırır ise artık onun üzerine varmak layık mıdır monsieur?”

Gardiyanski: (Gabrielle’den özür diledikten sonra Cartrisse’e) “Sizden de af rica ederim madame. Ben de boş bulundum.”

Nasuh Efendi, Angeline’e olan güzel mukabelesini tamamladıktan sonra yine eski arkadaşları yanına gelmiş idiyse de Cartrisse havanın serinliğinden şikâyet ederek biraz gezinmek ve bu hareketle ısınmak için kalkmış olduğundan evvelki bahis tekrarlanmadı. Bu kalkışında Cartrisse’in erkeklerin yüzüne bakarak onlardan ümit içinde beklemesi, Gardiyanski ile Nasuh’tan birisinin refakat konusunda kendisine kol uzatmasına intizar demek olduğunu her ikisi anladı ise de bu şerefi ikisi dahi birbirine bahşetmek istediklerinden kollarını uzatamadılar. Hatta ara yerde teklif ve tekellüfe dair sözler de söylendi. Nihayet Cartrisse “Monsieur Gardiyanski! Bari refakatimi siz kabul ediniz de Nasuh Efendi ile Mademoiselle Gabrielle dahi eski sohbetlerini yenilesinler!” diye Gardiyanski’nin kolunu almakla Nasuh Efendi’ye dahi Gabrielle’in refakati kaldı.

Lakin bu gibi yerlerde Cartrisse’in sözüne dikkat olunacağı malum olmakla Nasuh Efendi bunun için Gabrielle ile şu iki çift sözü teati etti:

Nasuh: “Mademoiselle Gabrielle, Cartrisse’in bu sözü söylemesi neden neşet etti?”

Gabrielle: “Ben sizi tanıdığımı ağzımdan kaçırdım da ondan! Mahcup oldum ama…”

Nasuh: “Neden mahcup oldunuz? Bizi mahcup edecek bir hâl ve hareketimiz mi var ki?.. Siz gençsiniz, ben genç! Siz hürsünüz, ben hür! Siz tiyatrocusunuz, ben yazar! Her cihetle aramızda mevcut olan münasebet bizi birbirimize tanıttırmış olmasından dolayı mahcup edemez. Hele bir adamın insafı var ise asla ayıplamaya kendisinde hak bulamaz.”

Şu sözleri Cartrisse işitmiş olduğundan önde gitmekte olduğu hâlde arkasına dönerek:

Cartrisse: “İşte ben de bu ayıplamaya kendisinde hak bulamayan insaflılardanım Nasuh Efendi!”

Nasuh: “Öyle ise nazarımda kendinizi bir kat daha büyülttünüz madame!”

Cartrisse: “Aynen sizin de benim nazarımda büyüdüğünüz gibi!”

Nasuh: “Gerçekten teveccühünüze mazhar olmakta isem kendimi bahtiyar bileceğim.”

Elbette Nasuh’un bu sözü dahi cevapsız kalmazdı. Ancak Cartrisse ilerlerken birinci kamara yolcularından olmak üzere haber verdiğimiz genç ve gayet güzel Fransız karısına tesadüfle söyleşmeye başlamış ve hatta kolundaki Monsieur Gardiyanski’yi ona takdim etmediği cihetle o bile edeplice çekilip ayrılmış olduğundan Nasuh’un alacağı meydanda bulunan cevap yakinen ümit ederiz ki Cartrisse’in ağzında kalmıştı.

Bu Fransız karısına gayet güzel deyişimiz mübalağa değildir. Gerçekten gayet güzeldi. Kaşların, gözlerin, burun ve ağzın ve çenenin velhasıl yüzünü teşkil eden malum azalarının cümlesi birer birer güzel, hani ya şu ressamların teslim ettikleri yolda güzel oldukları gibi heyet-i mecmua5 ve umumiyeleri6 dahi güzeldi. Boy pos da yerinde. Bu kadının bir kusuru var ise o da biraz ziyadece zayıflığı olup ancak bu kadar güzel olan birinin kansızca çehresi ve baygınca bakışının dahi ona tatlılık vereceği, konunun erbabı olanlarca bilinir.

Cartrisse bu kadına Catherine diye hitap etmiş olduğundan ismi Catherine olduğu anlaşıldı ise de Nasuh güzelliğinin derecesini beş on dakika tam bir dikkatle temaşa etmedikten sonra anlayamadı.

Yirmi dakika kadar daha Gardiyanski ve Gabrielle gezindikten sonra Nasuh artık havanın serinliğinden gereği gibi şikâyet etmekle ve bu şikâyeti Gardiyanski ve Gabrielle dahi uygun görmeleriyle üçü birden kalktılar, aşağıya, kamaraya indiler.

Beşinci Bölüm

Güverte üzerinde cereyanını haber verdiğimiz olaylar cereyan ettiği müddet zarfında kamarada dahi bazı hâller yaşanmıştı ki eğer onları dile getirmez isek okuyucuları, bu seyahatte, Messagerie Imperiale yolcularına manen tamamıyla arkadaş edememiş ve binaenaleyh hikâyemizin esası olan bu seyahati de layıkıyla anlatamamış oluruz.

Salondan içeriye girdikleri zaman bahsi geçen üç arkadaş, Monsieur Autrans’ı ayağında sarı mest pabuç ve kıçında bir Rumeli poturu, onun üzerinde bir güzel Toska fistanı, daha üzerinde bir örtü ve başında dahi bir zeybek külahı olduğu hâlde put gibi bir garip vaziyette durmuş ve İngiliz Mister James’in marifetiyle karakalem resmini aldırmakta bulmuşlardı. Nasuh Efendi bunu görünce kahkaha ile gülmekten kendisini menedemedi.

James: “Güzel değil mi mösyö? Şu resm-i Türkî!.. Şey! Türk resmi güzel değil mi? Ne acayip?”

Nasuh: “Acayip olduğunu teslim ederim. Fakat güzel değildir. Hem bu kıyafette Türk yoktur ki!”

Autrans: “Evet efendim! Yoktur. Fakat bizim hayalimiz gayet geniş olduğu cihetle biz bunu pek güzel tasavvur ve tahayyül ettik.”

Gardiyanski ile Gabrielle: “Nasıl?

Autrans: “Şu kıyafette gördüğünüz resmin altına şu ibare yazılacak: ‘Şark’ta bir fakir. Meşhur İngiliz ressamı Mister James tarafından resmolunmuştur!’ ”

James: “Yes! Yes!”

Nasuh: “İyi! Lakin böyle fakir olmaz!”

Autrans: “Olur efendim olur! Bu fakir değil mi ya? Elbisesi olmadığından ötekiden berikiden birer elbise dilenmiş. İstanbul’da türlü türlü milletlerin ekspozisyonu olduğundan her millet kendisine kendi kıyafetinden birer şey vermiş, bu hasıl olmuş. İstanbul’da şalvar üzerine palto giyen ve dar pantolon üzerine Şark modasınca koca bir kırmızı kuşak bağlayıp daha üzerine dahi salta7 giyinen vesair bu türlü karışıklık yapan adamlar az mıdır?”

Nasuh: “Demek oluyor ki siz de biraz mübalağa ettiniz. Buna karar verdiniz.”

James: “Mösyö! Biraz da şu resimleri gözden geçirir misiniz? Biraz çalakalem yapılmıştır. Ama affedersiniz. Çünkü bir buçuk saatte hem de gece yapılan resim bu kadar olur.” diye Mister James, Nasuh Efendi’nin eline üç parça kâğıt daha tutuşturdu. Üzerlerinde olan resimler dertest-i tersim bulunandan daha az garip değildiler.

Bunlardan birisi güzel Arnavut elbisesi üzerine koca bir sarık oturtulmuş olup buna dair istenilen izah üzerine Monsieur Autrans “Efendim işte altına yazmışlar ya! Bir Arnavut hocası! Evvela Arnavut iken başında koca püsküllü bir fes vardı. Hoca olduktan sonra ise elbet sarık saracaktır.” cevabını verdi. Bu cevabın isabetine Mister James kanmış olduğundan artık Nasuh’un “Canım Yanya’da hoca olan adam bu fistanı giymez! Türklerin hocası gibi cübbe, şalvar giyer. Fistanı giyenler ise bu sarığı sarmazlar.” diye ettiği itiraz kabul mü olunur?

İkinci resim, başında bir güzel fes ve arkasında bir kısa ceket ve Frenk gömleği ve yelek olduğu hâlde ayağında dört parmaktan ibaret bir zeybek dizliği ve kırmızı yemeni ile alınmıştır ki Monsieur Autrans “İstanbul’da tulumbacıları görmediniz mi? Koşmak için hafif bulunmak üzere bu dizlikleri giyerler. Hâlbuki ben Rumeli ve Anadolu’yu gezdim. Her yolcu seferberlik hâlinde buna yakın dizlikler giyerler. Bu ise hepsinden hafif olduğu cihetle yolcu kıyafetinde göstermek istediğimiz bir İstanbulluyu böyle göstermeye karar verdik. Yolda kısa ceket insanı yormaz ki! Hatta ben İstanbul’da ava giden bir beyi gözümle gördüm ki ayağına Yanya çarıkları giymişti. Hafif olmak için Yanya’nın çarıklarını giydiği hâlde Aydın’ın dahi dizliğini giymesi mantığa uygundur.” diye bunu da izah etti.

Resmin üçüncüsü, gecelik kıyafetinde ve bir elinde çubuk, diğerinde nargile marpucu, ağzında sigara ve bir elinin iki parmağı arasında kocaman bir kahve fincanı ve diğerinde bir şarap kadehi olduğu hâlde aldırılıp altına dahi “İstanbul’un bir ehlikeyfi. Meşhur Ressam İngiliz Mister James tarafından resmedilmiştir.” ibaresi yazılmıştı. Vuku bulan istizahlar8 üzerine Monsieur Autrans “İstanbul’da türlü türlü keyif veren şeyleri merak eden adamlar olduğunu inkâr edemezsiniz ya? Farz ediniz ki o adam merak ettiği keyif veren şeylerin hepsini birden kullanıyor. Artık resimde bu kadarcık da mübalağa olmaz ise zevki çıkmaz.” diye bunu bu şekilde izah etti ve yorumladı.

Şimdi siz Nasuh Efendi’nin bu rezaletlere mukabele edip etmediğini sual edersiniz. Kime mukabele etsin? Bir kere Mister James, İstanbul’da böyle şeyler var olmasına katiyen inanmış. Çünkü kendisi filozoftur. Autrans’ın yorumlarını ve izahlarını pek muvafık bulmuş. İkincisi kendisi bir İngiliz’dir. Bir kere inanmış olduğu şeyden bir daha döner mi?

Yalnız Gardiyanski ile Gabrielle ve Nasuh Efendi, müteaacibane9 kahkahalarla İngilizlerin bu yoldaki gayretini övmüş ve bununla yetinmişlerdi.

Şu resim temaşası bir saat kadar uzayarak sonra yukarıda, kıç üzerinde, soğuğun tesirlerinden etkilenmeye başlayan yolcular birer birer geldiler. Onlar da Ressam Mister James’in resimlerine baktılar. Fakat resimlerden ziyade ortaya ekspozisyon gibi serilmiş olan Şark eşyalarının temaşasıyla meşgul olmuşlardı. Nihayet uyku zamanı gelince herkes birbirine veda ederek kadınların tamamı ve erkeklerin bazısı hususi kabinelere çekildiler. Büyük salonda gecelemek için kalan İngiliz Mister James, Autrans, Remzi, Sena ve Yorgidis ile bir de Nasuh Efendi’den ibaretti. Fakat bunların hepsi birden yataklarına girmedi. Monsieur Autrans masa üzerinde yazıya başlayıp bir saat kadar daha meşgul olduğu gibi, bir saatten sonra o da yatağına girdiği zaman James’i hâlâ bitmiş olan dört parça resimlerden Autrans için kopya edilecek birer nüshayı çoğaltmakla meşgul bıraktı.

Bu gecenin vukuatını tamamlamak için şunu da haber verelim ki:

Yolculardan bir saat sonra yatağına giren Autrans’tan dahi bir saat sonra James işini bitirmiş ve yarım saat kadar da sandıklarını yerleştirmekle meşgul olup bundan yani herkesin uykuya varmasından üç buçuk saat sonra deli İngiliz’in canı biraz da piyano çalmak ve şarkı çağırmak istemiş olduğundan ve filozof olan bir adam ekseriya bu gibi arzularının icrasına hiçbir mâni göremediğinden, hemen piyano başına geçmiş ve öküz gibi böğürmeye başlamıştı. Uykuda olanlar nasıl bir hâle uğradıklarını bilemeyerek yerlerinden fırlamakla beraber, işin aslını anlayınca İngiliz’i zemmedip ayıplamaya giriştilerse de İngiliz dahi kendi hâlinde olan serbest bir adamın zevkine müdahale etmenin nezakete muvafık olmadığını dava ile bunlara karşılık verdi. Nihayet kaptana müracaat olunup da piyanodan edilecek istifade, halkın rızası şartına bağlı olduğuna ve öyle gece yarısı değil a, gündüz bile piyanoyu Mister James kadar fana çalanları menetmeye yolcuların heyet-i umumiyesinin hakkı olduğuna dair nizamname bendini göstermeyince, şerh etmeyince ve açıklamayınca İngiliz’i susturmak mümkün olamadı.

Ama gerçekten susturmak mümkün olamadı. Zira Mister James mücadele esnasında, edilen bir itiraza vereceği cevabı verip bitirdikten sonra müzikayı yine evvelce bıraktığı yerden başlar ve hatta şayet yolculara beğendirebilirim ümidiyle daha ziyade bağırarak çehresiyle, tavrıyla dahi “Şimdi şu hava beğenilmeyecek bir hava mıdır? İnsaf ediniz!” manasını işrap ederdi.

Altıncı Bölüm

Ertesi sabah yataklarından kalkanların, ellerini yüzlerini yıkar yıkamaz bir baş güverteye çıkıp nerede bulunduklarını tahkike girişecekleri, bunun gibi deniz yolculuğunda bulunmuş olanların malumlarıdır. Bu seferde ise yukarıya çıkmak pek de o kadar kolay bir şey değildi. Zira o gece rüzgâr istikametini kuzeydoğuya çevirerek geminin oldukça pupasından geldiği ve binaenaleyh gemi yelken açmış bulunduğu hâlde baş vurmaktan hasıl olan sallantı, denize alışık olmayanları ayakta duramayarak düşürecek mertebedeydi.

Bununla beraber herkes düşe kalka birer kere güverteye başvurduktan ve köpürmüş olan denizin müthiş güzelliğini bir ancık temaşa ettikten sonra yine aşağıya indiklerinden yolcular tamamıyla salonda mevcut idiler. Sabah kahvaltısı geçmemiş ise de yemek yerken geminin sallantısı yolculara bir hayli güçlük göstermiştir. Böyle bir havada Mister James resim yapamamakta idiyse de Autrans yazı yazmakta inat ve ısrar ediyor ve bir Şark seyahatnamesi kaleme almakta bulunduğunu söylüyordu.

Dün geceki tetkiklerimiz üzerine, bizim dikkat edeceğimiz kişiler Madame de Trouville, Cartrisse, Nasuh, Gardiyanski ve Zekâ Bey gibi ilk hâlleri bir derececiğe kadar nazarıdikkatimizi celbetmiş olan adamlar ise de evvela şunu haber verelim ki Madame de Trouville dün akşam Nasuh Efendi’den işitmiş olduğu söz üzerine bugün neşesini ve şuhluğunu kaybetmiş olduğundan sabahtan beri ağzından hemen bir kelime dahi çıkmamıştı ve nihayet geminin sallantısının başına vurduğunu bahane edinerek kabinesine çekilmişti.

Hatta Cartrisse, Nasuh’un De Trouville’e söylediği sözün suret-i vech ve tesirini şöyle kibar bir şekilde Nasuh’tan istizah dahi etmek istemişti:

Cartrisse: “Monsieur Nasuh! Dün akşam sizin Madame de Trouville’e okuduğunuz efsunda ne kuvvet vardı ki bizim o neşeli Madame de Trouville’mizi sihirlenmiş gibi hâle getirdi. Şimdi sizi nerede görse oradan kaçmak ister.”

Nasuh: (Cartrisse’in bu laftan meramının bu Madame de Trouville’in kim olduğunu ve o sözden niçin bu kadar etkilendiğini sormak olduğunu anlamış ise de sözü kısa kesmek istediğinden) “Evet madame! Benim bazı laflarım böyle sihir kadar tesirlidir. Ama onun sırrını size arz edersem sonra bir daha tesiri görülmez.”

Angeline: (ta öte baştan) “Bu sırrı söylememenizi size pek rica ederim mösyö! Zira bu sihriniz sayesinde rahat edebileceğimi ümit etmekteyim.”

Zekâ Bey ise genç Sena ile bir yeni arkadaşlık akdi ve bu sayede Mademoiselle Gabrielle’e dahi çatmak gayretinde olup bu işte Remzi Efendi kendisine yardaklık eder, fakat Gabrielle’i Yorgidis meşgul etmekte bulunduğu cihetle henüz bahsi geçenin gıyabında ve fakat bilvücuh medhüsenasında olmak üzere Sena ile söz söyleşirdi.

Derdini dökecek adam arayan biçare Madame Syrienne dahi Dizier ailesi halkıyla ve bunlardan bilhassa kocakarı bağdaşıp vefat etmiş kocasının mehamidini10 hikâye ettiği görüldükten sonra öte tarafta Kaliksberg ile Cartrisse ve Gardiyanski ve Nasuh kalır ki biz ancak bunların açtıkları sözden mütelezziz olacağımız cihetle onlar tarafına kulak vermeliyiz. Söz İstanbul’un bazı yeni gelişmeleri hakkında olup Cartrisse şu suretle fikrini beyan ederdi:

Cartrisse: “İstanbul’da gördüğüm yeni gelişmeler, şaşkınlık ve hayret nazarlarıma sebep oldu. Ben zannederdim ki İstanbul’da hâlâ değirmen taşı kadar sarıklı ve belleri yatağanlı ve piştovlu adamlar göreceğim. Hâlbuki bilakis İstanbul’da âdeta Avrupa gibi giyinmiş adamlar ve özellikle de gençler gördüm.”

Kaliksberg: “Size İstanbul hakkında ilk fikrinizi kim verdi?”

Cartrisse: (bu sualin biraz aykırıdan gelmesine canı sıkılarak) “Acayip! İnsana kim ilk fikri verir? Şundan bundan aldığı malumat üzerine fikir dahi kendiliğiyle hasıl olur.”

Nasuh: (sözü Kaliksberg’in ağzından kaparak) “Madame, Herr Kaliksberg size sual etmek istedi ki İstanbul hakkında almış olduğunuz ilk malumatı bir kitaptan ve seyahatnameden mi aldınız? Yoksa birisi o malumatı size şifahen mi verdi?”

Cartrisse: “Bu sualin hikmetini de anlayamadım.”

Nasuh: “İstanbul’u ilk hayal ettiğiniz surette bulamamış olduğunuzu beyan ettiğinizden bizim için bunun hikmetini anlamak üzere o ilk hayalinizin kaynağını ve vasıl yerini anlamak lazım geldi de onun için bu sual varit oldu.”

На страницу:
2 из 11